Oğuz Atay 86 Yaşında

Henüz lise yıllarında kendimi tanımaya çalışırken karşıma çıkmıştı. Kırmızı kapağında hüzünlü tebessümüyle hayatın içinde anlam arayan bana anlattığı bir şeyler vardı, emindim bundan. Kaybolduğum yıllardı, aradığım ve bulamadıkça kapandığım. Zira, acılardan kaçılabileceğine dair çocuksu bir yanılgı içindeydim. Oysa zaman, kaçtıklarının her ne olursa olsun seni bulduğunu öğretti. İlk adımı ise o kapağı çevirmemdir. Ardından diğer tüm kitapları geldi sırayla…

Yalnızlık, yalanlar, oyunlar, sahtelikle bezenen çıkar ilişkileri ve bu eksende devamlı olarak maruz kalınan çelişkiler… Üstüne üstlük normlara bağlı işleyen sistemin mantıktan bihaber olduğunu herkes bilmesine rağmen “kral çıplak” diyenin delilikle itham edildiği ve toplumdan uzaklaştırıldığı sözüm ona zengin bir yaşam anlatılıyordu. Tarih kitaplarında vebayı getirenin kedileri uzaklaştırma kararı olduğu anlatılırdı. Fareler mikrobu yayarken, kedilerin uzaklaştırılması ölümü getirmişti. Delilerin uzaklaştırılması da fazla akıldan çürümeyi getirdi peşi sıra. Ne kadar anlaşılmaz!

Oyunlar için uzun uzun konuşulabilir bu bağlamda. Oynayan insan yani Homo Ludens‘e dair en bariz yaklaşım, çağımızın Shakespeare oyunlarının bilimkurgusal dekorla yeniden sahnelenmiş hali oluşu. Hepimiz karakter olarak kabul ettiğimiz maskeleri takıyor ve oyuna katılıyoruz. Bunun bir dışavurumu olarak yaşamın sahteliği ve buna dair isyanı konu edinen filmlerin topladığı ilgiyi gösterebiliriz. Yaşamlarımız geçen yüzyılın uçuk kaçık hayallerini sıradanlaştıracak kadar farklı noktalara varsa da, Oblomov‘un ya da Raskolnikov‘un yolundan saptığımızı söyleyemeyiz. Bu yazarın çağı görerek yazması değildir elbette, o halde neden Tutunamayanlar romanının ayrıksı duruşunu yorumlarken aynı hataya düşeriz mesela?

Bir şeyi satabiliyorsan, satarsın; satamıyorsan, satacak hale getirirsin. Oğuz Atay‘ı bununla anmak ne kadar üzse de değinmeden bitirmek istemem. Büyük kitap mağazalarında çok satan kitaplar arasında yazarının bakışlarına değmeden geçen okurların halini görmek üzücü. Petit Bourgeois diyordu Oğuz Atay, yaşamları süslü eşyaların istifinden ibaret olan dostlarına binaen. Korkularımız, kaçma isteğimiz, dostluklarımızın sırtını yasladığı çürük duvarlar, ihanete meyilli yapmacık tavırlar ve elbette insanın en büyük belası erdem ile yoğrulan ders verme laneti. Kendimizde olmayanı başkalarına kakalamak isteği. Selim Işık’ı ve diğer birçok karakteri bu bağlamda kendisine aynaydı nitekim. Turgut ÖZ/BEN, Hikmet BEN/OL. Hatta Coşkun Ermiş bile bir mesajdı anlayana…

Velhasıl, aslına bakarsan şu anda sana güzel bir söz söyleyebilmek için, on bin kitap okumuş olmayı isterdim. Ama biliyorsun abi, her kitap bir yüktür yüreğime, kaldırması zor gelir. Okuduğum her sayfa zihnimde birer tuğlayı parçalayıp yerlere savurur. Kuleler, şatolar yıkılır da nihayetinde arabaya atlayıp dağ başındaki kulübeye gitme arzusuyla dolup taşarız. Hepimizin içinde aynı beste, çalar durur. İşte böyle der ve Olric‘i ya da Albay Hüsamettin‘i bekleriz kapıda. Belki Bilge bile gelir de okur mektubunu. Affet, yine kaçırdım ayarını sözlerin. Gene de az gelişmiş bir cümleyle bitirmeden içim rahat etmeyecek sanırım: “Seni tanıdığıma çok sevindim kendi çapımda…”

Oğuz Atay 86 yaşında…

Emre BOZKUŞ

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir