Yok o şairimiz solcu diye dışladık, yok bu şairimiz de sağcı diye dışladık… O şairimizin özel hayatını beğenmedik, bu şairimizin de siyasi düşüncesini beğenmedik… İyi halt ettik!… Burada da kalmadık… Hece vezni diye takıldık… Aruz vezni diye takıldık… Şiirde biçime takıldık şiirdeki anlam ve duyguyu kaçırdık… Yok o şair Osmanlıca yazmış dedik, yok bu şair öz Türkçe kullanmış, kullanmamış dedik… Ettik de iyi halt ettik: Aşkı, sevgiyi, özlemi, sevinci, istenci, hüznü, melâli, hayali, duyguyu, düşünceyi, ufku, âfâkı, sevdayı, iyiyi, güzeli, zevki, sefayı ve latifeyi anlatacak kelimelerimiz kalmadı…
Sonunda susuz bahçelerde, gübresiz havuzlarda, çorak tarlalarda, sarı bozkırlarda aç biilaç, sefil, sersefil, susuz, gıdasız, aşksız, sevdasız, sevgisiz, duygusuz, düşüncesiz sonuçta kelimesiz ve nefessiz kaldık!
Bir bilge kişileri öldüğünde Afrika yerlileri ‘’kütüphanemiz yandı’’ diye ağıt yakarlarmış… Bu şekilde dışladığımız ve kaybettiğimiz her bir şairimiz için ben de ”bir sözlüğümüz daha yandı’’ diye ağıt yakıyorum…
Bugünkü yazımda; yine bu ayırımcılığa maruz kalan, şiirlerinde Osmanlıca kullanıyor, aruz ölçüsü kullanıyor, şiirleri hüzün şırınga ediyor diye yok saydığımız, dikkate almadığımız, unuttuğumuz bir garip şairimizi anlatacağım…
Bugünkü yazımda; yüzünde hüzün neşidelerinin gizli gizli çığlık attığı, şiirlerinde musiki olan, kafiyelerin, aruz ölçüsünün, yalnızlıkların, melâlin, hüznün, akşamın, imge dünyasının, garipliğin, unutulmuşluğun ve en asil duyguların insanı ve Fecr-i Âti’nin muhteşem, muhteşem olduğu kadar da garib olan bir şairimizi anlatacağım…
Ancak; sizler de anlatacağım şair gibi; ‘’O Belde’’ de mübhem ve nâtamam bir âlem içindeyseniz eğer… Melali anlamayan nesle siz de âşinâ değilseniz eğer… Yoksul, garip, mağmum, mahzun ve kavruk bu coğrafyada suya attığınız taş, hiç dalgalanmayan ve hiç ses vermeyen karanlık ve ıssız bir boşluksa eğer…. Gün ışığı yerine aydınlık diye aklımızı alan renkli camlardan bizlere süzülüp gelen ziyalardan siz de mustaripseniz eğer… Ve bu nedenlerle de siteminiz bir feryâd bir figân halinde çığlık çığlığa arş-ı âlâya yükseliyorsa eğer… Bu yazımı okumanızı isterim… Anlatacağım şairi de bu yazımı da daha iyi anlarsınız o zaman… Yoksa eğer; size uzun, içi boş ve anlamsız gelecek bu yazıma dalıp da değerli zamanınızı ziyan, bu güzel gününüzü heder etmeyesiniz derim…
Anlatmak istediğim bu garip şairimiz Ahmet Hâşim’dir… Yakın zamanda Ahmet Hâşim’in ‘’O Belde’’ isimli şiirini verince, dün de Ahmet Hâşim’in Nâzım Hikmet ile olan atışmalarını yazınca artık bana da Ahmet Hâşim’i anlatmak farz oldu!…
Ahmet Hâşim’i anlamak için mutlaka önce çocukluk yıllarına gitmemiz gerekir diye düşünüyorum…. Çocukluğunu anlamadan Hâşim’i anlayamayız diye düşünüyorum…
Çocukluğu ve Gençlik Yılları
Ahmet Hâşim, 1884’te Bağdat’ta doğar. Çocukluğu Bağdat’ta geçer. Fizan Mutasarrıfı Arif Hikmet Bey’in oğludur… Çok zeki ve duyguludur. Çocukluğu, hassas yaradılışlı ve hasta bir anne ile katı bir baba arasında geçer. Alkolik olan babasının kötülüklerinden kaçmak için akşam ve gece vakitlerini annesiyle birlikte Dicle’nin kıyısında, ay ışığı altında, bir çift gölge gibi sessiz sessiz dolaşarak, yürüyerek geçirirler. 12 yaşında iken annesinin vefatıyla birlikte, en büyük dayanağını da yitiren bu çocuğun içine öksüzlük duygusu bir daha gitmemecesine yerleşir.
Ahmet Hâşim, annesinin ölümü üzerine babasıyla birlikte İstanbul’a gelir. Mektebe-i Sultani’de (Galatasaray Lisesi) yatılı okur. Ahmet Hâşim, muhtaç olduğu ilgiyi, yakın aile çevresinde göremediği gibi, on iki yaşından sonra gittiği Galatasaray Lisesi’nde de göremez. Yabancılık ve yalnızlık duygusu, arkadaşlarının ”pis Arap” vb. alayları; öğretmeninden müstahdemine değin tamamen kendisine yabancı olan bir çevre, ondaki öksüzlük duygusunu büsbütün körükler. Şiir-i Kamer, Hilal-i Semen şiirleri, onun ruhundaki bu hazin boşluğu dile getirir. Bu nedenlerle çevresine güvenini yitiren Hâşim; sinirli, aksi ve kırıcıdır. Bu hâl aşklarına ve nişanlılarına da yansır.
Ahmet Hâşim, Galatasaray Lisesi’nde Tevfik Fikret ve Ahmed Hikmet Müftüoğlu’nun öğrencisi olur. 1907’de mezun olur. Bir süre Reji İdaresi’nde çalışır. Bir yandan da Hukuk Mektebi’ne devam eder. Hukuk eğitimini bırakıp, Fransızca öğretmenliğine atandığı İzmir Sultanisi’ne İzmir’e gider. İzmir’deki öğretmenliği sırasında Fecr-i Âti topluluğuna katılır(1909), Fecr-i Âti dağıldıktan sonra, ”Dergâh” dergisinde (1921-1922), ve ”Yeni Mecmua’’da (1923) görülür.
1912-1914 arasında Maliye Nezareti’nde çevirmenlik yapar. 1. Dünya Savaşı yıllarını Çanakkale ve İzmir’de yedeksubay olarak geçirir. Mütareke’den sonra İstanbul’a döner. Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde estetik ve mitoloji öğretmenliği yapar. Harp Akademisi ve Mülkiye Mektebi’nde Fransızca dersleri verir. Düyun-u Umumiye İdaresi’nde, Osmanlı Bankası’nda çalışır. Akşam ve İkdam gazetelerinde köşe yazıları yazar.
Şiire lise öğrenciliği yıllarında başlar. İlk şiirlerinde Abdülhak Hamit, Cenap Şahabettin, özellikle de Tevfik Fikret etkileri görülür. Şiirleri Şeyh Gâlib’in parıltısını taşır.
Gençlik şiirleri Mecmua-i Edebiye, Musavver Terakki, Aşiyan, Jale, Musavver Muhit, Servet-i Fünun, Resimli Kitap dergilerinde yayınlanır. Bu şiirleri kitaplarına almaz. . 1921’de basılan ilk şiir kitabı “Göl Saatleri”nin başındaki küçük manzumeler, bu dönemin asıl eserleridir. İkinci ve son şiir kitabı ise “Piyale” (1926) kitabıdır.
Bu iki kitap dışında ise Hâşim’in yazı hayatındaki yarım kalmış en son şiir denemelerinden oluşan ve Dr. Sabahattin Çağın tarafından hazırlanan bir şiir kitabı daha vardır: ‘’Şairlerin En Garibi Öldü.’’ (Çağrı Yayınları, 2014) Bu kitap Hâşim’in ilk şairlik dönemini kapsayan şiirleri ile Piyale’den sonra yayınlanan olgunluk dönemi şiirlerinden oluşmaktadır.
Abdülhak Şinasi Hisar’a göre o dönemdeki gençler için önemli üç şairden birisidir Ahmet Hâşim. Diğer ikisi ise Abdülhak Hâmid ve Yahya Kemal’dir. Günümüzde de lise Edebiyat derslerinde hep Yahya Kemal ile mukayese edilir Ahmet Hâşim…
Şiirinin Poetikası
Hâşim şiirlerinde sembolizme sığınır, kapalı yazmayı tercih eder, gerçekçi ve faydacı şiir anlayışından uzak şiir yazar. Hâşim’in ağdalı şiir dili ilerleyen yıllarda Yahya Kemal’in de etkisiyle sadeleşse de kapalılığından ve mecazlarından bir şey kaybetmez. Hâşim şiirlerinde gerçek dünyanın arazlarından kaçarak kendi içine kapandığı hayal dünyasının imgelerini sembolleştirir.
Hâşim’in şiirlerindeki melâlin sebepleri annesini erken yaşlarda kaybetmesine, çirkinliğine olan inancına ve bundan kaynaklanan öfkesine bağlanır. Hâşim’in bu karamsarlığının bir nedeni de karamsar Fransız şair Charles Baudelaire’den etkilenmiş olduğudur. Bu melankolinin, bu karamsarlığın sebebini anlatırcasına bir yazısında kendisi için şöyle derdi Hâşim: “Neşeye hâkim değildik, kederi kendimizden uzaklaştıracak hiçbir kuvvetimiz de yoktu.”
Hâşim, şiirlerinin kapalı ve anlaşılmaz olduğu iddialarına karşı bir cevap olarak çok keskin ve müstehzi ifadelerle ‘’Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar’’ adlı makalesini yayınlar. Hâşim, daha sonra bu makalesini ‘’Piyale’’’ isimli şiir kitabının girişinde kullanır.
Hâşim “Piyale”nin girişinde yer alan “Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar” makalesinde özetle şunları söyler:
‘’Şair ne bir gerçek habercisi, ne güzel konuşmayı sanat haline getirmiş bir kişi, ne de bir yasak koyucudur. Şairin dili, düzyazı gibi anlaşılmak için değil, hissedilmek için yaratılmış, müzik ile söz arasında, ama sözden çok müziğe yakın ortalama bir dildir. Anlam bulmak için şiiri deşmek, eti için bülbülü öldürmek gibidir. Şiirde önemli olan sözcüğün anlamı değil, şiir içindeki söyleniş değeridir. Şiiri ortak bir dil olarak düşünenler boş bir hayal kuruyor demektir.’’
Hâşim, şiirde kapalılığı savunur. Hâşim’e göre bir şiirin açıklamasını yapmak çok anlamsızdır. Her okuyan o şiirden ayrı bir şeyler çıkarabiliyorsa o bir şiirdir diye düşünür.
Ben günümüz Türkçesiyle anlattım ama Hâşim, “Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar’’ makalesinde kendi sözcükleriyle şu cümleleri kullanır:
“Şair ne bir hakikat habercisi, ne bir belagatli insan, ne de bir vâz-ı kanundur. Şairin lisanı ‘nesir’ gibi anlaşılmak için değil, fakat duyulmak üzere vücut bulmuş, musiki ile söz arasında, sözden ziyade musikiye yakın, mutavassıt bir lisandır.”
“Denilebilir ki şiir, nesre kabil-i tahvil olmayan nazımdır.”
” ‘Mânâ’ araştırmak için şiiri deşmek, terennümü yaz gecelerinin yıldızlarını ra’şe içinde bırakan hakir kuşu eti için öldürmekten farklı olmasa gerek. Et zerresi, susturulan sihrengiz sesi telafiye kâfi midir? (…) Şiirde her şeyden evvel ehemmiyeti haiz olan kelimenin mânası değil, cümledeki teleffuz kıymetidir.”
Önemli gördüğüm için Ahmet Hâşim’in “Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar” isimli bu makalesinin tamamını konunun dağılmaması açısından yazımın sonunda veriyorum…
“Piyale” kitabındaki “Merdiven” ve “Bir Günün Sonunda Arzu” şiirleri, bu görüşleri yansıtan ve Türk edebiyatında görülmemiş bir şiirselliği ortaya koyan ürünlerdir. Hâşim, şiirlerinde fazlasıyla sembolist bir yaklaşım sergiler bunu en iyi görebileceğimiz şiiri ise ‘’Merdiven’’ şiiridir.
İlk şiirlerinin üzerinde Bağdat’ta geçen çocukluğunun, Dicle nehrinin ve Dicle akşamlarının, gecelerinin ve annesinin vefatının yoğun etkileri görülür. Hâşim’in ‘’akşam’’ sevgisi hususunda da değişik rivayetler vardır. Hâşim’in kendisini çirkin gördüğünden karanlıktan hoşlandığını rivayet edilir. Ancak Hâşim ‘’akşamı’’ kendisinin de belirttiği gibi yalnızca şiiri için, sembolik manası için sevmektedir. Ahmet Hamdi Tanpınar, Hâşim için; ‘’Hayatını âdeta kasten darlaştırmaktan hoşlanırdı’’ diye yazar. Hâşim’in bu özelliği şiirlerine de yansır.
‘’O Belde’’ (yine yakın zamandan sitemde ayrıca anlatmıştım), ‘’Karanfil’’, ‘’Merdiven’’, ‘’Ölmek’’, ‘’Bir günün sonunda arzû’’ (yine sitemde anlatmıştım) ve ‘’Parıltı’’ isimli şiirleri en güzel şiirleridir. Bu şiirlerin de tamamını yazımın sonunda veriyorum.
Hâşim, sembolizmin Türk edebiyatındaki öncülerindendir. “O Belde” şiirinde geçen ünlü “melali anlamayan nesle aşina değiliz” dizesi ile Servet-i Fünun ve Fecr-i Âti edebiyatını tek bir dize ile özetler.
En önemli eserlerinden sayılan “O Belde” ile şair gerçek dünyadan uzaklaşıp kendisini kendi kurduğu bir hayal dünyasına götürür. ‘’O Belde’’de Hâşim gerçek dünyadan ayrı ideal bir dünya düşler. Bu hayal ürünü beldede kadınların ne kadar masum, ince, huzur veren yaratıklar olduğunu vurgular. Bu düşüncesi annesini çok küçük yaşta kaybetmesinden de geldiği bilinir. Hâşim’in “O Belde” ile anlattığı ideal ülkesi, çocukluğunda yaşadığı anıların idealize edilmiş şekli olduğu düşünülür…
Hâşim’in şiirlerinde en çok kullandığı imajlar, sarı ve kızıl renkler, sararan sular, yanan sular, akşam, kamış, vs. dir. Güneşin batışındaki ve doğuşundaki kızıllık şiirlerinde çok geçer. Hâşim, koyu kıskançlığını, hırsını, hayata ve kendine karşı olan tükenmez nefretini, merhametini, aşkını, ıstırabını, sıkıntısını, geçmişini, bunalımlarını, çirkinliğini, dostlarını, düşmanlarını, tabiatı, karanlığı şiirlerine aktarır.
Ahmet Hâşim, lise talebelerini şiirden ve edebiyattan bir ömür boyu soğutan aruz vezni hakkında, daha doğrusu aleyhine – kendisi aruz vezninin ustası olmasına rağmen- artık bu veznin devrinin bittiğini belirtecek şekilde şunları yazar:
‘’Bundan on beş, on altı sene evvel Galatasaray Lisesi sıralarında henüz bir talebe iken, aruz vezninin mukassı (kasvet verici) darlığı içinde ciğerlerimin rahat teneffüs edemeyeceğini hissederek…. Aruz vezninin faziletleri ne olursa olsun, duvarları rengarenk çinilerle kaplanmış bir veli ya da sultan türbesi gibi, asilâne ziynetlerine rağmen, ölüm ve uhreviyetin (öte dünyanın) haşyet (korku) ve kasvetiyle doludur. Bu veznin ziyası renkli camlardan süzülüp gelen bir ziyadır; dışarının güneşli aydınlığına benzemiyor.’’
Ahmet Hâşim’e Yapılan Eleştiriler
Nurullah Ataç “Dergilerde” (Yapı Kredi Yayınları, 2012) adlı kitabında Hâşim için; şöyle yazar: ‘’İki yüzyıl sonra bugünkü edebiyatımızdan açarlarken ona ‘Ahmet Hâşim çağı’ diyecekler.” Ve şöyle devam eder Ataç: “Talihsiz bir şairdi Ahmet Hâşim: Yaşadığı günlerde, şiirimize getirdiği yenilik yüzünden anlaşılmadı, öldükten sonra da dilinin eskiliği yüzünden anlaşılmıyor” diye yazar.
Hâşim’in yaşarken anlaşılmaması bir yana, içlerinde döneminin önemli aydınlarının da bulunduğu birçok kişi büyük haksızlıklar, saygısızlıklar eder Hâşim’e… Yahya Kemal kendisinden ‘’çirkin Arap’’ diye bahseder. Falih Rıfkı Atay da kendisi hakkında iyi yorumlar yapmaz bir eserinde. Keza Peyami Safa da Hâşim’i eleştirir yazılarında.
Salâh Birsel, ‘’Kurutulmuş Felsefe Bahçesi’’ (Sel Yayıncılık., 2012) isimli kitabının “Beyaz balina beyazı” bölümünde (s. 82-83) Hâşim’in düzyazısı hakkında şunları yazar: “Hâşim’in yaşadığı günlere bakacak olursanız, çoğu yazarların-bunların içinde dostları da vardır elbet- onun gözünü oymak için sıraya girdiklerini görürsünüz. En yufka ozanlardan Orhan Seyfi bile Hâşim’in düzyazılarını över de laf, ozanlığından açılınca onu çaylaklıkla suçlar.”
Hani bir paragraf önce bahsetmiştim ya Hâşim’in yaşarken anlaşılmaması bir yana, içlerinde döneminin önemli aydınlarının da bulunduğu birçok kişinin kendisine büyük haksızlıklar ve saygısızlıklar yaptıklarını… İşte bunlardan bir kısmını da Salâh Birsel bu kitabında anlatır…
Nâzım Hikmet, bir şiirini eleştirmesi üzerine Ahmet Hâşim’e cevaben yazdığı ‘’Cevap No. 2’’ şiirinde (ki dün bu tartışmayı ve şiiri anlatmıştım) Ahmet Hâşim’i yerden yere vurur, ona hakaretler yağdırır ve ona “Bağdadî Şaklaban” diye hitap eder. Ahmet Hâşim’in de bu yergi şiirini okuduğu gün yanındakilere hiçbir öfke belirtisi göstermeden “şiirinde uşak ile kuşağı iyi kullanmış” diye olgunlukla karşıladığı söylenir. Nâzım’ın şiirini olurken, Nâzım’ın ”uşak” ile ”kuşak” sözcüklerini bir nasıl hakaret maksadıyla kullandığını görürsünüz.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu “Gençlik ve Edebiyat Hatıraları” (İletişim Yayınları, 2013) isimli kitabında Hâşim hakkında şu olayı anlatır:
Ahmet Hâşim yedek subay olarak Çanakkale muharebelerine katılır. Cepheden döndükten sonra iş için başvurduğu bütün kapılar yüzüne kapanır. Ayrıca Bağdat’ta doğması kastedilerek “senin Türkiye’de işin ne? Bağdat’a gitsene!” diye hitap ederler. Bunun üzerine “öyle ya” der Hâşim, “harp olur Ahmet Hâşim vatan müdafaasına çağırılır; sulh olur, vatandan kovulmak istenir.” Bu memlekette her daim olduğu üzere!
Yakup Kadri Karaosmanoğlu bahsi geçen kitabında “Ahmet Hâşim bizim bildiğimiz, beş duyudan en az bir iki tane fazlası vardı, çünkü kulakları bizim cansız ve sessiz sandığımız şeylerden ses alıp dinlemesini biliyordu, onun içindir ki, şiirlerinde, kuşların düş dünyasına daldığını, leyleklerin düşündüğünü biliyordu” diye yazar.
Düzyazıda Ahmet Hâşim
Şiiri söz ile mûsiki arasında, sözden ziyade mûsikiye yakın tarif eden Hâşim kelimelerini de buna göre seçer, itinayla konuşurmuş.
Günün birinde Ahmet Hâşim tıraş olurken bir yandan da berberine bir şeyler anlatıyormuş. Berber bir vakit sonra: “Beyefendi söylediğiniz her kelimenin manasını biliyorum. Fakat ne dediğinizi anlayamıyorum.” der. Hâşim arkasını dönüp Yakup Kadri’ye: “Gördün mü Yakup? Bizi en iyi bu adam anladı” der.
Hâşim, kelimeleri düz yazıda da şiir kadar güzel kullanır. Hâşim’in üç düzyazı kitabı vardır. Bunlar şu üç kitaptır; ‘’Bize Göre’’’ (Altın Kitaplar, 2005) ‘’Gurabahane-i Laklakan’’ (Düşkün leylekler evi) (Yapı Kredi Yayınları, 2011) ve ‘’Frankfurt Seyahatnamesi’’ (Yapı Kredi Yayınları, 2017)
Hâşim’in düzyazısını şiirinden üstün tutmakta Yusuf Ziya, Halit Fahri, Nurettin Artam da birbirleriyle yarışır. Cenap Şahabettin de düzyazısını sevdiğini söyler. Ozanlar arasında ise onun adını anmamaya ayrı bir dikkat gösterir.
“Rindlerin Ölümü” şiiriyle sonradan onun etkisine iyisinden sığınacak olan Yahya Kemal bile kestirmeden giymeyi yeğler: ‘’Hâşim düzyazı yazsa daha iyi bir şey yapmış olur.’’ Bu sözler onun düzyazısını yüceltmek için de söylenmemiştir. Amaç, ozanlığını ayaklar altına almaktır. Oysa bunların tümü ozanlıkta -Yahya Kemal bir yana- Hâşim’in yanından bile geçemezler. Bütün bu zerzevat içinde Hâşim’in şiirine değer veren sadece Halit Ziya, Mehmet Rauf, Samipaşazade Sezai, İzzet Melih ve Fazıl Ahmet’tir. Bunlara belki bir de Abdülhak Şinasi ile Yakup Kadri Karaosmanoğlu eklenebilir. Ama Samipaşazade onu az buçuk “egzantrik” de bulur. Fazıl Ahmet ise ona “zakkum ve cehennem taşı” gözüyle bakar.” Yakup Kadri ‘’Ahmet Hâşim Monografi’’ (İletişim Yayıncılık, 2000) eserinde Hâşim için şu yargıya varır: ‘’Bence, tabiatta, hayatta ne kadar şiir unsuru varsa Hâşim’de de o kadar şairlik vardı.’’
Bu tartışmaların yanında Ahmet Hâşim hakkındaki daha kapsamlı ve sağlıklı değerlendirmeler de vardır. Bu değerlendirmelerden şu iki kitabı Hâşim’i hakkıyla tanımak için önerebilirim. Birincisi Abdülhak Şinasi Hisar’ın (kendisi Hâşim’in okul arkadaşıdır aynı zamanda) “Ahmet Hâşim, Şiiri ve Hayatı” (Yapı Kredi yayınları, 2006) adlı kitabı, diğer ise Memet Fuat’ın “Ahmet Hâşim” (Yapı Kredi Yayınları, 2008) isimli kitabıdır. Ahmet Hâşim şairliğinin ötesinde aslında iyi bir denemecidir de. Yahya Kemal’in yukarıda bahsettiğim; ‘’Hâşim düzyazı yazsa daha iyi bir şey yapmış olur’’ sözü bunu doğrular. Hâşim’in o zamanlar gazetelerde yazdığı yazıları araştırmacı İnci Enginün ile Zeynep Kerman birlikte kitap haline getirmişlerdir. (Ahmet Hâşim, Bütün Eserleri, Dergâh Yayınları, 2009) Tabii ki Ahmet Hâşim’in daha önce bahsettiğim kendi düşüncelerini anlattığı ‘’Bize Göre’’ (Altın Kitaplar, 2005) kitabı da Hâşim’i tanımak için okunmalı diye değerlendiriyorum.
Aşk ve Evlilik Üzerine
Ahmet Hâşim’in ‘’Bize Göre’’ adlı kitabında aşk ve evlilik üzerine yaptığı tespitler defalarca okunacak ifadelerle doludur. Bu kitabında Hâşim ‘’Hemen her sabah’’ başlığı ile şunları yazar:
“Hemen her sabah gazeteyi açınca okuduğumuz şaşırtıcı haberlerden biri: “Filan mahallede, filanın kızı, şu yaşta filan hanım, sevdiği gençle, şu veya bu sebepten evlenemediği için, eline geçirdiği bir şişe tentürdiyodu içmiş veya kendini etraftaki bahçelerden birinin kuyusuna atmış. Zamanında yetişilemediğinden ilh…
Aşkın yaraladığı bin türlü talihsizler içinde en çok bu hiçe giden kurbanlara acımalı. Çünkü bu zavallılar bilmiyorlar ki, birbiriyle evlenmemesi lazım gelenler varsa onlar da yalnız âşıklardır. Üstadım Gourmont’un (Remy de Gourmont, Fransız yazar ve şair, 1858 – 1915) dediği gibi aşk ile evliliği karıştırmamalı. Aşk yabani bir hayvandır. Kanunların dışında, isyan ve ihtilal dağlarında yaşar. Ancak gece karanlıklar basınca gizli yollardan şehre girer ve bahçelerin düzenini, ağaçlı caddelerin kanepelerini alt üst eder. Hükümetler, polis ve jandarmayı ona karşı silahlandırır. Hâlbuki evlilik, bir şehir kurumu, güvenlik sistemidir. Sirklerde gösteri yapan, dişi dökülmüş, tırnakları eğelenmiş, zararsız aslan; orman canavarına göre ne ise, aşka kıyasla da evlilik odur.
Aşk geçici, evlilik ise süreklidir. Evliliği aşkın devamı zannetmiş nice saf çiftler, üç ay geçmeden hislerin söndüğünü görmüşler ve bir akşam kendilerini karşı karşıya esner bulmaktan hayret etmişlerdir. Aşk değişmeyince ölür.
En eski edebiyattan en yenisine kadar, her dilde, şiirin konusu evli çiftler değil, sevgililerdir. Hayaller ve semboller, hep sevgilinin süzgün gözleri ve karanlık kirpikleri etrafında pervaneler gibi uçuşur. Kahramanları evli çiftler ve konusu evlilik olan hikâyeden daha tatsız ne olabilir ki?”
Hâşim’in kendi sözcükleriyle; ‘’aşk muvakkat, izdivaç ise daimidir.’’ .’’En eski edebiyattan en yenisine kadar, her dilde, şiirin mevzuu zevce değil, maşukadır.’’ (Maşuka: Âşık olunan kadın) Aşk konusunda şu sözlerin de sahibiydi Hâşim: “Hüzünde haz varsa, aşk o zaman vardır!” ”Âşık, yüz bulmayan adamdır.”
Aşk ve evlilik konusunda böylesine düşüncelere sahip olan Hâşim gerçekte de aşk ve evlilik konusunda sıkıntıları vardır. Birçok sevgilisi olmuş, birçok kez nişanlanmış ve her seferinde ayrılan taraf kendisi olmuştur. Belki onun o büyük anne sevgisi, sevgilerine olan sevgisinden üstün olmuştur.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu bahsi geçen “Gençlik ve Edebiyat Hatıraları” isimli kitabında Hâşim’in bir nişanlısının annesinin incecik boynunu uzatarak konuşurken tıpkı içinden su boşalan bir ibriği andırmasını gerekçe göstererek “ben böyle bir kadınla bir evde yaşayamam” diyerek, nişanlısının da annesinden ayrı yaşayamayacağını söylemesi üzerine evlenmekten vazgeçtiğini yazar. Nişanın bozulduğu günün akşamı Ahmet Hâşim’in, evde önüne kim çıkarsa ve soba borularına kadar gözüne ne ilişirse, eski sevgilisi ya da onun annesi değildir diye sarılıp öptüğünü yazar Yakup Kadri.
Hâşim yine nişanlılarından birinin ailesine akşam yemeğe gitmiş. Yemekte, zeytinyağlı sarmayı çok beğenmiş, bunu da müstakbel kayınvalidesine ifade etmiş. Yemekten sonra evine dönerken, ceketinin cebine bir bakmış ki bir paket. Müstakbel kayınvalidesi, bekâr bir adam ne de olsa evde yer diye yaprak sarmasının geri kalanından bir paket hazırlamış ve Hâşim’in pardösüsünün cebine gizlice yerleştirmiş. Vapurda cebinde bu paketi fark eden Hâşim buna çok bozulmuş. Sarma paketini vapurdan denize fırlatmış ve nişanlısından da bu nedenle ayrılmış.
Ancak bir kadını öylesine çok sevmiş ki ‘’yanımda olmayışın beni harap ediyor’’ diyecek kadar âşık olmuş o kadına. Öyle bir sevmiş ki o kadını ölmeden üç hafta önce (!), hasta hasta nikâhlanmış kadınla, sırf emekli maaşı ona kalsın diye.
Mina Urgan ‘’ Bir Dinozorun Anıları’’ (Yapı Kredi Yayınları, 2018) isimli kitabında Hâşim’e olan hayranlığını saklamaz. Kitabında Mina Urgan, Hâşim’i şöyle anlatır:
“Hâşim kendini çirkin sanırdı. Büyükada’daki evde geçirdiği ilk geceyle ilgili bir öykü anlatmıştı annem: Sabah, Hâşim’i kahvaltıya çağırmak için aşağı kata inince, hizmetçi, konuğun çoktan gittiğini, yattığı odada bir pusula bıraktığını söylemiş. Hâşim o pusulada annemi suçluyormuş. Çirkinliğini iyice medyana çıkarmak amacıyla, onun fotoğrafını, iki güzel erkeğin fotoğrafı arasına koyduğunu yazıyormuş. Annem, hoşuna gider umuduyla, Hâşim’in fotoğrafını babamınkiyle şişmanlamadan önce güzel yüzlü bir genç olan Yahya Kemal’inki arasına koymuş meğer. Hâşim evden çıkmadan önce kendi fotoğrafını paramparça etmeyi de unutmamış.”
Mungan’a göre, Ahmet Hâşim gerçekten de pek yakışıklı bir erkek değildir, yanağında bir Halep çıbanının büyükçe bir izi vardır. Mina Urgan, kitabında Hâşim’e olan hayranlığını da şöyle ifade eder: “Gelgelelim, zekâ eksikliği çok yakışıklı bir erkeği dakikasında çirkinleştirdiği gibi, Hâşim’in gözlerinden fışkıran zekâ, onu dakikasında güzelleştirirdi.”
Müfettiş Ahmet Hâşim
Ahmet Hâşim, o zamanki Manisa milletvekili ve birinci meclisin adalet bakanı olan Refik Şevket İnce’ye (Refik İnce: 1950 Demokrat Parti iktidarının ilk hükümetinde Milli Savunma Bakanı, Emin Çölaşan’ın anne tarafından dedesi) müfettiş olarak gönderildiği Anadolu’dan 3 Eylül 1919 tarihli bir mektup yazar. Bu mektup, Orhan Karaveli’nin ‘’Sakallı Celal’’ (Doğan Kitap, 2007) (Bu sitemde ‘’Sakallı Celal’’i de anlatmıştım) yer alır (s.45-46). Bu mektup aynı zamanda 1997 yılı Türk Dil Kurumu yayını olan ‘’Güzel Yazılar Mektuplar’’ isimli yayınının 67 ila 72 sayfalarında yer alır.
Mektubun bir kısmı şöyledir: Yine konunun dağılmaması için mektubun tamamına yazımın sonunda yer veriyorum.
”Ankara’da Almanya İmparatoru’nun Anadolu hastalıklarını incelemek üzere gönderdiği bir tıp heyetinin bazı büyük rütbeli üyeleriyle görüştüm… Anlamışlar ki, Anadolu Türklerinin karınları kurtlarla yüklü ve kanları bu kurtların salgıladığı parazitlerle dolu bulunuyor. Cinsi yakın bir yok olma ile tehdit eden bu hâlin sebebi nedir bilir misin? Beslenme eksikliği. Her ne kadar garip görünse de Anadolu Türkleri henüz ekmek yapımından bile bîhaberdir. Yedikleri mayasız bir yufkadır ki, ne olduğunu yiyenlerin midesine bir sormalı! … İstisnasız nakil vasıtaları olan kağnı hiç şüphe yok ki taş devri keşiflerinden ve âletlerindendir. Kağnı bir araba değil, fakat hayvana yapışıp… onun kanını ve canını emen bir canavardır! … Evlerine gelince, onlar da öyle: duvarlar yontulmamış alelâde taşların, çalı çırpının, leylek yuvasında olduğu gibi gelişi-güzel dizilmesinden hâsıl olmuştur. Anadolu külliyen temizlikten mahrumdur. Sakallı Celal’in dediği gibi, en nefis icatları yoğurt bile pislik mahsulünden başka bir şey değildir. … Anadolu hemen baştanbaşa frengilidir. Anadoluluların güzelliği de bozulmuştur. Bir köy, bir kasaba veya bir şehrin kalabalığına bakılsa, topluca o kadar topal ve topalların o kadar muhtelif çeşidi görülür ki insan kendini eşyanın şeklini bozan dışbükey bir camla etrafa bakıyorum sanır.”
Bu mektup; Reşat Nuri’nin deyişiyle “mistik, uzak evliyalar diyarı”, zahire deposu ve er yatağından ibaret görülen Anadolu’nun 1919 yılındaki içler acısı halini anlattır. Bu mektup; Osmanlının Anadolu’yu nasıl da ihmal ettiğini gösterir… Bu mektup; dağların başında, bozkırların ortasında terk edilmiş, yol geçmeyen, kuş uçmayan, kervan geçmeyen, yoksul, garip, mağmum, mahzun ve kavruk bir coğrafyayı ve bu coğrafyaya eşlik eden, bu coğrafyaya uyum sağlamış, bu coğrafyayla bir olmuş, bütün olmuş bu coğrafyanın mahzun ve mağmum insanlarını anlatırdı…
Bazıları Mustafa Kemal Atatürk’ü, Cumhuriyeti beğenmiyorlar ya!… Bu satırlardan onlar acep ne anlarlar ki? Burada hazin olan bu sefalet içinde yaşayanların torunlarının bu sefalete sebep olanların hasretiyle yanıp tutuşuyor olmalarıdır. Daha da vahimi bu sefalet içinde yaşayanların torunlarının, hem de cami minberlerinde, elde kılıç, arlanmadan, utanmadan, arsızca ve hayasızca kendilerini bu sefaletten, bu işgalden kurtaran Kahramanı lanetle anıyor olmalarıdır…
Şairlerin En Garibi Öldü
Şair hastadır… Hasta yatağında yatmaktadır. Böbreklerinden rahatsızdır Hâşim. Boğazına da düşkündür ve doktorların perhizine uymaz. Ahmet Kutsi Tecer ile birlikte şairi hasta yatağında ziyarete giden Ahmet Hamdi Tanpınar, yanından ayrılmak için ayağa kalktıklarında, onun, “şairlerin en garibi öldü” diye sayıkladığını kaydederler. Bunu Abdülhak Şinasi Hisar, “Şairin Ölümü” isimli bir yazısının “Dört Beş Hatıra” bölümünde anlatır… Girişte bahsettiğim Hâşim’in yazı hayatındaki yarım kalmış en son şiir denemelerinden oluşan ve Dr. Sabahattin Çağın tarafından hazırlanan şiir kitabının adı da buradan gelmektedir: ‘’Şairlerin en garibi öldü.’’ (Çağrı Yayınları, 2014)
Abdülhak Şinasi Hisar, “Şairin Ölümü” isimli yazısında ölüm döşeğindeki Hâşim’i ziyaretinden sonra vapurla karşıya geçerken şunları yazar: ‘’Gözlerim kararıyordu ve o akşam guruba karşı vapurda dönerken garip bir eza hissiyle sandım ki Ahmet Hâşim’in bendeki hatıralarının ve hafızamdaki nazarlarının (bakışlarının) artık içimde öldüğünü duyuyordum ve içimde ölen bu şeyler bir adem (ölüm) rüzgârına tutulmuş gibi sanki beni terk ederek, sanki benliğimden havalanarak, uçarak, taşarak ve boşalarak güya rengârenk zerreler gibi bu muhite, bu sulara, bu guruba, bu manzaraya, bu havaya ve boşluğa gömülüyor, karışıyor, dağılıyor ve ben onları kaybediyorum.’’
Ve ‘’şairlerin en garibi’’ 04 Haziran 1933 tarihinde vefat eder…
Ve bu şekilde hüzünlü, çileli ve fırtınalı bir hayat sona erer. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın deyimiyle “ölüm yüzünün çizgilerini hiç değiştirmemiş, sadece bütün ömrünce mahrumu olduğu bir sükûneti getirerek onu tamamlamıştır.”
Vefatının hemen ardından hazırlanan ‘’Mülkiye’’ dergisinin Haziran 1933 tarihli 27. sayısının Ahmet Hâşim özel nüshasında Şükûfe Nihal (Şükûfe Nihal’i de bu sitemde uzun uzun anlatmıştım) şair için şu sözleri kaleme alır: “Seni gömdüler… Gömülen yalnız sen değildin; o gün, seninle beraber, o karanlık çukura, güneşleri, yıldızları ile renkleri, çiçekleri ile bütün bir güzellik dünyası da çöktü, gömüldü…”
Ahmet Hâşim’i Eyüp Mezarlığı’na gömerler… Hâşim’i gömerler ama Hâşim’im garipliği mezarında da devam eder… Çünkü nereye gömdüklerini de kaydetmezler… Yıllarca Hâşim’in kabri kayıp kalır… Hâşim’in Eyüp’teki Mezarlığı ancak 2000’li yılların başında bulunarak restore edilir…
Edebiyatçı yazar Mehmet Nuri Yardım, Hâşim’in mezarının bulunmasını şöyle anlatır:
‘’2000’li yıllardı ve rahmetli Ahmet Kabaklı Hoca’nın ikazıyla Ahmet Hâşim’in ve Ziya Osman Saba’nın kayıp mezarlarının mezarlarının peşine düştüm. İkisi de Eyüpsultan’da yatıyordu, lâkin yerlerini bilen yoktu. O dönemde aktif gazetecilik yapıyordum. Derin araştırmalara girdim, birçok yazara, edebiyat tarihçisine sordum. Ama ne yazık ki hiçbir kişi ve kurumdan bilgi alamadım. Sonunda Vakıflar’da çalışan kültür tarihçisi Nedret İşli ile birlikte Eyüpsultan Mezarlığı’na gittik. Uzun araştırmalardan sonra Ahmet Hâşim’in mezarı bulundu. Eyüp Belediyesi ve Kültür Bakanlığı o zaman duyarlı davrandı ve mezarlığı restore etti. Harap olan kabri tamir ettirdi, çevresini temizledi. Şimdi, Piyerloti’ye çıkarken ilk sol sokak üzerinde Ahmet Hâşim’in mezarını gösteren levhalar görürsünüz. Ziya Osman Saba için ne yazık ki bütün aramalarıma rağmen bir sonuç alamadım.”
Şimdi şair Eyüp Mezarlığı’nın derinliklerinde eteklerinde gümüş rengi bir yığın yaprakla ‘’O Belde’’de sürgün cezası çeken bir müebbed mahkûm gibi yatmaktadır. 100 metre ötesindeki gururlu beyaz mermeri son derece bakımlı ve tertemiz bir Necip Fazıl mezarının yanından ister istemez mukayese ile geçersiniz. Oradan da Piyerloti’ye çıkmaya devam ederseniz eğer hemen sağ kol üzerinde de Hâşim’in mezarının bulunmasına vesile olan Ahmet Kabaklı’nın mezarını görürsünüz.
Eyüp sırtlarındaki mâi gölgeli beldeden cüdâ kalarak müebbed mahkûm olduğun o neyf ü hicrede yani ‘’O Belde’’de rahat uyu ey büyük şair!…
Mübhem ve Nâtamam Bir Âlem İçindeydik…
Yakup Kadri Karaosmanoğlu 1926 yılında Ahmet Hâşim’e yazdığı bir mektupta şöyle yazar: “Muassır Frenk şairlerinden biri de kendisi için: ‘Ben suya taş atan adamım’ diyor; buradaki sudan maksat ammenin ruhu değil midir? Şair bir havuz kenarında eğlenen bir çocuk gibi, bu suya taşlar atıyor ve her taş, kendi sıklet ve cesametine göre birtakım halkalar açarak ve sesler çıkararak suyun dibine dalıyor. Ey Türk şairi! Senin taş attığın yer ise, hiç dalgalanmayan ve hiç ses vermeyen karanlık ve ıssız bir boşluktur.”
Yakup Kadri’nin sözünü ettiği “muassır frenk şairi” Henri de Regnier idi… Sonra da Haşim’e hitap ederek mektubunu, “senin taş attığın yer ise öyle bir kör kuyudur ki ne sana daireler çizer, ne de sana ses verir” diyerek karamsar bir iç çekişiyle bitirir.
Yakup Kadri, Henri de Regnier’nin şair ve şiir tanımlamasından esinlenerek aslında Ahmet Hâşim’in kaderini anlatmıştı. Hâşim’in attığı taş kör bir kuyu idi ne yazık ki! Sadece Hâşim mi idi kör kuyulara taş atan. Bu toplumda hep öyle olmamış mıdır? Kör kuyular gibi atılan taşlara karşı hep tepkisiz, hep sessiz, hep sedasız kalmamış mıdır?
T.S. Eliot diye tanınan, ABD doğumlu İngiliz şair, oyun yazarı ve edebiyat eleştirmeni Thomas Stearns Eliot’un (1888 – 1965) ‘’ The Waste Land’’ (Çorak Ülke) isminde uzun bir şiiri vardı. Şiirde geçen bir dizeydi: ‘’What are the roots that clutch, what branches grow / Out of this stony rubbish?’’ (Hangi kökler kavrar, hangi dallar büyür / Bu taş döküntüde?)
Aynen öyleydi ey hüznün şairi: Hangi kökler kavrar, hangi dallar büyürdü bu taş döküntüde ki göle senin attığın taşlar hâle yapsındı?
Nurullah Ataç yazı içinde bahsi geçen “Dergilerde” (Yapı Kredi Yayınları, 2012) adlı kitabında Hâşim için şöyle yazardı: “Talihsiz bir şairdi Ahmet Hâşim: Yaşadığı günlerde, şiirimize getirdiği yenilik yüzünden anlaşılmadı, öldükten sonra da dilinin eskiliği yüzünden anlaşılmıyor.” Çünkü büyük şiirlerin medhalleri, tunç kanatlı müstahkem şehir kapıları gibi sımsıkı kapalıdır, her el o kanatları itemez ve o kapılar bazen asırlarca insanlara kapalı durur. İşte bu nedenle Nurullah Ataç aynı kitabında ‘’İki yüzyıl sonra bugünkü edebiyatımızdan açarlarken ona ‘’Ahmet Hâşim çağı’’ diyecekler” diye yazar…
Hâşim, yazı içinde bahsettiğim ‘’Bize Göre’’ simli kitabının ‘’Ay’’ başlığı ile bir bölümü vardı. Orada şunları yazardı Hâşim: ‘’Nihayet akşam oldu. Karanlık bastı. Karşı karşıya oturmuş iki insan, artık yüzlerimizi görmüyor, yalnız seslerimizi duyuyorduk. Birden, arkamızda garip bir fısıltıyı andıran bir hışırtı duyar gibi olduk. Başımızı çevirdik: İki büyük fıstık ağacı arkasından kırmızı bir ay, sanki yapraklara sürünerek yükseliyordu. Birden etrafımızda dünyanın bütün manzaraları değişti: Sanki Japonyalı bir ressamın siyah mürekkeple çizdiği mübhem (bilinmeyen, gizli) ve nâtamam (tamamlanmamış, bitmemiş) bir âlem içinde idik.’’
Ey büyük şair! Eyüp sırtlarında müebbed uyuduğun ‘’O Belde’’’den bizleri sorarsan eğer, senin gibi melali anlamayan nesle bizler de âşinâ değiliz. Yoksul, garip, mağmum, mahzun ve kavruk bu coğrafyada senin gibi bizim de suya attığımız taş, hala hiç dalgalanmayan ve hiç ses vermeyen karanlık ve ıssız bir boşluktur. Bu coğrafyada, ”gün ışığı” yerine aydınlık diye bildiğimiz hâlâ insanlarımızın aklını alan renkli camlardan süzülüp gelen aldatıcı bir ziyadır… İşte bu nedenlerle ki ey büyük şair; bizler de hala senin gibi neşeye hâkim değiliz… İşte bu nedenlerle ki ey büyük şair; yine senin gibi bizler de mübhem ve nâtamam bir âlem içindeyiz…
Osman AYDOĞAN



1970 lerde lisede okuyanlar olarak Ahmet Hasim in bircok dizesini ezbere bilirdik.Hala da hatirimizdadir.Ahmet Hamdi Tanpinar in edebiyat anilarinda Yahya Kemal ve Ahmet Hasim rekabeti arasinda kalan yazarin basindan gecen komik anlar epey eglendirmisti beni.Ama cok eski bir baskisini buldugum ve yeni okudugum Abdulhak Sinasi Hisar in Hasim biyografisi cok huzunlendirdi. Hasim in hayati Hisar in biyografi tarzi ile cok basarili bir sekilde canlaniyor okuyanin gozunde tum mucadelesi, gariplikleri ve acilariyla.O kadar da anlasilmaz ve eski degil dili .Siiri de cok guzel.Yazilari da …Gurebahane i Laklakan ozellikle.
Sairleri kamplara ayirmak ve o kamplara gore ardlarinda siralanmak ve ezbere onlar hakkinda konusmak ne guzelliklerden mahrum etti insanlari.Bir de elinizde kimin kitabini gorurlerse sizi de hemen kategorize edenler, yanlisliklar sizi “kampdas” sananlar var.
Yazinizla onu tekrar hatirlattiginiz icin tesekkur ederim.Huzurla uyusun.