Pazar Ola

Akademik toplantı için gerçekleşen iki kısa ziyareti saymazsak 56 yıllık hayatımda ne işim ne de yolum düştü, İzmir’e. Ne zaman ki kızım evlenip İzmir’e yerleşti; Konya-İzmir arası, tozlu yol oldu bana. Yörükler uzak olduğu halde sık gidilen yer için kullanır tozlu yol ifadesini. Eskiden asfaltı sadece şehirlerarası yollarda görebilen atalarımdan bir hatıradır, benim için tozlu yol sözü. Artık köylerde bile çoğu yolun asfaltlı olmasına sevinken tozlu yol sözünün akıbeti içimi burkuyor.

Ağustosun üçüncü haftasına denk gelen son seyahatte, serinlemeye başlayan Konya’dan İzmir’e giderken sıcak endişesi içindeydim. Yazın denize koşanların aksine Yörükler dağlara, serin yaylalara çıkar. İzmir’e varınca anladım, kaygılarımın yersiz olduğunu; Akdeniz gibi bunaltıcı değilmiş, Ege’nin havası.

İki gün hasret giderdikten sonra, ‘Buraya kadar gelmişken’ yapılan bir planla Foça’yı da görmeye karar verdik. Kızım tek şeritli eski yoldan gidersek en az bir buçuk saat süreceğini ama yeni açılan otobandan gidersek bir saatten önce orada olacağımızı söyledi.

Beşir Ayvazoğlu’nun ‘Zaman Yolcuları’ şiirine ittiba edip tek şeritli ve uzun da olsa eski yoldan gitmeye karar verdim:

Git git bitmezdi eskiden ne güzeldi yollar
yeni bir yol başlangıcıydı her yol sonu
hasretle nasıl kucaklaştığını toprakla suyun
dağların yere nasıl sağlam oturduğunu
ve ne güzel çatıldığını gökyüzünün
görebilirdiniz, buna vaktiniz vardı
yollar eskiden uzadıkça uzardı.

Muhtemelen bu hız çağında çoğunluk bana katılmayacaktır ama açık söylemek gerekirse yolcuyu ait olduğu coğrafyadan, insandan hatta bazen içinde bulunduğu zamandan koparan otobanları sevmiyorum, ben. Köylerin içinden geçmek, yol kenarlarındaki kahvehanelerde vakit öldürenleri başımla selamlamak istiyorum… Dar zamanda, beyaz badanasıyla vakur ve muhlis bir köy camisinde gecikmiş bir vakti eda etmek… İşte köyün çıkışında, yolun sağında görünen şu küçük selvi ormanı da mezarlık olmalı… Her geçişimizde ‘üç Kulhü, bir Elham’ı ihtar eden annemi de içine katarak kubur ehline hızlıca dua göndermek… Hem kim bilir; belki şansımız yaver gider de tarlasından topladığı sebze ya da meyveyi yol kenarında satan birilerine denk geliriz. Dalından henüz koparılmış taze bir meyvenin tadından daha güzel bir nimet var mıdır bu dünyada?

Eski yol, beklentilerimi boşa çıkarmadı… Yeni yeni açılmaya başlayan mazzaklardan (pamuk kozası) bembeyaz ve yumuşacık yüzüyle bize tebessüm eden uçsuz bucaksız pamuk tarlaları… Hasat edilmiş karpuz tarlalarında otlayan serazat inekler… Kavunun tam zamanı; öbek öbek yığılmış kavunları kamyonlara yükleyen işçiler…

Yol sola kıvrılırken yarım saattir bize eşlik eden derenin iki yakasındaki sazlıklara veda ediyorum. Geniş bir ovada hafif hafif yayılan rüzgârın yardımıyla sanki sazlar da arkamdan el sallıyor, bana… İçinden geçtiğim kasabalar, köyler şükür ki eskisi gibi perişan değil artık… Göze hoş gelen renkleriyle bakımlı evler… Birbirinden güzel bahçe duvarları ve süslü kapılar… Bahçesi çığlarla verilmiş, çoğunluğu badanasız toprak evleri, artık sadece zihnimin çocuk köşesinde bulabileceğim galiba…

Keskin bir virajla yol bir kez daha sola bükülünce kendi yetiştirdiği sebze ve meyveyi satmaya çalışan birkaç köylü çıktı, karşımıza. ‘İşte şimdi hakkını verdi, eski yol.’ dedim, içimden. Uyanık köylüler tezgâhı iyi yere açmış, doğrusu. Dönerken yavaşlamak zorunda kalanlar, bulduğu ilk boşluğa arabayı park edip soluğu tezgâhların önünde alıyor. Anlaşılan, hepimizin aynı yolun yolcusuyuz…

Yaşlıca bir teyze, tezgâhının bir köşesine erişte poşetlerini ve domates konservelerini dizmiş. Diğer köşede yeşil biber, patlıcan ve kabak öbekleri… Yerde iki kasa domates ve 15-20 adet kavun… Arkadaki bidonlarda yeşil zeytinler ve turşular… Tezgâhındaki her şeyi kendisi üretiyormuş; kımızı olanları domatesli, yeşil olanları da ıspanaklıymış, eriştelerin. Zeytinler geçen yıldan kalmaymış ama turşuları yeni yapmış. Salça yapacaksak küçük ve ampül görünümlü Bursa domatesinden; hemen yiyeceksek ‘yerli’ dediği eğri büğrü domateslerden almalıymışız.

Yanımda duran siyah gözlüklü genç kız ‘Aşurenin kâsesi kaç lira teyze?’ deyince fark ettim, devasa aşure tenceresini. Siz deyin yüz, ben diyeyim iki yüz kişilik aşure var tencerede. Şaşkınlık ve hayret tonuyla cevap verdi, yaşlı kadın:

-Amaaan! Aşure satılır mı, çocuğum? Bu sabah yaptım, dağıtmak için. Aşure ayındayız ya!

Bir yandan genç kıza cevap veriyor; diğer yandan üstüne bir avuç dolusu dövülmüş ceviz koyduğu aşure kâsesini uzatıyordu. Kaysıyı, inciri ve üzümü kendisi kurutmuş; ceviz bile kendi bahçesindenmiş…

Tarçın kokusunu alan herkes kuyruğa girmeye başladı, tezgâhın önünde. Ayaküstü yiyenler… Arabada bekleyenlere aşure götürenler… İkinci kâseye almak için yeniden sıraya girenler… Ortalık birden bayram yerine döndü.

Kuyruk uzadıkça teyzenin yüzündeki aydınlık çoğalıyor; hareketleri hızlanıyordu. Sanki o yaşlı kadın girmiş; yerine eli çabuk taze bir gelin gelmişti… Telaş içinde folyo kâseleri uzatırken aşurenin bolluk ve bereketine ilişkin bilgiler vermeyi de ihmal etmiyordu. Büyük Tufan… Hz. Nuh’un gemisi… Tufandan kurtuluş… Muharrem orucu… Kerbela… Hz. Hüseyin ve arkadaşlarının vahşice katledilmesi… Yaşlı kadının sesi titremeye, gözleri nemlenmeye başladı… Her gün aşure; her yer Kerbela…

Bir kâse aşurenin verdiği mutluluk ve minnet duygusu içindeydi, herkes. Şık giyimli hanımlar ve siyah gözlüklü beyefendiler, kendi aralarında fısıldaşmaya başladı:

-Hayatımda böyle güzel aşure yemedim; bari biz de bir iki kavun alalım.

-Gördün mü, sepelemedi cevizi; bildiğin avucuyla boca etti aşurenin üstüne.

-O kadar yedik; en azından biz de erişte falan alalım.

-Ayıp olmasın şimdi; biz de turşu alalım, bir bidon… Hem elinin ayarı da iyiymiş, teyzenin; kesin turşusu da lezzetlidir…

‘İyi ama tezgâhtaki bütün malları alsak da o koca kazandaki aşurenin parası çıkmaz ki!’ demek geliyor, içimden. Kadir kıymet bilmek ve minnet duygusu tabi ki takdire şayan ama böyle bir durumda işi sayılara dökersek ortaya ‘hatalı hesap’tan başka bir şey çıkmaz. Benden söylemesi, boş yere hesap yapmayın, lütfen; bereket dediğimiz şeyin ekonomide karşılığı yoktur!

Gönül tezgâhını gerçek dostuna açan bu Anadolu kadınına ‘Pazar ola, teyze’ demek yerine Yunus’un ‘Dostun eteğin dutan dostıla bâzâr ider/Bâzâr iden dostıla bâzârın elden kodı.’ dizelerini okumak geçti, içimden. Ama ukalalık yapmaktan utandım. ‘Hal dili’ karşısında ‘kal dili’nin ne önemi olabilirdi ki!

Mustafa SARI                                                                                                                                            

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *