Necip Fazıl’ı An(la)mak-III

Dün üstadın hapishane günlüklerinden kısa pasajlar sunmuştuk. Bugün 1960 yılı ve sonrası yıllara değinmek isterim. Mezkûr yıllardan sonra Necip Fazıl’a fikir ve sanatını duyurabileceği bir alan daha açılır. Konferanslar… Türkiye’nin birçok yerinde kitleleri peşinden sürükleyebileceği konferanslara imza atar.

1973 yılında hacca gider. 1974’te bütün şiirlerini “Çile” de toplar. “Çile” için şöyle söyler: “İşte şiir kitabım bu, hepsi bu kadar ve bu kitaba gelinceye dek başka hiçbir şiir, bana, adıma ve ruhuma mal edilemez.[1]Keşke yazmasaydı dediğim 1976 yılından 1980 yılına kadar siyasi içerikli 13 sayı şeklinde “Rapor” adlı eserlere imza atar. O günün siyasi liderlerini değerlendirdiği “Rapor” kitapları umumiyetle bir hissiyat patlamasıdır. İsmet İnönü ve Bülent Ecevit en fazla eleştirdiği liderler arasındadır. Süleyman Demirel’i de pek beğenmez. Birkaç mesele yüzünden anlaşamadığı Necmettin Erbakan da eleştirilerinden nasibini alır. Milliyetçi ve mukaddesatçı gençlik sayesinde Alparslan Türkeş’le yolları birleşir. Bu birleşme onu ülkücü gençliğe yaklaştırır. Bu gençlikte kendisini görürken; ülkücülerde aradıkları dava adamlarından biri olarak onu görürler. Üstad, fikirleriyle milliyetçi ve mukaddesatçı gençliğe yön çizme sevdasındadır. İçi alev alev Müslüman, dışı pırıl pırıl Türk ve içi dışına hâkim, dışı içine köle, yeni Türk neslinin maya çanağı olmak ehliyeti hangi topluluktaysa ben oradayım.” [2]

O dönemlerde yeni bir parti kurma aşamasında olan Turgut Özal sık sık Necip Fazıl’ı evinde ziyaret eder. Türk Edebiyatı Vakfı tarafından, 26 Mayıs1980’de, Baki’den sonra Sultanu’ş Şuara (Şairler Sultanı) unvanına sahip ikinci şair olarak tarihe geçer. 1982 yılında “Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu” adlı eseriyle “Yılın Fikir ve Sanat Adamı” seçilir.

Necip Fazıl, İslami kesimler üzerinde büyük baskıların olduğu bir dönemde öne çıkan birkaç şahsiyetten birisidir. “Bir devirdi. O tarihlerde( 40’lı yıllar) küfür, bütün müesseseleriyle bir buz dağı gibiydi. Ortalıkta hiçbir bereket mevcut değildi. Müslümanlık zindanı camilerden bir hıçkırık sesi bile gelmiyordu. Bu gafiller, adeta ‘camiye girebiliyorum ya, ne devlet” gibilerinden seviniyorlar ve hadım olmanın oltasında mesut görünüyorlardı. Şimdi şucu bucu geçinen bazı zümrelere adını vermiş isimlerden hiçbirini görmek mümkün değildi. Derken meydan açılır gibi olduktan sonra ortaya çıktılar ve kendilerine evliyalık süsü vermekten de kaçınmadılar.”[3] Her ne kadar tasavvufi bir hayatı tam olarak yaşayamasa da fikir ve sanatıyla maneviyatçı ve mukaddesatçı gençlik üzerinde son derece etkili bir isim olmuştur. Kuşkusuz âlim ya da tasavvuf şeyhi olmamasına rağmen halk nezdinde bu kadar çok itibar görmesini ve hem kendi döneminde hem de sonraki kuşakları fikirleriyle etkilemesinin sebeplerini tartışmak ayrı bir yazım konusudur. Ancak şunu ifade etmemiz gerekirse kallavi kitapları deviren, hoca ya da şeyh diye ortalıkta dolaşan bir takım insanların evlerine sindiği bir dönemde Necip Fazıl’ın er meydanına çıkabilmesi takdire şayan önemli bir hadisedir.

Üstad, “Büyük Doğu” fikriyle ve 1943 yılında aynı adı taşıyan dergisiyle yeni bir nesil inşa etmenin derdine düşmüştür. Heyecanıyla gençliğe vecd ve aşk pompalarken dava şuuru kazandırmaya çalıştı. Dünyada ve haliyle ülkemizde de esen komünizm rüzgârına karşı fikirleriyle set çekmeye çalışan Bediüzzaman’dan sonra önemli isimlerden birisi olmuştur. İki üstadın usul ve üslupları farklı olsa da amaçları milli ve manevi değerlerle yoğrulmuş bir nesil inşa etmekti. Büyük Doğu Dergisinin bir ara mali imkânsızlıklar yüzünden kapanacağı haberini alan Bediüzzaman, Büyük Doğu çıkmalı, yayını durmamalı; gerekirse yorganımın birini satın, parasını ona gönderin.”[4] Bediüzzaman, kendisiyle görüşen Necip Fazıl’a “Seni Risale-i Nur”a 40 yıl hizmet etmiş kabul ediyorum.”[5] diyerek yaptığı hizmetlere iltifat etmiştir. Necip Fazıl’da aynı şekilde Üstad için, “Said Nursi Hazretleri, kesbi olmaktan ziyada vehbi bir ilim ve deha çapında bir zekâ ile nimetlendirilmiş içi vecd dolu bir insan ve nihai çapta gayesine sadık bir mücahit olup, sürdüğü hayata nispetle bir hâl ve ruhani makam sahibi olması icap etse de, asıl kıymetinin tefekkürü ve ahlaki sahada aranması gereken halis bir Müslüman ve örneklik bir mazlumdur.”[6] diyerek takdirkâr ifadeler kullanmıştır.

Necip Fazıl, davasında korkusuzdur. Şiirlerinde ve özellikle de yazılarında cesurca bir tavır sergiler. Bazen sözlerinin ucunun nereye gittiğini ve nereye gideceğini pek hesap etmeden konuşması başına onulmadık işler açmıştır. Fakat o buna çoktan razıdır. Kafasına koyduğu bir işin hemen gerçekleşmesini ister. Bu noktada sabırsız ve tahammülsüzdür. Bâb-ı Âli’nin önde gelen kalemşoru, hicivde de hırçındır. Polemiğe bayılır. Susturmadığı çağdaşı yok gibidir. Özellikle de Peyami Safa ile didişmelerini bilmeyen yoktur. Şairliği ise kuşku duyulamayacak kadar ileridedir. Sanatındaki meziyetini düşmanları bile takdir edebilmiştir. ‘Bir mısraı bir millete şeref vermeye yeter!’ Bu söz benim iman tarafım henüz belli değilken o hengâmede bugünkü düşman cephesinin en kodaman kalemlerinden (Yaşar Nabi Nayır) biri tarafından hakkımda kondurulmuş teşhistir. Yarabbi; nezdinde en aşağı müminlik mertebesinin ancak ayak tozlarını silmeye memur bir dereceye bile layık görmeyerek böyle bir iddiadan bile kemiklerimi ürpererek kaydediyorum. Sadece senin dininden, hak olan yolundan, tek olan kapından nefret ettikleri için, nefret edilmek bana ne muazzam payedir.”[7]

Günümüzde köşe başını tutan birçok bürokratın, siyaset adamının, akademisyenin ilham kaynağı olan mütefekkir Necip Fazıl, aynı zamanda aksiyon sahibi birisidir. Dergi ve kitap işleri, gazete yazıları, konferanslar, hapishaneler boş vakte imkân vermeyecek kadar fazlaydı. Şiirlerini masa başında yazan bir şair hiç olmadı. Hemen hemen her şiirinin öncesi ve sonrası var.  “Kaldırımlar” şiirini hafakanların bir balyoz gibi başına indiği bir dönemde yazar. Henüz 24 yaşındayken “Kaldırımlar” şairi olarak tanınır. “Zeybeğin Ölümü” adlı şiirini idam edilen Adnan Menderes’in ardından kaleme alır. “Zindandan Mehmed’e Mektup”u en sıkıntılı olduğu hapishane koridorlarında mekik dokuyarak yazar. Şiiri hiç bırakmadı. Vefat edeceği ayın içerisinde bile şiir yazmaktan geri durmadı.[8] Efsane “Sakarya” şiiri ile sinmiş mukaddesatçı gençliğe öz güven pompaladı.

“Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya
Yüz üstü çok süründün, ayağa kalk Sakarya!”

Şiirlerinde yırtık bir libası göremezsiniz. Kelimelere bir terzi marifetiyle vücut giydirir. Hafızaya kazınacak şiirleri pek fazla. Üslubu sert olsa da şiirlerinden zarafet ve estetik akar. Konular umumiyetle mistiktir. Fakat örtülü bir mistisizm vardır. İfadeleri göze sokulur tarzda değildir. Şiirlerinde gelenekle modernizm iç içedir. Dil yalın ve anlaşılır olmakla birlikte anlam derinliği/müphemlik hat safhadadır. Kafiyeli şiiri basitlikten kurtaran adamdır Necip Fazıl. Nesirde bir Cemil Meriç olamasa da şiirde zirveyi kimseye bırakmaz.

Fikir açısından bir değişim yaşaması bazı muhitlerde hoş karşılanmamıştır. “Sanatına kıyan geri adam, sabık şair” diye yaftalanır. Sanat meziyeti sadece şiirleriyle mukayyet değil. Her edebi türde onlarca eser vermiştir. Şiirimsi bir tarzda yazdığı, Peygamberimizi enfes bir şekilde anlattığı “Çöle İnen Nur” mutlaka okuması gereken nadir eserlerden birisidir. “Bu eser, benim bütün varlığım, vücut hikmetim, her şeyim… Ben, arının peteğini hendeseleştirmeye memur bulunması gibi, bu eseri örgüleştirmek için yaratıldım. Şiirlerim de, piyeslerim de, hikâyelerim de, ilim ve fikir yazılarım da sadece bu eserin belirttiği bina etrafında bir takım “müştemilat” dan başka bir şey değil.” dediği “İdeolocya Örgüsü” de mutlaka okunmalı. “Çile” yi okumayanın ne şairliğinden ne şiir seviciliğinden bahsedilebilir. “Yirmi yıl müddetçe içimde şeklini bulamayan bir protoplazma halinde yaşadığı” ve ancak 1981 yılında yazmaya muvaffak olabildiği “İman ve İslam Atlası” okunabilecek kitaplar arasında yerini alması gerekir. Piyesleri ise tam bir başyapıt türünden. “Bir adam yaratmak” ve “Reis Bey”  bir başka ülkede olsa William Shakespeare’in Hamlet’i ya da Othello’su kadar ilgi görür.  Türkçeye olan hâkimiyeti tartışılmaz.  Kelime avcısı, söz ustası, büyük bir hatip olduğu da çağdaşlarının ortak kanaatidir.

Bazı eserlerinde hissiyatının tıpkı şiirleri gibi aklına galebe çalabildiğini müşahede edebiliyoruz. “Yeniçeri, Ulu Hakan II. Abdulhamid Han, Vahidüddin, O ve Ben, Doğru Yolun Sapık Kolları” Bunlardan birkaçı. Mevdudi’yi, Hamidullah’ı, Seyyid Kutub’u[9] ağır eleştirmekte hiçbir beis görmez. Sevgisinde de, nefretinde de sınır tanımaz. “Ya ol!” vardı hayatında “Ya da öl!” Üstatta tasavvufi bir derinliği göremiyoruz. Tarikat berzahındaki merhalelerden geçmiş değildir. Gittiği tasavvuf yolunda benlik kavramı başı ezilmesi gereken bir hasse iken üstatta bütün haşmetiyle dimdik ayaktadır. Fakat bitip tükenmek bilmeyen fikir çilesi, hakikate ulaşma çabası, davasına olan fevkalade bağlılığı ve hatalarını kabul edişi takdire şayandır. Necip Fazıl’ın ameli ve ilmi zafiyetleri onu ne edebiyattaki mevkiinden düşürür ne de halk nezdindeki itibarına bir halel getirir. Zira koca şair, her şeye rağmen iyi niyetliydi. Dış kaynaklı bir besleme değildi. Yerli ve milli diye tabir edilen bir fikriyatın ta göbeğindeydi. Küfre karşı müsamahasızdı. Mücadele adamıydı. İnançtaki itikadı sağlamdı. Yaptığı hizmet, edebiyata kazandırdığı onlarca eserler onu her daim hayırla yâd etmeye yeter artar bile… Amacımız onun şahsi zaaflarını pazara çıkarmak değil aksine bir prototip olan düşünce sistemini, belki de şahsında temerküz etmiş dava adamlığını, sanatını ve İslam’a olan hizmetini ortaya çıkarmaktır. Fakat aydın olmanın sorumluluğu tarafsız bir değerlendirmeyi intaç eder. Doğrusu bizim de yapmaya çalıştığımız bundan başka bir şey değildir.

Üstadın ömrünün son dönemlerini, onun bir şiirine yazdığım nazireyle yarın bitirelim inşallah…

Necati İLMEN

Dipnotlar

[1 ] Necip Fazıl Kısakürek, Çile, s.523
[2] Necip Fazıl Kısakürek, 7 Mayıs 1977 Her gün gazetesi
[3] Necip Fazıl Kısakürek, Çile, s. 521
[4] Yeni Şafak Gazetesi, Mehmet Doğan
[5] Necip Fazıl Kısakürek, Son Devrin Din Mazlumları, s. 253
[6] age, s.265
[7] Necip Fazıl Kısakürek, Çile, s. 518
[8] age, s.310
[9] Necip Fazıl Kısakürek, Doğru Yolun Sapık Kolları s. 153

1 Yorum

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir