Sol ayağı doğuştan engelliydi. Bu yüzden on yedi yaşına kadar koltuk değneği kullanmak zorunda kalacaktı. Babası, o daha bir kaç aylıkken ölmüş ve annesi Fleişman adında iyi yürekli bir adamla evlenmişti. Utangaç, çekingen, içine kapanık bir çocuktu. Üvey babası iyi bir adam olmasına rağmen ondan da çekiniyor, hep yalnız kalmaya çalışıyor ve küçük yaşına rağmen ne bulursa okuyordu. Yalnızlıkları ve sürekli okuyuşu ona daha sekiz yaşında üç dil kazandırmıştı: Almanca, Macarca ve İbranice…
İlkokulda arkadaşları onun bacağıyla alay ediyorlardı. Üzülüyor, ağlıyor, talihine isyan ediyordu. Annesi, “Oğlum üzülme, iradenle sakatlığını da arkadaşlarını da yeneceksin “[1] dediğinde bunu bir vahiy gibi kabul etmiş ve çok kısa zamanda güçlü iradesiyle koltuk değneklerinden kurtulmuştu.
Düzenli bir öğretim göremedi. Annesi onu doktor veya avukat olarak görmek istiyordu ama yoksulluk buna imkân vermiyordu. Bazen evde aç yatıyorlardı. O yine kendi çabasıyla çeşitli Hıristiyan okullarında okudu ve Yahudi kökenli oluşu nedeniyle arkadaşları ve öğretmenleri tarafından dışlanmaya maruz kaldı.
Annesine haber vermeden bir lokantacının yanına girdi. Lokantacının oğluna ders veriyordu. Ders dışında şarap taşımak, çizme temizlemek gibi işler de yapıyordu. Emeklerinin karşılığı olarak sekiz fronit kazandı ve Szent György’deki bir gimnazyuma yazıldı ve bir süre orada okudu.
Okuduğu sıralarda bile para kazanmak için bazı ailelerin çocuklarına ders veriyordu. Derslerden vakit bulduğu zamanlarda da yeni yabancı diller öğreniyordu. Okumaya, araştırmaya, öğrenmeye sınırsız iştahı vardı. Bazen aç kaldığı, hatta açlıktan hastalandığı anlar oluyor ama okumaya ara vermiyordu.
On sekiz yaşına kadar Budapeşte’de kimi zaman öğrenci, kimi zaman öğretmen, kimi zaman da çaresiz bir âşık olarak dolaştı. Kahveler, zengin ailelerin konakları, ünlü bilim adamlarının konferansları onun en sık uğradığı mekânlardı. O günlerin birinde ünlü Osmanlı tarihçisi Hammer’le tanıştı. Hammer, bu heyecanlı ve bilgi tutkunu gence İstanbul’u tavsiye etti.
1859 yılının son aylarında bir gemiyle İstanbul’a doğru yola çıktı. Daha gemideyken müslümanların ibadet şekillerinden etkilendi ve onların dillerini öğrenmeye çalıştı. Daha yolculuk sona ermeden bir vatandaşına Türkçe tercümanlık yapabilecek kadar Türkçe öğrenmişti.
Geminin son durağı olan Haliç limanında gemiden dışarıya beş parasız indi. Beyoğlu’unda başında kordelalı Macar şapkasıyla bir sağa, bir sola gezinen ve karnını doyurmanın yollarını arayan bu sakat genci tesadüfen, İstanbul’da yaşayan ve ahçı olarak çalışan hemşerisi Püsköki adında biri gördü ve evine götürdü.
Bir süre hemşerisinin yanında kalan genç, Türkçesini ilerletti ve İstanbul’un meşhur kahvelerine dadandı. Bir kaç gün sonra kahvelerde anlatmaya başladığı birbirinden ilginç hikâyeleri dinlemek için İstanbul’un her yerinden gelen dinleyiciler kahvede boş yer bırakmadılar.
