Sokakların Şarkısı, Sokaktakilerin Şarkısı

‘Evsizler Şarkı Söyler’ çeşitli edebiyat dergilerindeki yazılarından tanıdığımız Gülhan Tuba Çelik’in ilk kitabı. 2018 yazında İz Yayıncılık sanat edebiyat dizisi içerinde yer alan muhayyel serisinden çıktı. İlk kitapların bir manifesto gibi algılanması bana hep büyük bir iddia gibi gelmiştir. Buna rağmen yazar açısından bir çıta teşkil edeceğine kaniyim. Yazarın dünya görüşü, hayata, insanlara karşı yaklaşımı (hele oturmuş bir bakış açısına sahipse) pek değişmeyecek bile olsa edebi tutumunun sonraki eserlerinde nereye evrileceğini ilk eserinden kestirmek çok mümkün olmayabilir.

Gülhan Tuba Çelik sözlü kültür geleneğinin can damarlarından Kırşehir’de doğmuş. Selçuk Üniversitesi Türkçe Öğretmenliği mezunu ve mesleğini halen İstanbul’da icra ediyor. Öyküleri bugüne kadar Türk Edebiyatı, Post Öykü, Mahalle Mektebi, İtibar ve Hece Öykü gibi dergilerde yayımlandı. Bahsettiğimiz bu ilk eseri yirmi öyküden oluşuyor.

Öykülerinde Büyükşehirlerin ‘küçük insanlarını’ anlatıyor. Hayatın hızlı ve debdebeli akışı içerisinde varlığını bile hissetmeden yanından geçip gittiğimiz sıradan, yalnız, ümitsiz değilse bile umarsız insanların yaşamını… Sadece şehre iltica etmiş köylüler yok bu kitapta. Aileye, babaya, devlete hatta Allah’a isyan duygusu taşıyan yalnızlar var. At gözlüklerini bir kenara koyup sınır çizilemeyen bir gönül coğrafyasından sesleniyor yazar. Bunu yaparken kenarda durmuyor. Okuyucu ile sokakları arşınlıyor. Kimi zaman ‘Bayrampaşa’da Adapark’a yürüyor’, kimi zaman ‘Balat sokaklarından aşağı iniyor’. Kimi zaman ‘Botan kenarında oturuyor’ kimi zaman ‘Avanos Dağlarında kaçıyor’. Hangi mekânda olsa yabancı durmuyor. Memleketin ‘yerlisi’ oluşunu hissettiriyor tasvirleriyle. Yabancı yok bu sayfalarda diyor adeta. Emanet duran kimse yok öykülerde. Dikkat etmediğimiz, önem vermediğimiz, kulak kesilmediğimiz ‘biz’ var. Öleni, yiteni, kaybolanı, hasta olanı, sakat kalanı hep ‘biziz’ bu öykülerin. Belli ki kitabın ilk cümlesinde ‘Durup dururken ellerime bakarım ben’ demesi boşa değil. Baktığı eller ‘bizim eller’.

Toprağından, köyünden, evinden ayrılıp şehre, büyükşehre gelen insanların kabullenemeyişini hissettiren bir üslup her an fırlayabilir karşınıza. Orhan Kemal’in yer yer buruk, acı belki de acımasız üslubuna yakın bulabilirsiniz. Sait faik hikâyelerinin neşe ve hüznü ortak ettiği sahneler gözünüzün önünde canlanabilir. Ama Gülhan Tuba Çelik’in kalemini özgün kılan heybesinde taşıdığı derdi ekmeğine katık etmesidir. Reddetmez. Belki buna isyan da denmez ama mutlak gücü temsil eden yapılara öykülerindeki sahipsizler adına tavır koyar. Geleneğin çok alışık olmadığı bir tarzda hem de. ‘Ben beklemekten yapılmış bir duvardım. Babamı, Allah’ı ve Devleti bekledim hep.’ Beklenenler son tahlilde pek gelmemiştir. İşin daha enteresanı bunu onların yalnızlığına bağlar.

Kitap boyunca öykülerini erkek kahramanların ağzından anlatan yazar, cinselliği de hayatın tabii akışına uygun olarak, sivriltmeden, keskinleştirmeden yerleştirmiştir. Kadın vücudunu kitap kapağından başlamak üzere her teferruatıyla kullananların kabalığı olmadığı gibi, ısrarla çeşitli saiklerle varlığını inkâr edercesine konu dışı tutmaya çalışanların hassasiyetini de görmeyiz öykülerde. Yalın, basit ve sade bir hayatı ihtişamlı cümleler kurmadan ‘yaşandığı gibi anlatması’ belki de esere güç katan kısım. Bu fikrimi ve yazıyı şu cümle ile bağlayayım;

‘Dedemin ölümünden sonra ilk defa hissediyorum yüreğimi. Genişliyor, genişliyor, genişliyor. Geyik Dağı un ufak oluyor, Göksu Akdeniz’e kadar taşıyor, Isauralı Korsanlar Zengibar’ı yerle bir edip gidiyor. Göğsüm dolup boşalıyor. Taşıp kabarıyor…’

Sinan TERZİ

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir