Antepli Âşık Hasan Hüseyin Dede

“Hal böyle böyle, halım arzeyle, var pire söyle
Beni etti mecnun, kend’oldu Leyla
Mecnun Leyla’sını bulmadı dostum
Varıp divanına durmadı dostum”

 

Âşık Hasan Hüseyin‘den haberdar olmam Neriman Altındağ Tüfekçi‘nin okuduğu “Bu Kadar Cevretme Aziz Sultanım” türküsü dolayısıyla. Bu güzel türküyü Neriman Hanım öyle içten, öyle derinden okuyor ki bir anda kendinizi türkünün içinde buluyorsunuz. İçinize, ruhunuza ığıl ığıl akıyor. Dinlerken kendinizden geçiyorsunuz. Nasıl bir aşkla söylenmiş, bir sitem nasıl da bu denli nahif dile gelmiş, dile getirilmiş… Türküyle yaşadığınız zamanın dışında başka zamana, başka göklere, başka iklimlere kanat çırpıyorsunuz. Hüzünlendiğinizde, sevindiğinizde, oturduğunuz yerde bir boğulma hissinin kendini gösterdiğinde bir türkü dinlersiniz ve işte tam benim durumumu anlatıyor dersiniz. Hiç bir metin, hiç bir söz, hiç bir konuşma içinde bulunduğum anı bu kadar güzel anlatamaz dersiniz.

Hiç yüzünü görmediğiniz, oturup iki dakika muhabbet edemediğiniz birinin söyledikleri neden bu kadar etkili olur? Nedir bu iksir, bu efsun?..  Aslında o iksir, o efsun bir insanın sözünden sesinden ziyade toprağın sesidir; varolduğunuz, vareldiğiniz toprağın sesi… Nazım usta’ya kulak verelim tam da burada: “İnsanların türküleri kendilerinden güzel,/Kendilerinden umutlu,/Kendilerinden kederli,/Daha uzun ömürlü kendilerinden./Sevdim insanlardan çok türkülerini./İnsansız yaşayabildim/Türküsüz hiçbir zaman./Hiçbir zaman beni aldatmadı türküler de./Türküleri anladım hangi dilde söylenirse söylensin./Bu dünyada yiyip içtiklerimin,/Gezip tozduklarımın,/Görüp işittiklerimin,/Dokunduklarımın, anladıklarımın/Hiçbiri, hiçbiri,/Beni bahtiyar etmedi türküler kadar…”

“Bu Kadar Cevretme Aziz Sultanım” Âşık Hasan Hüseyin’in sadrından dökülüyor. Onun yüreğinden gönlümüze… Antepli, Hasan Hüseyin… Gaziantep Ünv. T.M.D Konservatuvarı Ses Eğitimi Bölümü Öğr. Görevlisi Savaş Ekici Âşık Hasan Hüseyin üzerine yaptığı araştırmada şu bilgilere yer verir: “1901 yılında Gaziantep merkeze bağlı Çapalı köyünde doğmuştur. Herhangi bir eğitim almamıştır. Gaziantep’te yaşadığı dönem içerisinde; Antepli Âşık Hasan, Kel Hasan Hüseyin ve Hasan Hüseyin Dede adları ile tanınmıştır. Geçimini âşıklık yolu ile sürdürmüştür. Herhangi bir düğüne giderek saz çalıp türkü söylememiştir. Bununla birlikte gittiği cem törenlerinde ihtiyaçları köy halkı tarafından karşılandığı da edindiğimiz bilgiler arasındadır. Deyişlerini bağlama eşliğinde söylemiştir. Yetiştiği dönem içerisinde ustalarının kim olduğu, bağlama çalmayı kimden nasıl öğrendiği bilinmemektedir. Fakat bazı eserlerindeki icrasından kendisi ile çağdaş olan Âşık Veysel’den etkilendiği görülmektedir. Eserlerinin bazılarında Hüseyni bazılarında ise Hasan mahlasını kullanmıştır. Kendi deyişleri ile birlikte yöredeki diğer türkü ve uzun havaları da icra etmiştir. Uzun zaman Alevi-Bektaşi cem törenlerinde zakirlik de yapmıştır. Malatya, Maraş ve Antep, civarında yaşamış, 55-60 yaşlarında yerleşmiş olduğu İskenderun’da 1973 yılında ölmüştür. Âşık Hasan Hüseyin birbirinden ayrılmadan dört evlilik yapmış ve her evliliğinde kendi soyadını değiştirmiştir. Bu soyadlarından “Caniki” ve “Şimşek” bazılarıdır.”

Hasan Hüseyin ümmi, herhangi bir eğitimi yok. Eğitimi yok ama söyledikleri engin bir irfanın, müthiş bir ferasetin, muazzam bir geleneğin imbiğinden damıtılmış. Rafine bir dil ve anlam dünyasından… Katışıksız, dupduru, berrak… Aşksa aşk, sevdaysa sevda, sitemse sitem, vuslatsa vuslat, ayrılıksa ayrılık, sılaysa sıla, gurbetse gurbet, acıysa acı, sevinçse sevinç, ölümse ölüm, dirimse dirim… Öylesine hakiki öylesine doğal öylesine yapmacıksız… O, türküleri, deyişleri, nefesleri tevarüs etmiş bir geleneğin içine doğuyor. Sondan, Sonradan değil…

Ne söylemişti “Bu Kadar Cevretme Aziz Sultanım”da: “Bu kadar cevretme aziz sultanım/Ya n’olur insafa gel bazı bazı/Halime rahmeyle rûh-i revanım/Bendene keremler kıl bazı bazı/Coşkun çaylar gibi bulanıp akma/Gamzeyi hançeri sineme çakma/Çok ise günahım kusura bakma/Bildiğinden şaşar kul bazı bazı/Sen ârifsin ne dediğimi bilirsin/Yaralı gönlüme melhem olursun/Ben geldikçe melul mahzun durursun/Şâdeyle gönlümü gül bazı bazı/Hüseyin’im der ki leb-i balımsın/Canımın cananı selvi dalımsın/Ne bir merhametsiz kanlı zalımsın/Perişan gönlümü sor bazı bazı”

Savaş Ekici Onu anlatırken cemlerde zakirlik yaptığını söylüyordu. Zakir zikreden, anan, tekrarlayan, hatırlayan gibi anlamlara gelir. Dinî literatürde Allah’ı ve onun isimlerini sürekli anmak, tekrarlamak yoluyla sorumluluklarını unutmayan, olumsuz ve bilinçsiz davranışlardan kaçınanlara denir. Zakirlik İslam tasavvufunda da önemli bir kavramdır. Tekke ve dergâhlarda ilâhi söyleyen, dua okuyan, zikir yaptıran, hafızası güçlü, sesiyle, sözüyle zikir meclislerinde cemaati etkileyen, coşturan kişilere zakir denir. Tasavvufta zikir ve musiki içiçedir. Mevlevilerde ney ve kudüm, rebap mesela… Yunus Emre şöyle söyler: “Nice bir dertler ile odlara yanam yakılam/Nice bir şakir olam zakir olam mihman olam.”

Zakirlik Alevi gelenekte de büyük önemi haiz. Musiki ile zikrin en yoğun yeraldığı yerlerin başında Alevi geleneğindeki Cemler gelir. Müzik zikrin en önemli unsurudur. Burada sazıyla sözüyle ritüeli yöneten kişiye zakir denir. Anadolu Aleviliğinde zakir cem boyunca hem bu geleneğin ustalarının hem de kendinin nefes, deyiş, düvaz-ı imam, semah, miraçlama gibi eserlerini seslendirir. Zakir aynı zamanda bu gelenek içinde oluşan sözlü kültürün gelecek kuşaklara aktarıcısı olarak önemli bir işlevi yerine getirir. Bir bellek olarak gelenekteki yerini alır.

Zakir cemlerde alevi toplumun yaşadıklarını yine o toplumun idrak edeceği şekilde ifade eder. Burada kollektif bir hafıza söz konusudur. Bu hafızada dinî içerik yanında o toplumun yaşadığı siyasal, sosyal, ekonomik mevzularda yer alır. Bugün ülkemizde özellikle sözlü kültür ve halk müziğinde Alevi âşık ve ozanların yadsınmayacak bir yer kaplamaları ve önemleri buradan kaynaklanır. Bir geleneğin devamıdırlar. Türkçenin bozulmadan kuşaklara aktarılmasında türkülerin, deyişlerin, nefeslerin, semahların önemi büyüktür. 

Anadolu coğrafyasına Orta Asya’dan göçlerle birlikte gelen ve buradaki siyasi otoritelerin kurulmasında emekleri olan ama otoriteler merkezileştikçe ötekileştirilen, düşman ilan edilen toplulukların başında Kızılbaşlıktan Aleviliğe bu topluluk gelir. Siyasi hesaplar dolayısıyla zulme uğrayan, yokluğa, yoksulluğa mahkum edilen bu insanlar acılarını, isyanlarını, özlemlerini fiili isyanlarla en çok da sözlü kültürün can damarı şiirlerle, türkülerle dile getirirler. Kimi dağ başlarında sessizliğiyle, kimi ormanlarda rüzgara söylediği isyan türküleriyle, kimi başını verdiği siyaset sehpasındaki asaletiyle, kimi yüzülürken diri diri… Hasan Hüseyin Dede de işte böyle bir geleneğin içinden seslenir. O yüzden muhatabına direkt ulaşır. Sahicilik ve samimiyet hemen kendini hissettirir.

Bağrı yanıkların, engingönüllülerin mekânıdır Anadolu. Burada yürek konuşur en fazla. Aslında konuşmalarımız konuşacaklarımızın üzerini örter. Her yürekten bir hasret fidanı fışkırır, hüzün… Aslında bilmeyiz hasretimizin ne olduğunu, hüznümüzün… Ama hamurumuz böyle karılmış. Bu hamura ses verenleri ayrı bir severiz. Ayrı bir severiz Hüseyin Dedeyi. Dünyadaki yerimizi hep yadırgamışızdır. Melül mahzun bir duruş… Hep bir gurbette gibi yaşamışızdır. “Ben de şu dünyaya geldim geleli/Ah neyleyim gamlı gönül şad olmaz/Felek bana gülme dedi cihanda/Ben gülsem de felek razı olmaz/Bilmem şu feleğin nesi var bende/Gece gündüz ağlarım da gözlerim kanda/Kim istemez şad olmayı cihanda/Ben şad olsam gamlı gönül şad.” Âşık Hasan Hüseyin sanırım tam da bunu söylüyordu.

Sözlü geleneğin, ozanların/âşıkların ürünlerine, eserlerine baktığımızda, onları gerçekten hissettiğimiz ve onlardan hareket ettiğimizde içinde yaşadığımız toplumun kuru kütüğe dönüştüğünü görmek çok acıtıcı. Kıyıcı, nefret dolu, gergin, sabırsız, toleranssız bir yığına dönüştük. Konuşmayı, muhabbeti, sohbeti unuttuk. Birbirini çok çabuk harcayabilen hırs küpü insanlara dönüştük. Bir türkünün nahif rüzgarı gönlümüze değmiyor artık. Affetmenin erdemini hatırlamaz olduk. Sevemez olduk, sevilemez… Ne çok kumdan kaleler inşa ediyoruz, ne çok kibir kuleleri… Yaşam anlamsızlaştı. Yaşamın anlamını yitirdiği yerde ölüm de…

Hasan Hüseyin Dede’nin halk müziği repertuvarına kazandırdığı “Gafil Gezme Şaşkın” türküsü neler söylemiş: “Gafil gezme şaşkın bir gün ölürsün/Dünya kadar malın Ya Alim Ya Alim Ya Alim olsa ne fayda/Söyleyen dillerin söylemez olur/Bülbül gibi dilin olsa ne fayda/Sen söylersin söz içinde sözün var Hasan sözün var/Çalarsın çarparsın Ya Alim Ya Alim Ya Alim oğlun kızın var/Şu dünyada üç beş arşın bezin var/Cümle dertler senin olsa ne fayda/Kul Himmet üstadım gelse otursa/Hakkın kelamını Ya Alim Ya Alim Ya Alim dile getirse/Dünya benim deyi zapta geçirse/Karun kadar malın olsa ne fayda/Bir gün getirirler seni evinden Ozan evinden/Hakkın kelamını Ya Alim Ya Alim Ya Alim kesme dilinden/Kurtuluş yok azrailin elinden/Türlü türlü fendin olsa ne fayda”

Âşık Hasan Hüseyin yada Antepli Âşık Hasan yada Kel Hasan Hüseyin yada Hasan Hüseyin Dede‘nin Savaş Ekici’nin verdiği bilgiye göre Gaziantep yöresine ait yedi türküsü TRT Türk Halk Müziği Repertuvarına kazandırılmış. Elli iki plak doldurmuş. En bilinen türküleri; “Bu Kadar Cevretme Aziz Sultanım”, “Gafil Gezme Şaşkın”, “Yolumuz Uğradı Mah-i Güzele” adlı kırık havalar ile “Diyarbekir Dolar Şimdi” ve “Bende Şu Dünyaya Geldim Geleli” adlı uzun havalardır.

Selam olsun Âşık Hüseyin’e!…

Muaz ERGÜ

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir