“bir şair: ahmed arif/toplar dağların rüzgârlarını/dağıtır çocuklara erken” diyor Cemal Süreya Onun için. Bir şair bir şairi ne güzel anlatıyor birkaç mısrayla. Cemal Süreya hemşehrisi Ahmed Arif’i anlatıyor. Arif dağları söyler, dağlardan söyler; en sahici, en gerçek… Dağların şiirini… Asi, geçit vermez, karanlık, karlı dağların şiiridir bu. Bir şiirden ziyade dağlara ağan bir ağıttır aslında mısralardan yükselen. Onun mısralarından özlem yükselir, sevda yükselir, hüzün… Dupduru pınarlardan, kirlenmemiş, kire batmamış zaman ve mekânlardan akıp gelen bir şiiri söyler Arif. Dicle kadar coşkun, Mezopotomya kadar mütevekkil. Şiirin dizeleri kimileyin bir akışta başını kayalara vura vura ilerler kimileyin bir derviş gibi bağdaş kurup oturur zamanın sedirine. Bir zaman isyanın sesi olur şiirler bir zaman en yakıcı yoksulluğu anlatan öfke…
Onun şiirlerini her okuyuşta Anadolu rüzgârının terkisine binerek kurdun kuşun, el değmemiş çiçeklerin, uzak köylerin, gece karanlığı giyinmiş dağlıların, ovalara yayılmış amelelerin, kuş uçmaz kervan geçmez diyarlarda unutulmuş garibanların, mahpusların, ırgatların, dağ lalelerinin, karanfillerin, kardelenlerin ülkesine kanatlanırız. Sıkışıp kaldığımız kentlerin boğucu ikliminden özgürlüğe, özümüze… Sentetik, plastik dünyanın yapaylığından sahici hayatlara…
Dağlar dile gelir, isyan dört nal koşar damarlarımızda, keder en koyu gölgesiyle düşer omuzlarımıza, en çok ta umut aşkla şahlanır içimizde. İyilerle kötülerin mücadelesi işlenir satır satır mısralarda. Umut şaha kalkar Ahmed Arif’in yüreğe akan şiirlerinde. Katıksız, katkısız bir Anadolu konuşur, analar konuşur. Analar… Gözünün yaşı kurumamış analar…
Adana, Kayseri, Maraş üçgenine sıkışmış bir coğrafyada geçti çocukluğum. Dağlarla çevrilmiş, etrafınıza baktığınızda gökyüzünden başka bir şey göremeyeceğiniz bir coğrafya… Bahar aylarında doğanın coştuğu, yeşil bir örtünün her yeri sardığı, yaz ve sonbaharda her yerin sararıp solduğu, kışın her yerin beyaza boyandığı bir coğrafyadan Ankara’ya giden bir liseli çocuk olarak Ahmed Arif’in “Hasretinden Prangalar Eskittim” kitabı sığınağım olmuştu.
Büyük şehrin kasveti çöktüğünde, içimi derin bir boşluğun ve özlemin kapladığı anlarda Onun şiirlerine koşardım. Usul usul yağan bir yağmur, dağların kuytularından ansızın kalkan keklikler, ulu doruklarda buzlar, su başlarında yaralı ceylanlar, pınarlarda güvercinler, karaca sürüleri, alnı akıtmalı kısraklar… çocukluğuma ve coğrafyaya ait ne varsa bir film şeridi gibi geçerdi gözlerimin önünden.
Ahmed Arif’in şiiri çok duygusal olmasının yanında sağlam bir isyanı da barındırır. Kaderi isyancıya, kaçakçıya, hayına yazılmış köylünün çilesini de… Coğrafyanın, statükonun çaresizliğe hapsettiği insanları da anlatır. Anlatacaklarına en uygun mısra düzenini kurmuştur. Doğaldır, samimi, içten… Bir yanıyla yalçın bir kaya gibi serttir, bir yanıyla ana yüreği kadar yumuşak. “Hasretinden Prangalar Eskittim” modern bir destan gibidir. Dedemin okuduğu cenk kitapları, destanlar; anamın anlattığı yoksulluk masalları Onun mısralarında yeniden yansır. Destandır, upuzun bir ağıttır, uçsuz bucaksız bir umuttur Onun söyledikleri…
“Otuz Üç Kurşun”, “Anadolu” şiirleri coğrafyamızın mısralarla çizilmiş tablosudur adeta. “Haberin var mı?/Görüşmecim, yeşil soğan göndermiş,/Karanfil kokuyor cıgaram/Dağlarına bahar gelmiş memleketimin…” ha dört duvar arasında hapsolun yada bir kentin ruhsuz mekânlarına… bu mısralar imdadınıza yetişir. En mert, en doğal sesiyle… Bir dağ rüzgârı yalayıp geçer yüzünüzü. Yıldızlar dökülür avuçlarınıza…
Dertlerin, sıkıntıların, açmazların, moral bozukluğunun bir karadelik gibi sizi içine çekmeye başladığında şu mısraları hatırlarsınız: “Öyle yıkma kendini,/Öyle mahzun, öyle garip…/Nerede olursan ol,/İçerde, dışarda, derste, sırada,/Yürü üstüne üstüne,/Tükür yüzüne celladın,/Fırsatçının, fesatçının, hayının…/Dayan kitap ile/Dayan iş ile./Tırnak ile, diş ile,/Umut ile, sevda ile, düş ile/Dayan rüsva etme beni.”
Onun şiirleri gah çığlık çığlığa bir sevdayı haykırır gah böğrünüze saplanan bir ayrılığı, hasreti söyler. Yoksulluğu, yoksunluğu, Anadolu’nun dertli halkını, acılar deryasında yüzen garipleri, garibanları, ötekileri, ötekileştirilmişleri… Anadolu’nun unutulmuş dertlerini söyler. Kaçakçıları… Diyarbekir kalesinden Adiloş bebenin ninnisini dillendirir: “Doğdun,/Üç gün aç tuttuk/Üç gün meme vermedik sana/Adiloş Bebem,/Hasta düşmeyesin diye,/Töremiz böyle diye,/Saldır şimdi memeye,/Saldır da büyü…/Bunlar,/Engerekler ve çıyanlardır,/Bunlar,/Aşımıza, ekmeğimize/Göz koyanlardır,/Tanı bunları,/Tanı da büyü…/Bu, namustur/Künyemize kazınmış,/Bu da sabır,/Ağulardan süzülmüş./Sarıl bunlara/Sarıl da büyü…”
Bir sevdayı söyler sonra. Bir sevdaya söyler: “Sus, kimseler duymasın,/Duymasın, ölürüm ha./Aymışam yarı gece,/Seni bulmuşam sonra./Seni, kaburgamın altın parçası./Seni, dişlerinde elma kokusu/Bir daha hangi ana doğurur bizi?/Ruhum… Mısra çekiyorum haberin olsun./Çarşıların en küçük meyhanesi bu,/Saçları yüzümde kardeş, çocuksu./Derimizin altında o ölüm namussuzu…/Ve Ahmedin işi ilk rasgidiyor./İlktir dost elinin hançersizliği…/Ağlıyor yeşil.” Bir de şu “Hasretinden Prangalar Eskittim” şiirinde şu mısralar var. “Yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin,/Yitirmiş öpücükleri,/Payı yok, apansız inen akşamlardan,/Bir kadeh, bir cıgara, dalıp gidene,/Seni anlatabilsem seni…/Yokluğun, Cehennemin öbür adıdır/Üşüyorum, kapama gözlerini…”
Tek şiir kitabıyla unutulmaz bir iz bırakan, toplumun bütün kesimleri tarafından okunan, coğrafyanın kahir ekseriyetince kabul gören Ahmed Arif çok mütevazı, engin gönüllü bir insandır da. Refik Durbaş‘ın kendisiyle yaptığı “Ahmed Arif Anlatıyor” adlı söyleşide şunları söylüyor:
“Ben büyük değilim. Halkımın sıradan ve gariban bir ozanıyım. Lütfen bunu belirt. Buna inanıyorum ve onur duyuyorum. Bazı adamlar “Son elli yılın en iyi kitabını ben yazdım” diyorlar. O kendi iddiası muhteremin. Nâzım Hikmet’in memleketinde böyle laflar edilir mi?
Benim şansım halkla kucaklaşabilmek, ya da ona ulaşabilmek. Pek kucaklaşmış değilim ona biraz ulaşmışım. Benim şansım budur işte…
Bir insan bir doğumevinde meydana geliyor, bir dağ başında, bir Yörük çadırında, bir bağ evinde. Komşuları nasıldır, çevresi hısım akrabası kimlerdir? Bütün bunlardan pek çok şey alır.
Ben de elbette böyle çok şeyler aldım. Kültür ağırlığım, töre ağırlığım, giderek içgüdülerim ona göre gelişti.”
Ahmed Arif vurucu, derin, çok güzel şiirler yazmış olmasının yanında kendi şiirlerini de harikulade okuyan bir şairdi. Şiirlerini hem okumak gerekir hem de kendi sesinden dinlemek…
1927’de Diyarbakır’da doğan şair 1991’de Ankara’da vefat eder.
Ruhu şad olsun!
Muaz ERGÜ
Son Yorumlar