Mehmet Âkif…
Arifliğimiz, azmimiz, aczimiz…
Saflığımız, safiyetimiz, inceliğimiz, nezaketimiz…
Mazlumiyetimiz, mahzunluğumuz, mağdurluğumuz, mahcupluğumuz…
Bir gönüllü sürgünlüğümüz, bir derin çekip gitmemiz, terk etmemiz, terk edilmemiz…
Bir sonsuz inanmışlığımız, sonsuzca adanmışlığımız, sonrasızca mağlupluğumuz, sonrasız…
Sessiz öfkemiz, belki de hiç olmaması gereken kahredici suskunluğumuz, kahreden…
Âkif‘i yazmak, Onu anlatmak, Onun menkıbesini sözcüklerin sırtına yüklemek gerçekten zor. Onda, onun hayat serencamında bu toprakların bütün mağluplarının, tarihimizin ve talihimizin acıtan, hüzünlendiren, kopkoyu keder yüklü şifreleri gizli. Onda bütün nahifliğimiz, kırılganlığımız, küsmüşlüğümüz…
Şimdilerde çok uzağında olduğumuz, belki de hatırlanmak istenmeyen bir ruh ikliminin adamlarındandı Âkif. Baştan başa ruh anıtı… Başka bir dünyanın adamlarından… Küçük büyük bütün yapıp ettiklerinin karşılığını bekleyen, karşılık görmeksizin hareket etmeyen, her şeyini kazanmaya programlayan, kaybetmeyi aklının ucundan bile geçirmeyen bireyci, menfaatperest, aç gözlü insanlığın sevmediği ve sevemeyeceği biridir O. Âdemoğlu olmanın, adanmanın, fedakârlığın, vefanın, dostluğun, kardeşliğin burçlarında dalgalanan bir sancak gibidir Âkif. Kumaşı has imandan dokunmuş sancak. Gamıyla, sevinciyle, sevgisiyle, nefretiyle, endişesiyle, mutmainliğiyle…
Osmanlı’nın en uzun kışlarından birinde 1873’de doğdu. İmparatorluğun en uzun kış sürgününde. İmparatorluk yıkılırken… Yok olmakla var kalma, umutsuzlukla karamsarlık, teslim olmakla direnmenin, toparlanmakla dağılmanın iç içe geçtiği bir sancılı dönemde doğdu. İstanbul‘da baştan ayağa İslam terbiyesiyle soluk alıp veren bir semtte Fatih‘te… Bir ölüm kalım kavgasının ortasında namusun, haysiyetin, direnişin, direnmenin sesi oldu. Vakarın, samimiyetin, izzetin, onurun…
Milli mücadele’de kanıyla, canıyla, gözyaşıyla, sesiyle soluğuyla, ciğerlerinden kan çektiği kalemiyle en ön saflarda vuruştu. En öndeydi… İttihat ve Terakki üyeliği, Sırat-ı Müstakim ve Sebil-ür Reşat gazetelerinde başyazarlık, Cami kürsülerinde vaizlik… Hiçbir ikbal beklentisi olmadan alın teri dökmek. Her türlü yoksulluğa ve yoksunluğa inat istiklal ruhuyla yoğrulmak. Teşkilat-ı Mahsusa‘da Kuşçubaşı‘yla omuz omuza bir mücadele. I. Mecliste Burdur mebusluğu…
Osmanlı’nın küllerinden doğan Cumhuriyet’in bütün evrelerinde Âkif‘in emeği ve cehdi var. Yeni cumhuriyetimizin elitlerinin kafalarında ise yüzlerce tilki. Cumhuriyetimizin elitleri Âkif‘i ve Onun arkadaşlarını tasfiye ederek başladılar işe. Vatan, millet, din, iman ve özgürlükten başka hiçbir sevdaları olmayan haysiyet abidesi insanlar siyaset sahnesinden birer birer uzaklaştırıldılar. Her zamanki gibi siyaset oyununu iyi oynayan açıkgözler, siyaset bezirgânları bütün köşeleri kaptılar. Tarih yeniden tekerrür etti. Bir kez daha mağlup olduk yalan dünyanın kirli siyaset oyunlarında. Âkif‘le mağlup olduk. Bizim bütün galibiyetlerimiz mağlubiyetin içinde gizli değil miydi?
İstiklal Harbi‘nin derin ruhuyla İstiklal Marşımızı yazan iradenin sahibi Âkif, cumhuriyet ideolojisinin gazabına uğradı. Peşine hafiyeler takıldı. Mısır‘a gönüllü sürgünlüğe gitti. Yokluklar, yoksunluklar içinde bir ömür. Baştan sona çile… Yaşarken Onu adeta unutulmaya mahkûm eden resmi ideoloji darbe dönemlerinde Onun yazdığı bağımsızlık marşımızı bu milletin evlatlarına işkence aracına dönüştürdü. Hapislere tıktığı gençlerimize dipçik zoruyla okutulan bir işkence metni… Sert, pozitivist, milletten uzak siyasetin karanlığına hapsedildi Âkif. Yıllar boyu soğuk metinlere, zorlama nümayişlere hapsedildi. Kısır siyasetlere, derinliksiz muhayyilelere, kaypak muhafazakârlığa…
Yaptığı hiçbir şeyi maddi bir menfaat beklemeden yaptı. Ömrü yoksullukla geçen bir garip gönüllüydü. İslam‘ın garip gönüllüsü… Çağdaşları ve bir dönem yanında yer alanların çoğu her türlü devlet imkânını kullanarak bolluk içinde yaşadılar. Onun giyecek ikinci bir paltosu olmadı. Mısır’da yaşadığı yıllarda oturduğu yerden Kahire‘ye gitmek için trene binecek para bulamıyordu. Bu talihsizlik çocuklarının da peşini bırakmadı. Onlar da sefaleti yaşadı hayatları boyunca. Evet, her ne kadar da resmi törenlerde, nümayişlerde hakkında yaldızlı laflar edilse de…
“Asım’ın Nesli” demişti. Bir ömür boyu bu nesli sayıklayarak geçirdi. Taceddin Dergâhında bu neslin istiharesine yattı geceler boyunca. Kendini adadı. Bir ömrü… “Asım’ın Nesli” bugün ortalarda gözükmüyor. Herkes bir yerlere savrulmuş. Âkif‘in imanı ve adanmışlığı şimdi yok hiçbir yerde. Dindarı, muhafazakârı, sağcısı, mukaddesatçısı tekmili birden hepsi makam mevki, koltuk peşinde. Âkif‘in ayaklarının altına aldığı korkaklık, şahsiyetsizlik şimdilerin yükselen değeri. Onun adını parklara, bahçelere vererek Onu yaşattıklarını zannediyor belediyelerimiz, mübarek başkanlarımız. Muhafazakârlarımız beş yıldızlı kongre salonlarında, toplantılarda, nümayişlerde Âkif’i anıyorlar. Onu var eden ruhu paramparça ederek…
Âkif‘in hayatı dinci şarlatanlara, sahte batıcılara, düşünce simsarlarına, ideoloji rantçılarına verilen en güzel cevap. Hayat serencamı her duyduğumuzda, her dinlediğimizde yüreğimizde sonsuz rüzgârlar estirir, bütün yoksulluğuna, yoksunluğuna rağmen içimizi umutla doldurur. O, bütün mazlumların, mağlupların yol arkadaşı. Muhammed’ül Emin’in, Ali’nin, Ebu Zer’in, Hüseyn’in, Numan Bin Sabit’in, Kuşçubaşı Eşref’in, Enver’in, Zenci Musa’nın…
Selam olsun Âkif’e!…
*Nazım Hikmet
Muaz ERGÜ
Mehmet Âkif üzerine yazılan bu derin metin, bir devrin şahsiyet ve ruh portresini yansıtırken, aynı zamanda mazlumiyetin, adanmışlığın ve ihanete uğramış bir idealin tarihsel izdüşümünü de çarpıcı şekilde ortaya koyuyor. Bu bağlamda, Âkif’in hayatı ve eserleri, yalnızca bireysel bir hikâye değil, bir medeniyetin sancılı arayışlarının tezahürüdür.
Felsefi bir bakışla, Âkif’in varoluşu, Heidegger’in “Dasein” (orada-olmak) kavramıyla örtüşür: Âkif, sadece var olmakla kalmamış, varoluşunu anlamlı kılacak bir “yük” taşımayı da seçmiştir. Onun yükü, adalet, iman ve insanlık adına mücadele etmekti. Bu yük, aynı zamanda bir toplumsal eleştiri manifestosudur. Çünkü Âkif, bir insanın ancak değerleri uğruna mücadele ederek kendini gerçekleştirebileceğine inanıyordu. O, “safahat” ile kendi zamanının tanıklığını yaparken, modern dünyanın bireyselleşme, tüketim ve menfaat eksenli yozlaşmasına da başkaldırmıştır.
Politik açıdan bakıldığında, Âkif’in trajedisi, siyasal iktidarın tarih boyunca nasıl bir mecrada ilerlediğini gözler önüne seriyor. İdealizmle başlayan bir mücadele, pragmatizmle yoğrulan bir siyaset sahnesinde yitip gitmiştir. Cumhuriyetin kurucu iradesi, Âkif’in temsil ettiği medeniyet iddialarını, moderniteyle çatışan bir geçmişin “yükü” olarak görmüş ve onu dışlamıştır. Ancak bu dışlama, yalnızca Âkif’i değil, onun şahsında bir toplumsal vicdanı da dışlamış oldu. Bugün, siyasetin ahlaki temellerden uzaklaşıp “menfaat bazlı” bir güç mücadelesine dönüştüğünü gördüğümüzde, Âkif’in hayatı ve mücadelesi daha da anlamlı hale geliyor.
Ne yazık ki Âkif, içinde bulunduğu toplumda yalnızca “kullananlar” ve “kullanılanlar” arasında sıkışıp kalan bir çizgide hayatını sürdürdü. Rousseau’nun “doğal insan” arayışına benzer şekilde, o da insanın saflığını, adaletini ve samimiyetini aradı, ancak bulamadı. Âkif’in trajedisi, bu arayışın, bireysel ve toplumsal düzeyde bir kayıpla sonuçlanmasıdır.
Bugün, Mehmet Âkif’i anlamak, yalnızca onu anmak değildir. Onun ruhunu ve fikirlerini diriltmek, birey ve toplum arasında yeniden bir ahlaki köprü kurmayı gerektirir. Modern dünyanın bireyci ve çıkarcı dinamiklerine karşı, Âkif’in adanmışlığını bir “yol haritası” olarak görmek mümkündür. Çünkü o, yalnızca bir şair değil, aynı zamanda ahlakın, imanın ve haysiyetin burcunda dalgalanan bir bayraktı.
Sonuç olarak, Âkif’i anlamak, “kaybolmuş” değerlerin, “unutulmuş” bir ruh ikliminin izini sürmektir. Onu anmak, Nietzsche’nin tabiriyle “sonsuz bir geri dönüş” değil, hakikatin yeniden inşasıdır. Âkif’in haykırdığı değerler, bir toplumun varlık-yokluk mücadelesinin özüdür. Ve bugün, onu yalnızca törenlerde anmak yerine, onun “adamlığına” ve “duruşuna” yakışır bir şekilde yaşamak, ona selam vermenin en samimi yoludur. Selam olsun Âkif’e, ve onun gösterdiği yola!
Siyamettin Şentürk