Kahvelerde meddahlık yaparken etrafa yabancı dil bilgisinden de söz ediyordu. Bu haber kısa zamanda etrafta duyuldu ve zengin ailelerin konaklarına, çocuklara ders vermesi için davet edildi. Girdiği Türk evlerinde çok kısa zamanda Türklerin giyiniş, davranış şekillerini öğrendi ve kazandığı parayla bir Türk delikanlısı gibi giyinmeye başladı. Çok geçmeden Osmanlı’nın en önemli devlet adamlarından biri olan Hüseyin Daim Paşa’nın dikkatini çekti.
Paşa, genci yanına aldı. Paşa’nın konağında kâhyalık yapan boylu poslu, kara bakışlı, katıksız bir Anadolu erkeği Molla Ahmed önce delikanlıya şüpheli gözlerle baksa da sonra onu sevdi ve ona Reşid adını verdi. Molla Ahmed’den dini kurallarının yanısıra Türkler gibi bağdaş kurarak oturmasını, yemek yemesini, selamlaşmasını ve esnemesini öğrendi.
Reşid Efendi hem ilginç bir kişilik, hem de aşırı derecede çalışkandır. Kırım Savaşı’nın en dikkati çeken komutanlarından olan Hüseyin Daim Paşa’nın konağına o dönemin en önemli devlet adamları gelirdi. Reşid o konakta eski Dışişleri Bakanı Rıfat Paşa ile tanıştı. Rıfat Paşa ondan oğluna ders vermesini rica etti. Reşid Efendi, Paşa’nın oğluna Fransızca, tarih, coğrafya dersleri verirken kendisi de akşamları bir medreseye giderek klasik Osmanlı bilimleri öğrendi. Hatıralarında yazdığına göre onu bu dersler sırasında en çok etkileyen hocalardan biri de Halil Murad molladır. Onun anlatımlarıyla Buhara, Semerkant, Arabistan çölleri Reşid’in gözlerinin önünde adeta canlanmıştı.
İstanbul’da yıldızı çok kısa zamanda parlamıştı. Osmanlı Hariciyesi’ne tercüman olarak işe girdi. Bir gün Padişah Abdülmecid’in huzurunda İtalyan Elçisi’nin sözlerini tercüme ederken Padişah’ın dikkatini çekti ve onun hem iltifatına, hem de mükâfatına mazhar oldu.
Reşid Efendi, İstanbul’dan Batı başkentlerindeki gazetelere yazılar da yazmaktadır. Yazdığı yazılar, verdiği bilgiler Batı’da ilgiyle okunmaktadır. Filolojik araştırmalar da onun ilgi alanıdır. Bildiği sayısız yabancı dil sayesinde araştırma sahası oldukça geniştir. Kısa zamanda “Macarca-Türkçe” bir sözlük yazdı ve “Osmanlı Tarihi”ni Macarca’ya çevirdi. Macar Bilimler Akdemisi onu muhbir üye olarak ilan etti.
Maceralı ve başarılı İstanbul hayatı Macar Bilimler Akademisi’nin davetiyle sona erdi ve Budapeşte’ye geri döndü. O artık Budapeşte kahvelerinde pinekleyen, iş arayan aksak bir genç değildir. Çeşitli araştırmalara ve önemli makalelere imza atmış, Osmanlı ve İslam üzerine geniş bilgisi olan bir bilim adamıdır. Budapeşte Bilimler Akadamisi’inde Türkiye üzerine bir konferans verir. Konferansı hem Budapeşte’de hem de diğer Batı başkentlerinde ilgi uyandırdı.
Bütün bunlar onu tam olarak tatmin etmemiştir. Büyük bir hayali vardır: Orta Asya’ya gitmek… O günlerin şartlarında, hele sakat bir adamın bunu başarması çok zordur. Düşüncesini Macar Bilimler Akademisi Başkanı Kont Emil Dessewffy’e açtı. Macar dilinin kökenlerini araştırmak istemektedir. Akademi fikri yararlı buldu ve ona yolculuk masrafları olarak bin fronit verdi.
Daha sonraları yazacağı hatıratında, “1862 yılının 15 Mayıs günü Trabzon’a kalkan bir Avusturya buharlı gemisine bindim,” diye yazacaktır. İki yıl sürecek olan yolculukta Orta Asya’ya “Hacdan dönen bir derviş” olarak gidecektir. Başındaki sarığı, göğsünde sallanan küçük bezden çantası, uzun sakalı, elinde asası ve yanındaki eşeği ile tam bir derviştir. Beraber yolculuk yaptığı grubu ve gittiği yerlerde tanıştığı hemen hemen herkesi samimi bir müslüman, dünyayı boş vermiş bir deviş olduğuna inandıracaktır.
Bu tehlikeli ve uzun yolculuk Trabzon’dan Tahran’a, Tahran’dan, Hive, Buhara, Semerkant ve tekrar Tahran’a kadar binbir tehlike ile doluydu ve o çeşitli ölümcül hastalıklarla birlikte hapsedilme, öldürülme tehlikeleri de atlattı.
1864 yılının bahar aylarında Londra’da tamamladığı yolculuğun bilgilerini daha Tahran‘da iken Rus elçisi Von Giers rüşvet karşılığı almak istedi. Çünkü Rusya’nın Buhara, Semerkant üzerindeki işgali daha tamamlanmamıştır. Reşid efendi Ruslara olan nefreti nedeniyle bilgileri satmaz. Binbir zahmetle elde ettiği bilgileri yolculuğunun son durağı olan Londra’da İngiltere Coğrafya Kurumu’na teslim etti. Çünkü o dönemde Hindistan’a yerleşen İngilizler, Türkistan bölgesini de nüfuz alanları altına almak istiyorlardı.
O bilgiler içinde Orta Asya halklarının etnik yapıları, dilleri, din ve mezhepleri, tarikatları; şehirlerin, köylerin, yolların planları, coğrafi yapıları gibi İngilizler için paha biçilmez binlerce bilgi vardır.
Bu sakat ve bilgiye susamış cesur genç, zamanla bütün İslam coğrafyasında en fazla bilgiye sahip olan, hem İngiltere’nin hem de Osmanlı’nın vazgeçemiyeceği ve saraylarda ağırlanan biri olacaktır.
Sonradan kaleme alacağı hâtıraları, “Bir Sahte Dervişin Orta Asya Gezisi” kitabı önce Londra’da, sonra da sıra ile Fransa, Macaristan, Almanya ve Türkiye’de peşpeşe yayınlanarak büyük bir ilgi uyandıracaktır.
Siyonist lider Theodor Herzl hatıralarında onun hakkında şöyle yazar :
“Yetmiş yaşını aşkın bu aksak Macar Musevisinin şahsında dünyanın en ilginç insanlarından birini tanıdım. Kendisi Türk mü yoksa İngiliz mi olduğuna bir türlü karar veremeyen bu insan, Almanca kitap yazmakta, on iki dili aynı akıcılıkta konuşmaktadır. Ayrıca, ikisine din adamı olarak bağlandığı, beş din değiştirdiğini iddia etmektedir. Bana Şark’ın bin bir muammasını ve Padişah’la olan ilişkisini anlattı. Bana tümüyle güvenerek kendisinin Türkiye’nin ve İngiltere’nin gizli ajanı olduğunu söyledi.”[2]
Theodor Herzl’in “Bu aksak Macar” dediği insan Arminius Vambery idi. Ve yukarıdaki hikâye de onun hikâyesidir.
Orhan ARAS
[1] Bir Sahte Dervişin Orta Asya gezisi, s.24, Kitabevi yayınları İstanbul 2009
[2] Bir Sahte Dervişin Orta Asya Gezisi,s.11
Son Yorumlar