Ahmet Kaya; Hoşçakal Gözüm

“…birer yolcuyduk aynı ormanda kaybolmuş
aynı çıtırtıyla uyanan birer serçe
hep aynı yerde karşılaşırdık tesadüf bu
birer tomurcuktuk hayatın kollarında
birer çiğ damlasıydık bahar sabahında gül yaprağında
..hiç yoktan susturuldu şarkımız
…göğsüm daralıyor yüreğim kanıyor
olmasaydı sonumuz böyle…”
Yusuf HAYALOĞLU

 

Sevgili Ahmet Kaya, Seni kaybedeli kaç yıl oldu, bilmiyorum. Açıkçası ömrünün o son deminde garip bir yabancılaşma girmişti aramıza. Hiç tanışmadık, konuşmadık ama bil ki –son yılların hariç aynı takım yıldızının uçarı çocuklarıydık. Vefat haberin geldiğinde, içimde bir şeylerin koptuğunu, derin bir sızı hissettiğimi itiraf etmeliyim. Sana mı üzülmüştüm, “biz”e mi, hazin sonuna mı yoksa bütün bir ülkenin içinde bulunduğu akıl tutulmasına mı, hatırlamıyorum. O gece, sanırım sabahın üçüydü ve İstanbul’un en büyük caddelerinden birinde yürürken, şu el arabasında kaset satan Kürt gençlerden birine rastlamıştım. Senin kaseti teybine takmıştı ve son sesini açmıştı. “Başkaldırıyorum” çalıyordu, ardından “Bugünde ölmedim anne”, ”Kum gibi”, “Acılara tutunmak”, “Yüreğim kanıyor”… Yarım saat kadar ona uzaktan eşlik ettim. Hüngür hüngür ağlıyordu ve eminim bu halde sabaha kadar dolaştı. Ahmet Kaya ölmüştü, ölmeye zorlanmış ve yenilmişti, öyle mi? Emin değilim. Bir süre önce Karadenizli oldukları anlaşılan bir grup genç, arkadaşlarını askere gönderme “şenliği” yaparken, o şaşırtıcı şizofrenilerden birine tanık olmuştum. Gençler önce horon tepmiş, ardından Tarkan şarkıları eşliğinde dans etmişlerdi. Sonra… Yorulup yere çömelerek neredeyse bir saat boyunca Ahmet Kaya’dan söyleyip, sigara içmişlerdi. Sen, tam da öldürüldüğün yerde yaşıyordun. Bütün ülkeye, her kesime, her sınıfa, etniğe, mezhebe, yaşa, mesleğe mal olduğun anda “tehlike” olmuş, manşetlerden hedefe konmuştun ya, işte tam oradan türküler söylemeye devam ediyordun. Yüzlerce yıldır olduğu gibi bir kez daha aramızdan birini “kurban” vermiş, sonrada sessizce üzülmüştük. Öldüğün günlerde bile senin şarkıların tüm TV ve radyolarda adeta sansüre uğrayarak çalınmamıştı ya, seni kurban olarak seçenlerin, ‘biz’im dinleyeceğimiz türküleri dahi seçecek kadar her şeye görünmez bir şekilde dâhil olduğunu anlamıştık.

İşte bu sahnelerden sonra sana mektup yazmayı kafaya koydum. Çünkü mağdurların trajedisi, son derece sıkıcı bir filme benziyor artık. Bu filmi tekrar izlemek istemiyoruz.

Mark ve Engels; ünlü manifestolarında, “Burjuvazi, bütün ulusları acı içinde yok olma pahasına, burjuva üretim tarzına uymaya zorlar. Onları kendisinin uygarlık dediği şeyi içlerine almaya, yani bizatihi burjuva olmaya zorlar. Tek kelimeyle burjuvazi kendi imgesine bakarak bir dünya yaratır.” diyorlar.

El hak, bizim Lümpen bürokrat-burjuvazi de, yarattığı kendisine benzer dünyaya, “biz”i devşirerek kabul etme lütfü bahşediyor. Tepeden tırnağa kir ve çürümüşlükten ibaret olan bu düzen(ek)de devşirilme ya da dışlanma dışında bir alternatif bırakmıyorlar. Biz’e de bu oyunun dışında durmak düşüyor. Hani 1995’teki büyük Paris görevinde işçilerin dağıttıkları bildiride denildiği gibi: “Toplum para üzerine kurulduğu müddetçe, bizim hiçbir zaman yeterli paramız olmayacak.”

Sevgili Kaya, Sen işte bu “biz”im, sesimiz, tınımız, türkümüzün yorumlarından biriydin. ‘Acılar içinde yok olmaya zorlananların’ bestelerini yapıyordun. Davasına bir âşık gibi bağlananlar, aşkını ideallerine kurban edenler, aşağıdan bakışın bilincinde olanlar, tutunamayanlar, başaramayanlar, kazanamayanlar, senin şarkılarında dile geldi. Konuştu, haykırdı, ağladı yıllar boyu… 1980’li yıllarda, 12 Eylül’ün öncesi ve sonrası travması seni, Özalizm’in transformasyonu Sezen Aksu’yu doğurmuştu ve “biz” her ikinizi de sevmiştik. Hem birbirinizi karşılıklı olarak ima ediyor, hem örtük bir şekilde dışlıyordunuz. Sen, karabudun’un protest ağıtlarını, Sezen ise akbudunun konformist sancılarını yansıtıyordu. “Bir yanımız yaprak döker, bir yanımız bahar bahçeydi.” Biliyorsun şimdi, yanımız yönümüz kalmadı artık. Sezen, Tarkan, Sertap vb. türünden kendisini küçük parçalar halinde dağıtarak öldürdü. Bu küçük parçacıklar ise, “parçalanmamış” Sezen’deki ‘biz’e dönük rafine aşkın ağıtları yerine, ‘entertainment’ endüstrisinin yapay gürültüsünü yayma görevini üstlendiler.

Sen ise, anlaşılmaz bir şekilde, hala anlayamadığım bir şekilde âdeta ‘intihar ettin’. Ölmeden önce yaşadığın o ‘biz’e yabancılaşma süreci her ne ise, seni kişiliğinden de beslenen sosyal ve ideolojik hatalara sürüklemişti. Aslında, Galiba, ikinizi de var eden psiko-politik dönem kapanmıştı, nesnel temelleriniz tükenmişti. Peki, başka türlü bir süreç yaşanamaz mıydı? Başka bir final tasarlanamaz mıydı acaba? Bilemiyorum, belki olması gereken oldu. Ama yine de içimde ikinize, özellikle de sana karşı bir kızgınlık, küskünlük var. Çünkü sizin bu son’unuz, benim için, bu toplumun, ülkenin, “biz”im son yaşam belirtisinin sonu gibi geldi hep. Bu nedenle tedirgin ve karamsarım. Ahmet Kaya ve Sezen Aksu yoksa bir kuşağın yaşamsal harmonisi durmuşsa, ne var peki? Kavgalar, acılar, sancılar, uğruna ölünesi aşklar yoksa kavuşamama, kavuşup kaybetme, kaybettikçe olgunlaşma yoksa ne var?

Çürüme tabii ki!.. Acılar ve hüzünlerle arınma bitince, kir birikir ve “biz” sizden sonra tam da bu durumdayız işte. Senden sonra, “iyi ki ölmüşüm” diyeceğin günler yaşadık, yaşıyoruz. Daha kötü günleri de bekliyoruz ve siz artık yoksunuz. Sanatçılarımız yok, şairlerimiz, edebiyatçılarımız, türkülerimiz, dil’imiz, tınımız yok artık. Savunmasız ve ‘ses’siz durumdayız. Ne ruhlarımızı yatıştıran bir isyan, ne bozkırlarımızı yeşertecek gözyaşımız kalmadı. O her şeye ve herkese meydan okuyan kavga ve aşk, o mağduriyetten mağrurluk üreten eda, o hüznü asalete dönüştüren tavır, o büyük insan trajedisi yok artık. Küçük ihtirasların büyük örgütlenmeler çıkardığı ve bunun “herkes” tarafından ayakta alkışlandığı bir garip komedinin tedirgin seyircileriyiz şimdi.

Sevgili Kaya, Sana neden kızgın ve küskün olduğumu merak ettin, biliyorum. Açıklayayım: sana kızgınım, çünkü sen de yol’un sonunu getiremedin. Küskünüm çünkü son yıllarında “biz”i bırakıp, aramızdan bazılarına türkü söyler olmuştun.

Bizim aşamadığımız yapısal eksikliklerimizden biri de Sevgili Kaya, başarıyı taşıyamamak. İktidarı, mülkü, parayı, şöhreti, makamı, mevkiyi zar zor elde edip, elde tutamamak. Onlardan yeni bir dünya kuramamak, sürekli ve kalıcı inşaatlar yapamamak. Başarmak ama başarıyı kurumsallaştıramamak. Sen, kendi alanında çok önemli bir şey başarmıştın. Olmayan bir müzik türüyle olanı anlattın, dişinle tırnağınla, yüreğinle ve yeteneğinle yükseldin, yayıldın, yerleştin. Hep olduğun gibiydin ve hep olmak istediğinin peşindeydin. Sonra…! Sonrası yok işte…

Daha rafine, daha kuşatıcı, daha kalıcı olana dönüşmek yok. Sanki bilinçaltlarımıza yerleşmiş bir “zirve” varsayımımız var ve “Biz” hep o zirveye “çıkma”, hastalık düzeyinde “zirve”ye ulaşma güdüsü ile davranıyoruz. Oysa sevgili kardeşim, gerçekte öyle bir zirve yoktur. Egemenlerin ürettiği ve bize de kabul ettirdiği bir yanılsama vardır. Zira kendilerinin tepemizde olduğuna ve bize yukardan baktıklarına, bir şekilde hepimizi inandırmışlardır. Gerçekte, onların bizden aşağıda olduklarını; iktidarın, paranın, mülkün, şöhretin –eğer bir etik amacı yoksa- esasen içine girdiğini düşkünleştiren, eline ulaştığını aşağı çeken, hükmettiğini bozan, çürüten bir insan-altı güdü olduğunu unutmuşuzdur. Çaresizliğimiz, mülksüzlüğümüz, güçsüzlüğümüz, biz’i bu katlanılabilir mecburiyetleri yüceltmeye zorlar. Onlardan oluşan bir düzeni, tek gerçek düzen olarak “kavrar”, her şeyimizi o düzeni ele geçirmek, içine girmek, bir benzerini yaratmak üzerine ayarlarız. O zirve zannedilen yere “düşen” bazı insanlarımız, oranın ne tür bir çukur olduğunu çabuk anlar ve bir tür yalnızlaşma sürecine girer. Orası zirve değildir ve çıkacak bir yer yoktur. Orası “biz”e uygun bir yurt değildir. Bu hayal kırıklığı, hala içinde biz’den bir şeyler taşıyanları çırılçıplak bırakır. Sen işte onlardan biriydin Ahmet Kaya… Bu yalnızlığı yaşadın ve yalnız öldün. Bu “zirve” sandığın yerden geri dönüp, ikinci bir hayatı, kalıcı olanın, evrensel olanın, tarihsel olanın üretilmesine dönük bir ikinci “exodus”u, yani büyük çıkışını yapabilirdin. Sen bunu yapabilecekken yapmadığın için, etrafını saran küçük zirve düşkünlerinin ideolojik ve etnik kuşatmasına teslim oldun ve hazin sonu yaşadın.

Başarıyı elde tutmak, iktidarın, mülkün, paranın, şöhretin sahibi, efendisi olmak, kalıcı ve köklü olmak, büyük insanların işi… sen o insanlardan biriydin, eminim. Ama sanıyorum “zirve yanılsaması” seni de yol’dan çıkardı. Belki etrafındaki küçük insanların yönlendirmesi, belki başka bilmediğim bir neden, yol’unun mantıki sonucuna yürümeni engelledi. Orada kalman için Yol’a çıktığın gibi devam etmen yeterliydi, sen zirvede kalmanın paniğiyle popülizme prim verdin. Yanlış anlama, ölmeden önceki o Kürtçe türkü olayından bahsetmiyorum. O konuda senden çok ilerde laflar edildi, mesafeler alındı. Zaten o mesele adalet ve vicdan açısından bir sorun bile değildi, biliyorsun. Diğer bir çok konu gibi etnisite temelli gündemlerde, görünenin gerisinde, milleti o zirve kumpasına sokarak sahte bir kavganın tarafı yapıp dövmenin malzemelerinden biriydi. Çanakkale ve Sarıkamış dağlarında yatan dedelerimizin kar altındaki naaşları, Kürt ya da Türk değil, ‘Biz’ olarak uyuduğu sürece o konuda sorun yok, bundan eminiz. Ama asıl sorun kendisini bu ülkenin sahibi zannedenlere bizim de o vehimle davranıyor olmamız. Onları iktidarın, ekonominin, dış politikanın, kültürün, sanatın ve müziğin zirvesinde ‘görmemiz’. Zirvede olan biz’iz Sevgili Kaya. Zirve biz’im “biz” olarak durduğumuz yerdir. İyi, doğru ve güzel olan, bizimle yaşar. Haklı ve meşru olan “biz”iz. Yüksekte duran, sağlıklı olan, temiz olan “biz”iz. Senin müziğin onların o sahte müzik zirvelerini paramparça ederek hepimizle buluşmuştu, biliyorsun. Demek ki, biz doğru ve iyi bir iş yapınca, karşılıklı vehimlerden oluşan balonlar uçup gidiyor.

“Onların” düzeni, ne özenebileceğimiz ne de içine girebileceğimiz bir düzen değildir. “Onlar”, bizden çaldıklarını bize karşı kullanmanın, bize yukardan bakarak bizi aşağılık kompleksine sokmanın, bizi yanıltmanın şeytani formülü dışında hiçbir şeye sahip değiller. Bizim dedelerimizin komutanlarını bizi dövmenin sembolü yaparlar, bizim babalarımızın emeğiyle döşenen demir ağlarını bize sövmenin marşı yaparlar, bizim vergilerimizden çaldıklarıyla yapıp ettiklerinden, bizi aşağılamanın “yaşam tarzı”nı üretmişlerdir. Biz ise biteviye onlara özenir, onlara yalakalık yapar, onların gözüne girmeye çalışırız. Onların onayını alınca sevinir, onlar “gibi” davranmayı deneyince övünürüz. Bu nedenle hep “kazandıkça kaybederiz.”

Seni, işte bu kompleksi olmayan bir sanatçımız olduğun için sevmiştik. Sadece Kürd’e, Cumartesi annelerine, Aleviye değil, başörtülüye, cuma annelerine de sahip çıkmış, yani “biz”im olmuştun. Hepimiz sende bir şeyler bulmuş, her yerde türkülerini dillerimize yerleştirmiştik. Keşke, bu yol’un sonuna kadar gidebilseydin. Keşke, biz’i heyecanlandıran, arındıran, eğiten daha rafine daha derinlikli besteler yaparak finale erseydin. Keşke bir ekol, bir okul olarak senden sonra bile devam edecek çağdaş bir Pir Sultan, Karacaoğlan figürüne dönüşseydin… keşke…

Sevgili Kaya, Aslına bakarsan, senden sonra “suret-i haktan” görünen bir yeni çürüme ve hatta parçalanma sürecinin içine girdiğimiz için, sen “o eski güzel günlerin” hatırlatıcısı olarak daha fazla “anlam” kazanıyorsun. Bu küçük insanlar ülkesinde küçük sanatçı müsveddelerinin yaydığı kirden korunmak için, sana daha çok kulak vereceğiz. Ruhlarımızı diri tutmak, kavgalarımızı unutmamak, yaşamsal harmoniyi kaybetmemek için sana ihtiyacımız var. “Çukura inenler”den mayası temiz kalanların çıkıp geri geleceği günlere kadar, bu çürümüş düzeni topyekun değiştirip, insanımızı yüceleştiren, herkesi yeteneği ve emeğine göre muktedir kılan, mülk, para, şöhret ve makamların efendisine dönüştüren özgürlük ve adaletin büyük ülkesini inşa edene kadar, seni dinleyeceğiz. Sen işte bu “dava”nın simgelerinden biri olarak, daima türkülerini söyleyeceksin. Biz, işte o günler için ve o günlere kadar, sana elveda demeyeceğiz. Sana sadece hoşçakal diyeceğiz…

“kendine iyi bak, bizi düşünme, su akar yatağını bulur”…

Hoşçakal gözüm…

Ahmet ÖZCAN

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *