Heyecan Adamı: Servet Kabaklı

28 Ağustos 2015 tarihinde vefat eden
kardeşim Servet Kabaklı’nın
ruhuna fatihalarla…

Servet Kabaklı 28 Ağustos 2015 Cuma günü saat 22.30 sularında vefat etti. Haziran’ın son haftasında yoğun bakıma alınışından itibaren, iki ay içinde şu fani dünyaya veda edip gitti.

Onun ölümünü duyduğumda Yusuf Ziya Ortaç’ın Ömer Seyfettin’in ölümü üzerine söyledikleri aklıma düştü:

 “ Hasta olduğunu duymuştuk. O kadar… Ölüm Ömer Seyfettin’le yan yana getiremeyeceğimiz tek düşünceydi.

Ama bir sabah, Celal Sahir’in Ayasofya’da Toprak Sokaktaki evinde sanat konuşmalarıyla geçirdiğimiz güzel bir gecenin puslu sabahında, Sahir, o solgun, o ince yüzü balmumulaşmış, hıçkırarak odama girdi;

-Ömer ölmüş!

Bana “ Sen ölmüşsün” deseler bu kadar şaşmaz, bu kadar ürpermezdim.”[1]

Bana 28 Ağustos gecesi telefon eden Abuzer Doker’in kalp ameliyatı olmasının üzerinden bir hafta geçmişti. Kendi durumu ile ilgili bir şeyler söylemesini beklerken, onun hıçkırıklar karışan sesi bir anda kulaklarımı uğultu ile doldurdu: “Servet ölmüş!”

Servet nasıl ölür? O heyecanlı, kabına sığamayan, daima yaşama şevkiyle dolu ve her an kafasında bir proje ile dolaşan Servet nasıl ölür? Yazık ki onu içten içe kemiren menhus hastalık, bu hayat dolu… hayır hayır, hayatın telaşı ile dolu bu insanı, işte iki ayda aramızdan alıp götürdü. 30 Ağustos Zafer Bayramına rast gelen cenaze töreni, Servet Beyin millet sevgisi dolu gönlünün bir yansıması idi. Dostları onu sevgili Allah’ının huzuruna böyle muhteşem bir bayram günü uğurladılar. Ve onun ne kadar çok dostu varmış… Ağustos sıcağında, İstanbul’un boşaldığı bu yaz ayında, Sultanahmet Camii’nin avlusunu lebalep dolduran bu kalabalık cemaat, nereden ve nasıl toplanıp bir araya geldi… Bunun sırrı Servet Beyin yufka yüreğinde, milletinin derdi ile dolu gönlünde gizlidir… Onun millet sevgisi ile dolu gönlünün derdini paylaşan yürekler ve gönüller, Sultanahmet’te onun naşı huzurunda saf tutarlarken, hayatını adadığı milletinin bekası için çalışacaklarına dair bir kere daha söz verir gibiydiler. Siyasetçiler, bürokratlar, üniversite hocaları, gazeteciler, edebiyatçılar, yazarlar, şairler ve ülküdaşları… bazen bir çocuk heyecanıyla göz yaşı döken, bazen Kürşad’ın öfkesiyle kükreyen, bazen sevgili emmoğlu Esat Kabaklı’nın söylediği bir kahramanlık türküsüne eşlik eden bu heyecan adamını, ebedi yolculuğuna uğurlamaya gelmişlerdi. İstanbul’un mübarek bir tepesinde kılınan cenaze namazından sonra, Servet Bey, yine İstanbul’un öksüz ve mübarek semti Eyüp Sultan’a, Büyük Sahabenin mağfiret iklimine emanet edildi. Çok sevdiği ve emanetini baş üstünde tuttuğu amcası Ahmet Kabaklı ile aynı kabirde buluştu. Amca ve yeğen, selef ve halef, milletlerine yaptıkları hizmetlerin onlara verdiği mutlulukla mahşer sabahına birlikte uyanacaklar… Çok sevdikleri Peygamberlerinin sancağının gölgesine birlikte girecekler…

***

Cuma gecesi koştuğum hastane bahçesinde de 30 Ağustos Pazar günü naşının ardında yürürken de Piyer Loti Tepesinde onu ebedî âlemin kapısına tevdi ederken de zihnim hep geçmişle, 40 yılı bulan dostluğumuzun acı tatlı anıları ile meşguldü… Onunla yaşıt sayılırım. O 1956 yılının Mart ayında doğmuş, ben Eylül ayında… 6 ay büyüktü benden. O Elazığ’da doğmuş, ben Eskipazar’da doğmuşum. Ve kader bizi 1974 yılının Mart ayında Elazığ’da karşılaştırmış.

