“Seni senden çalmışlar
Ne derin yalnızlık.”
“Suyun Şairi” Sohrab Sepehri, 7 Ekim 1928’de İran’ın İsfahan eyaletine bağlı Kaşan şehrinde dünyaya gelir. Doğaya olan sevgisiyle bilinen şair, renkleri, dokuları öylesine özümser ki, zihninde birikenleri mısralara ustalıkta aktarır. Kelimeler onun için var olmanın anahtarıdır. Sözleriyle yaşamak için gereken çıkışı bu yolla bulan Sepehri, bilhassa Doğu’nun mistik anlayışını yetkinlikle aktarmayı başarmıştır. Öyle ki, Füruğ Ferruhzad‘ın da dâhil olduğu modern İran şiirinin beş büyük şairinden biri olarak gösterilir.
“Lirizmi yoğun şekilde işleyen bu beş şairin en önemli ortak özelliklerinden biri, ilhamın nostaljik kaynağı olarak, çocukluk ve onun deneyimlerini kullanmalarıdır. Bu şairler çocukluk davranışlarının, çocuk düşünce dünyasının ve hatıraların farklı yönlerini, erken deneyimlerin kendilerine kazandırdığı güven duygusuyla, özel normlarla ve mevcut duygularıyla çalışmalarında işlemiştir. Sepehri’yi bu isimlerden ayıran farklı bir özellik vardır, o da çocukluğuna duymuş olduğu minnet yahut borçluluktur. Bunun sebebi hastalığı olacak ki düşünce dünyasını, duygularını ve hayal gücünü bir bakıma çocukluğunun yaşamına yansıması olarak çalışmalarında görmek mümkündür.”
Hastalığı, “Suyun Ayak Sesi” isimli şiirinde bu dizelerle kendine yer bulur: “Çıkmışsa ateşimiz, Bozmayalım ağzımızı mehtaba/Gördüm, zaman olur ateş içindeyken biz, ay iner aşağıya.”
“Bazen ayağımdaki yara/Öğretmiştir bana yerin ötesini berisini/Bazen hasta yatarken ben/Gül büyümüştür birkaç misli.”
Ayrıca resimler de çizer ve sergiler düzenler. Çizdiği tablolarda doğa ile doğaüstü güçlerin birleşimini görmek mümkündür. Bu bağlamda gerçeklerin peşinde koşan bir modern çağ dervişidir diyebiliriz. Zira sanat çizgisi, söylenmesi mümkün olmayanı olabilecek en zarif haliyle haykırır. Düşünceleri engin bir ırmak gibi akar, kelimeler saz gibi rüzgarda süzülür ve mistik bir ezgi olarak okurun düşsel dünyasını zenginleştirir.
“yaşam, alışkanlık rafına kaldırıp
unutulacak bir şey değildir.”
Hadis-i Şerifte de buyrulduğu üzere, “iki günü aynı olan ziyandadır.” Sohrab da bu doğrultuda hayatın asla boş yaşanmaması gerektiği kanısındadır. Her güne dolu dolu başlanmak gerektiğini, yeni şeyleri öğrenilmesinin önemini, dünyanın bir bilmece olduğunu ve insanın da bu bilmeceyi döktükçe hikmete, bilgeliğe kavuşacağını söyler. Çünkü yaşamak dolu dizgin bir yolculuktur ve böyle hakkıyla yaşanmalıdır. Bunun izlerini kendi hayatında da görmek pekala mümkündür. Doğu’ya yaptığı seyahatlerde, bilhassa Hint ve Budist kültür ile olan karşılaşması sonrası hissettiklerinin etkisi bizatihi şiirlerine yansımıştır. Ormanla, hayvanlarla, bitkilerle ve metafizik inançlarla olan teması, tem olarak metinlerinde kendine yer bulmuştur.
“niçin at soylu hayvandır
güvercin güzeldir diyorlar
niçin kimsenin kafesinde akbaba yok
yoncanın kırmızı laleden neyi eksik
gözleri yıkamalı
başka türlü görmeli
sözcükleri yıkamalı
sözcük rüzgar olup esmeli yağmur olup yağmalı”
Gezilerinde Fransa’dan başladığı bir değişim süreci de mevcuttur. İlk zamanlar dönemin siyasi atmosferine kapılarak yazdığı şiirleri doğu ve batı ülkelerine yaptığı seyahatlerle değişir. İki kadim medeniyeti birlikte bir kaba koyan şair, bu karışımdan ortaya neo-sufi bir şiir anlayışı çıkarır. Shakespeare, Mallarme, Goethe gibi batılı şairlerin yanısıra; Hayyam, Sadi gibi doğulu şairleri de okuyarak okuruna bu anlamda bir aracı rolü oynar. 1980 yılında lösemiden hayatını kaybettiğinde, akılda ölüme dair şu dizeleri kalır: “At, arabacının uykusuna hasret/Arabacı ölüme hasret.”
Ve seslenir ölümünden sonra kendisini anacaklara;
“gelecek olursanız eğer benim mezarıma,
usulca ve yavaşça gelin ki,
aman çatlamasın
yalnızlığımın ince porseleni.”
Emre BOZKUŞ
İleri okuma için kaynakça:
https://hasanbozdas.com
https://www.dunyabizim.com
Son Yorumlar