1970 yılında girdiğimiz Tunceli Erkek ilköğretmen okulu, 1974 Mart’ında karıştı. 12 Eylül öncesinin en şiddetli lise anarşi olayı bizim okulumuzda gerçekleşti. Ve sonunda 700 öğrencili okulumuzun 470 öğrencisi okulu terk etmek zorunda kaldı. İlk durağımız Elazığ’dı tabii. 470 öğrenci Elazığ PTT’si önündeki meydana dökülmüştü. Bunlar Tunceli Erkek İlköğretmen Okulunun milliyetçi-mukaddesatçı öğrencileri idi. İktidarda CHP-MSP koalisyonu vardı. Ecevit’le Erbakan o yıllarda bugünkülerde bulunmayan bir siyasi hoşgörü ve olgunluk göstererek koalisyon kurmayı başarmışlardı. Ama bu hoşgörü ve olgunluktan bizim payımıza okulumuzdan sürgün olmak düşmüştü. 470 kişinin okullarından sürgün oluşunu merhum Erbakan sadece seyretmiş, dürüst ve halkçı Ecevit ise bunu, faşistlerin okullardan temizlenmesi olarak değerlendirmişti. O sebeple bu iki lider hakkında söylenen övüce sözlere katılmakta güçlük çekerim. 1974 yılında biz 15-17 yaşlarındaki gençler Tunceli’de hangi terör eylemini yapmıştık? Milletimizi ve devletimizi sevmekten başka ne suçumuz vardı. Halka mensup olmak bir değerse, bizim ailelerimiz toplumun en fakir kesimini oluşturuyordu ve biz parasız yatılı imtihanını kazanarak yurdun dört bir köşesinden Tunceli’ye okuyup öğretmen olmak üzere gelmiştik.

İşte Servet Kabaklı ve arkadaşları bizim yaban otu gibi sokağa atıldığımız bir günde, hiç tanımadıkları bizleri evlerinde misafir edecek kadar bize sahip çıkmışlar ve Elazığ halkının asaletini bu 470 yeni yetmeye göstermişlerdi. Ben ve arkadaşlarım bunu da unutmayız. O sebeple Tunceli Öğretmen Okulunun İstanbul’da bulunan temsilcileri, onun cenaze törenine koşarak geldiler ve onu ebedî âleme gözyaşları içinde uğurladılar.

Rahmetli Şükran Anneden ve Ömer Kabaklı Amcadan dinlediklerim hâlâ kulaklarımdadır. 1974 Mart’ında sokakta kalan 470 öğrenciden 14’ü onların üç odalı evinde misafir edildi birkaç gece. Servet’in annesi Şükran Anne, geceleri bu 14 evladının üzerlerini örttü. Gecenin bir yarısında “anne!” feryadı ile yatağından fırlayan 15 yaşındaki çocuğun annesi oldu günlerce… Kendi evlatları Servet Kabaklı da 471. genç olarak, bu yeni yetmelerin sesini duyurmak, dertlerine çare bulmak için günlerce didindi durdu. Valisinden Emniyet Müdürüne kadar, CHP-MSP hükümetinin solcu bürokratlarına, bu 470 yeni yetmenin derdini anlatmak için çırpındı. Bizim Servet Kabaklı ile kardeşliğimiz, ölümle sınandığımız o yıllardan başlar…

Bu sabırsız, telaşlı, heyecanlı, yerinde duramayan cevval delikanlı, mizacını son nefesini verene kadar korudu. Hep milleti ve dostları için, onların dertleri için en önde olmayı, en yüksek sesle haykırmayı ve heyecanını bütün bir topluma bir elektrik cereyanı gibi vermeyi sürdürdü. Gazete yazarlığı döneminde siyasilere karşı eleştiri dozunu çok aşan yazıları, onun bu özelliği dolayısıyladır. Onun memleket ve milliyetseverliği bilindiği için, bu yazılardaki eleştirilerin muhatapları çok zaman, onu anlayışla karşılamayı bildiler.

Servet Beyin acısı henüz tazedir ve içimizi yakmaya devam etmektedir. Hatıralarımız ve dostluğumuz 40 yıl öncesine uzandığı için, bu acı bizim son nefesimize kadar da içimizi terk etmeyecektir. Bu sebeple yazının duygusal olması ve hatıralar üzerinden gitmesi okuyucuyu şaşırtmamalıdır.

***

Benim Türk Edebiyatı dergisinde çalışmaya başlayışım 1979 yılının Nisan ayına denk gelir. Yüksek Öğretmen’den ağabeyim Nuri Soydal sanırım bir yıldır dergide çalışıyordu. Bana, elemana ihtiyaç olduğunu söyledi. Gittim, Vakfın Müdürü, derginin de yazı işleri müdürü olan merhum Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu ile konuştuktan sonra işe başladım. O zamanın şartlarında dergi iyiye gitmiyordu. Satış iyice azalmıştı. Yalnızca 500 abonesi vardı. O aboneler de merhum Alparslan Türkeş’in MHP teşkilatları idi. Evet neredeyse kimsenin dergiye iltifat etmediği bir dönemde Türk Edebiyatı’na MHP teşkilatları abone idi. Bunu Türkeş Bey sağlamıştı. Elbette büyük lider olmak kolay değil… Şimdi bu satırları yazarken, bu hususu düşünmeden edemiyorum.

Bir taraftan da anarşi olayları devam ediyordu. Vakfımızın yönetim kurulu üyesi, şair-gazeteci İsmail Gerçeksöz, şimdilerde evliya mertebesine yükseltilen komünist militanlar tarafından 4 Nisan 1980 tarihinde şehit edildi. Gerçeksöz, Orta Doğu gazetesinde yazardı aynı zamanda. Bu ortamda bile Vakfın Çarşamba sohbetleri yapılıyor, dergi yayını sürdürülüyordu. Ancak satışın azlığı ve maddi sıkıntılar Kabaklı Hocayı hayli düşündürüyordu. Bu durum 1981 Şubat’ına kadar devam etti. Sonunda dergide yeni bir yapılanmaya gidildi ve Kemal Ilıcak’tan yardım istendi.

Kendinden kapaklı, büyük boy (A4), 48 sayfalık bir dergiyi rahmetli KemaI Ilıcak 8 ay boyunca Tercüman tesislerinde ücretsiz bastı. Böylece dergi 8 aylık baskı ve kâğıt parasını tasarruf etmiş oluyordu. Derginin boyutları da bugünkü şekline o zaman kavuştu.

Vakıftaki kadroda da değişiklikler yapıldı. Rahmetli Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, önce Doğu Türkistan Vakfı müdürü oldu. Sonra da Türkiye Gazetesinin kültür-sanat servisinin başına geçti. Derginin boşalan Yazıişleri Müdürlüğüne Mart 1981 (89. Sayı)’den itibaren rahmetli Şevki Özpeynirci getirildi. Yine Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’dan boşalan Türk Edebiyatı Vakfı Müdürlüğünü Servet Kabaklı devraldı. Ben ve Abuzer Doker ona yardım edecektik. Servet Bey dergide Yayın Müdürü, Abuzer Doker ise teknik sorumlu oldu. İki yıla yakın bir süre biz üçümüz Vakfın ve derginin işlerini sırtlandık. 1981 yılının yazında aramıza Belkıs İbrahimhakkıoğlu da katıldı. O da muhasebe ile ilgileniyordu. Bu arada 12 Eylül ihtilali olmuş, milliyetçilerin nefes alabilecekleri bir yer olarak açık kalan birkaç sivil toplum kuruluşundan biri olan Türk Edebiyatı Vakfı, faaliyetlerini hızlandırmış oluyordu. Bu dönemde Anadolu’dan İstanbul’a gelen öğretmen ve öğrencilerin ilk uğradıkları yerlerden birisi Vakıf’tı. O dönem milliyetçi-mukaddesatçılarının gönlünde Ahmet Kabaklı’nın yiğit kaleminin, kurduğu Türk Edebiyatı Vakfı’nın ve Türk Edebiyatı dergisinin mümtaz bir yeri vardır. Biz daha sonraki yıllarda karşılaştığımız gönüldaşlarımızla o günleri her andıkça, gözlerimiz dolar ve binaya bir tuğla koymuş insanlar arasında bulunmamızın mutluluğu ile farkında olmadan gururlanırız.

Dergi kadrosu da o zamanın idealist ve yaşlarına göre hayli tecrübeli gençlerinden oluşuyordu. Tercüman’ın Almanya servisi, derginin hazırlandığı günlerde gece sabaha kadar toplanma yerimizdi. Ben ve Abuzer ertesi sabah görevli olduğumuz okullara öğretmenlik yapmaya gidiyorduk. Ayın bir kaç gecesi böyle uykusuz geçiriliyor ve gündüzki normal görevlerimiz de aksatılmıyordu. Servet Kabaklı da bir taraftan Vakıf ve dergi işleri ile uğraşıyor, bir yandan da Tercüman’daki görevini yürütüyordu. Bir koltuğa birkaç karpuz sığdırdığımız, yorucu ama mutlu yıllarımızdı o yıllar. Tercüman’ın Almanya servisinde bulunan rahmetli İlhan Ezik ağabey, dergi için o ay çıkan dergilerin değerlendirmelerini yapıyor, şiir ve yazılar yazıyordu. Derginin teknik işleri ile de ilgileniyordu. Yine aynı servisten rahmetli Ömer Lütfi Mete, dergide genç yazar ve şairlere yol gösterdiği Sanat Fidanlığı köşesini hazırlıyordu. Dergiye hikâye ve şiirler de yazıyordu. Daha sonra 1983 yılında derginin yazıişleri müdürlüğünü yüklenecek olan Ahmet Taşgetiren de dergide bu dönemde yazmaya başlamıştı.

96. Sayı bu dönemin dönüm noktalarından biridir. Bu, Kemal Ilıcak’ın desteklediği son sayı olacaktı sanırım. Türk Edebiyatı bütün tirajı 500 olan noktadan çok daha üst bir noktaya, belki de yayın hayatı boyunca asla yakalayamayacağı bir zirveye tırmanmayı deniyordu. Ekim 1981 sayısı ile kendinden kapaklı 48 sayfalık Türk Edebiyatı, kuşe bir kapağa kavuştu. Ahmet Kabaklı’nın “Afganistan Dağlarında Nur” başlıklı yazısı kapağa çıkılmıştı. Ön kapak içinde, Kabaklı Hocanın dergi hakkında kısa bir sunuş yazısı vardı. Yazının üç paragrafını buraya aynen almak istiyorum. Zira bunların içeriği, bugün bile pek çok derginin hayalini süsleyecek niteliktedir:

“Türk Edebiyatının Değerli Okuyucuları,

Bu sefer elinize alacağınız TÜRK EDEBİYATI 96. Ekim sayısının, çok zarif yeni bir kapak ve Türkiye’de benzeri görülmemiş zenginlikte bir edebi muhteva ile çıktığını söylemekten kendimizi alamıyoruz.

1981 Nisan’ından beri üst üste hamleler yapan derginiz, Türkiye’deki edebi dergilerin tiraj duvarını da aşarak, bu ay 30 bin baskı ve 5 bin aboneye ulaşmış bulunuyor.

Bu Ekim sayısındaki asıl mühim yeniliğimiz ise, TÜRK EDEBİYATI derginizi GAMEDA dağıtım şirketi eliyle, Türkiye’nin en ücra köşelerine kadar, bütün gazete ve kitap bayilerine dağıtmakta oluşumuzdur.”

Evet bu satırlar bugün bile bir edebiyat dergisinin ulaşması mümkün olmayan tirajı ve yüksek abone sayısını dile getiriyor. Derginin, dağıtım şirketi eliyle Türkiye çapında gazete bayilerine dağıtılması ise başlıbaşına bir aşama idi. Bugün edebiyat dergilerinin dağıtım şirketleri eliyle dağıtılamaması, bu durumun değerini daha da artırmaktadır.

Bütün bu yenilik ve hamlelerde Servet Kabaklı’nın rolünü inkar etmek mümkün değildir. Servet Bey, bize en uçuk gelen fikirleri benimseyen ve onun ardından koşan insandır. Derginin 30 bin adet basılması bugün bile bizlere mantıklı gelmez. Servet Kabaklı imkânsıza yakın hayalleri olan ve onların gerçekleşebileceğine inanan nadir insanlardandı. O sebeple daima aceleci, telaşlı, heyecanlı olur, bunları etrafındakilere de aşılardı. Bazen tartışır birbirimizi kırardık da… Ama Servet Beyin naif kalbi buna dayanamaz, bazen birlikte bir yemekle işi tatlıya bağlardık.

Ahmet Kabaklı, Servet Kabaklı, Şevki Özpeynirci, İlhan Ezik, Ömer Lütfi Mete, Abuzer Doker ve İsa Kocakaplan…  İşte Türk Edebiyatının 1981 hamlesinin yükünü omuzlarında taşıyan isimler bunlardı… O kadrodan Abuzer Doker ve Ben hayattayız. Hepsi rahmet-i Rahmana kavuştu. Hoca son yıllarında ölüm haberleri aldığı zaman, sık sık, “Yetim-i akran olduk.” derdi. Allah ömür verirse bu sözü söylemek sırası herkese geliyor. Ahirete uzanan tarafınızın (uzam?), dünyada kalan tarafınızdan her dakika fazlalaştığını hissediyorsunuz. Dünya size gitgide yabancılaşıyor ve ahiret yurdundaki dostlarınızla kavuşma yoluna giriyorsunuz. Ölüm, sizi ahiretteki dostlarınıza kavuşturan bir vasıtadır. Ve bu vasıtaya binmeyen ve binmeyecek kişi yoktur.

***

Servet Kabaklı ile sanıyorum birkaç yıl daha birlikte çalıştık. Başka hatıralar da var ama, 1982 yılının 17 Temmuz’unu hiç unutmuyorum. Kadir gecesi idi. Eşimle nişanımız o geceye denk geldi. Ahmet Kabaklı Hoca nişan yüzüklerimizi taktı. Meşkure Kabaklı, Taner Kabaklı, Servet ve Muhterem Kabaklı  hep oradaydılar. Nişan takıldı, ikramlar tadıldı ve… Ve biz Servet’le beraber Cevizlibağ’a Tercüman’ın Almanya Servisi’ne yollandık. Zira dergi hazırlanıyordu ve baskıya yetiştirmek için sabaha kadar çalışmak zorundaydık…

1983’te derginin yazı işleri müdürlüğüne Ahmet Taşgetiren geldi. Onunla da güzel çalışma aylarımız oldu. Sonra 1986’dan 1995 yılına kadar, dergi Ayla Ağabegüm’ün yazı işleri müdürlüğünde ve benim editörlüğümde yayınlandı. Belkıs İbrahimhakkıoğlu, Mehdi Ergüzel, Zeki Gezer, Sevil Kaya ile beraber Ahmet Kabaklı Hocanın yönetiminde elimizden geleni yapmaya çalıştık….

Servet Beyle irtibatımız daima sürdü. Ama dergi ekseninde tekrar buluşmamız, Hoca’nın vefatından hemen sonradır. 8 Şubat 2001 tarihinde Hoca vefat edince, onun hakkında hazırladığımız özel sayı ile birlikte Türk Edebiyatı’nın genel yayın yönetmenliği bana geçti. Bu görevi 2005 Eylül’ne kadar yürüttüm. Servet Beyle çok yakın çalıştık. Bazen uyum içinde bazen tartışarak, bazen birbirimizi kırarak… Ancak her durumda bu görevi lâyıkıyla yapmak için uğraştım. Geçen bu sürede ve benim dergiden ayrıldığım andan beri hiçbir zaman 1974 yılına uzanan kardeşliğimize halel gelmedi.

Şimdi zihnimde hastalığı sırasında “Ben ölmeden bu işleri bitirelim.” dediği iki görev dolaşıp duruyor: Kabaklı Hoca’nın 5 ciltlik Türk Edebiyatı eserinin yeniden gözden geçirilip güncellenmesi ve Hocanın 15. vefat yıldönümü dolayısıyla 2016 yılına bir Ahmet Kabaklı Armağanı kitabının yetiştirilmesi… İnşallah vasiyetini yerine getirmek kısmet olur…

Biz onunla birbirimize haklarımızı çoktan helâl etmiştik. 30 Ağustos 2015 günü Sultanahmet Camii musallasında, bunu bir kere daha perçinledik. Mekânın cennet olsun sevgili kardeşim…

Yahya Kemal’in mısraları ile vedalaşalım:

“Tekrâr mülâkî oluruz bezm-i ezelde,
Evvel giden ahbâba selâm olsun erenler…”

İsa KOCAKAPLAN

(Türk Edebiyatı. Ekim 2015)

Kaynak
[1] Yusuf Ziya Ortaç, Portreler, İstanbul 1963, s. 125.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir