Bir Nefes Hayat-I: Nostalji

Sovyet sineması denince akla gelen ilk isim kuşkusuz Andrey Tarkovski‘dir. Şair Arseniy Tarkovski‘nin oğlu olan yönetmenin Şiirsel Sinema diyerek tanımladığı üslubunda belki de bu anlamda bir soyaçekim etkeni bulunduğu düşünülebilir. Filmlerinde Hristiyanlık inancı içinde şekillenen çocukluğu ve gençliğinden yola çıkan Tarkovski; inancın sorgulanmadan yalnızca çürümeye yol açacağını, insanın varoluşu gereği edim ve fikirlerini daima eleştiriye tabii tutması gerektiğini ve değişimin ancak ferdi isteme dayalı olarak gerçekleştiğini anlatır. Sinemanın bu bağlamda en önemli aktarım aracı olduğunu vurgularken de, aynı zamanda izleyicinin hayata dair derin sorgulamalara girişmesini sağlar; benimsediği şiirsel anlatım vesilesiyle de varoluş, tanrı, inanç, hayat, ölüm, aşk, ulus, sanat gibi kavramları oldukça etkili bir biçimde yeniden yorumlar. Öte yandan beyaz perdeye aktardığı bilimkurgu kitapları da Sovyet yazarlarının eserlerini dünyaya tanıtma anlamında önemli bir yerde durmaktadır. Stanislav Lem ve Strugatski Kardeşler en bilinen örneklerdir. İvan’ın Çocukluğu(1962), Andrei Rublev(1969), Solaris(1972), Ayna(1975), Stalker(1979), Nostalji(1983), Kurban(1986)… Filmlerinin hepsi ayrı birer şaheser olan üstadın Nostalji filminden esinle yola çıkacağımız bu yazıda; olay örgüsünden bağımsız olarak merkezdeki karakterin ruh halini çözümlemeye ve insana dair sorunları bu doğrultuda irdelemeye çalışacağız.

Tarkovski’nin Sovyet yönetimiyle sürekli sorunlar yaşadığı bilinmektedir. Filmleri sansüre uğrayan, devamlı baskıya maruz kalan sanatçılardan biridir. Sosyalist Gerçekçilik adı altında gösterilen sopa birçok sanatçıyı köreltmiş, Gulag ya da sınır dışı seçenekleri arasında seçime zorlayarak hayatlarını karartmıştır. Tarkovski de bu sanatçılardan biridir. Fakat  bir müddet sonra bahsi geçen kabus ikliminde bulunmaya daha fazla dayanamaz ve 80’lerin başında İtalya’ya mülteci olarak gitmek zorunda kalır. 1983 yılında çektiği Nostalji filmi de sürgündeki ilk filmidir. Aynı yıl Cannes film festivalinde en iyi yönetmen dâhil üç ödül kazanan Tarkovski’nin uzun metralıj film alanında rakibi ise yine bir sürgün yönetmendir: Yılmaz Güney. 1982 yılında Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Marquez‘in de aralarında bulunduğu jüri Yol filmine oy birliğiyle Altın Palmiye ödülünü verir. Bu hem Türk sineması hem de Yılmaz Güney‘in kariyeri açısından dönüm noktasıdır. Ertesi yıl bu sefer Duvar adlı filmiyle katılır. Fakat kazandığı başarı işini daha da zorlaştırmıştır. Başarıyı sürdürmenin kazanmaktan daha çetin olduğu  ilgili vecizenin vücut bulduğu olaylardan biridir adeta. Bu olaya binaen Tarkovski’ye Yılmaz Güney sorulur bir röportajda. Onun sinemacılığını kendi bakış açısıyla ele alan Tarkovski, hem eserinin arka planını hem de kendi ruh halini ortaya koyar. Elbette, Yılmaz Güney’le ilgili düşünceleri tartışmaya açıktır; fakat, “dünyayı değiştirmek istiyorsan, işe önce kendinden başla!” şeklinde özetlenebilecek sözleri, modern bireyin çıkmazlarına dair çözümlerin kaynağını işaret etmesi bakımından önemlidir. Uyanış için ilk adımı atacak olan yine kişinin kendisidir, başkası değil… İlgili röportaja Şiirsel Sinema adlı eserden ulaşabilirsiniz.

Tarkovski

Filme dönecek olursak; ülkesinde gözde bir şair olan Andrei, İtalya’ya bir araştırma için gider. Burada kendisini değiştirecek bir sürece kapılınca hayatı temelinden değişir. Kahramanın yolculuğu zamanla memleket özleminden manevi bir arayışa dönüşecek ve izleyiciyi de kendisiyle birlikte sorgulamaya çağıracaktır. O halde buradan ilk taşı atalım. Sürgün nedir sahiden? Mekanda mı yoksa zamanda mıdır? Gelin, hep beraber bu soruya yanıt arayalım. Nostalji kelimesi; Yunanca vatana dönme, sıla anlamlarına gelen nóstos kelimesiyle yine Yunanca acı anlamına gelen álgos kelimelerinin birleşiminden oluşur. Yani özetle, sıla hasreti deniliyor nostalji için, halbuki “ben gurbette değilim, gurbet benim içimde,” diyen Kemalettin Kamu gibi hissediyoruz çoğu zaman. Andrei de haddizatında hislerini eşi ve çocuklarıyla cisimleştirse de, aslında farklı bir eksikliğin farkına varmaktadır. Vakt-i zamanında bir tek köyde ömrünü geçiren atalarımız gibi değiliz, bütün dünya bir tıkla gözümüzün önünde ama çevremizde içselleştiremediğimiz ve benimseyemediğimiz değerlerin dayatılışından ötesi yok. Aidiyetten yoksun, nihilistik bir varoluşsal sancıya hapsolmuş, mütemadiyen önümüze sürülen çarpık sorunun cevabını arayıp duruyoruz; nedir şu yaşam denilen bilmece, bulabilecek miyiz cevabını ömrümüzce? Yani özetle, hem paradoksun içindeyiz hem de paradoks bizim içimizde…

Nostalji ve retro gibi kavramların etiketler üzerindeki etkisi malum. Lakin dikkati çeken yalnızca iktisadi “etiketler”. Bir de bu işin sosyal etiket kısmı var ki, insanı kendinden vere vere yaşamaya mahkum eden zorunlu bir taş kırma cezası! Sibirya’da sürgündeyken yalnızca İncil okumasına izin verilen Dostoyevski’nin, yazdıklarını kendisi mi seçti yoksa ona bu kapıyı açan başkaları mıydı? İnsan özgür olduğunu düşünür ya da buna inanmak ister; mamafih, bir toz zerresi oynasa bile hayatında yaratacağı etkinin devasa olabileceği ortada. Normalde kendini şekillendiren insanların durumu tabir edilirken böyle bir yaklaşım tercih edilmez; fakat, kendini yontan o ünlü heykelin çabasının altında dahi yalandan da olsa bir irade ifadesi yer alır, bunu gören kişi tercihlerinin konforu ile bağdaştığına inanarak, boynuna bağlı ipin verdiği izin ölçüsünde özgür(!) bir hayat yaşar. Ama boğazına bütün gücüyle baskı uygulanan bir insanın varoluşuna dair düşünmesi ise haliyle abes kaçacaktır. Zira, onun penceresinden bakıldığında yaşamak için gerekli olanın dışındaki bütün çabalar lüks olarak addedilir ve fazlasını elde edebilenin bu hakkı başkasından çaldığı inkar edilse de; tartışılmaz bir gerçektir aslında.

Bu durumda çocukluğun soğuk geceleri, aidiyetten mahrum yitik kitlelerin son umudu olarak zihnin tozlu sandukalarından çıkarılır ve uzun uzun incelenmeye alınır; zamanın acımasızlığı ancak böyle anlaşılır, kaybedilenlerin farkına varılır, anılar film misali izlenir ve yeniden o viran köşesine kaldırılır. Tozlanmaya mahkum olacağı benzeri sürgün zamanında ise aynı insan, hem ölümü hem de yaşamın geçiciliğini unutmayı tercih ederek, aralarındaki bağı düşünmeyi bırakır. Nazım’ın dediği gibi, belki de yaşamak için, ölüme doğru atılan adımların önünü kesmek adına alınması gereken bir önlemdir bu. Yine de düşünüyorum işte elimde olmadan, nasıl ki zaman bile belirsiz hatta anlaşılmaz olmaktan öte varlığından şüphe edilen ve ameliyat masasına yatırılıp üzerinde işlemler uygulanan bir kavram iken, insanın yaşadıkları ve duyumsadıkları ne kadar “gerçek” olabilir? İçinde yaşarken lanet ettiğimiz olayların, yanındayken içten içe yanından uzaklaşmak istediğimiz insanların bir anda değer kazanması dahi kararlarımızın tutarlılıktan oldukça uzak ve irrasyonel oluşunun ispatı değil midir? Varken, varlığın önemsiz bir detayı iken; yokluğu hiçliğin derinliklerine mi çeker bizi… Neden korkuyoruz ki sahi? Hiçlik değil mi zaten hepimizin uğruna asırlardır nefes tükettiği bahis?

Nostaljinin çığlıkları duyulur bu sırada, bir plaktan ya da eski bir radyodan duyulan şarkıyla başlar yolculuk. Nostalji yalnızca mekanla mı alakalıdır bilmiyorum. Bilime göre insanın zamanla ilgili algısı lineer olarak gelişir ve dile böylece yansır. Ayrıca aynı ölçüde mekana da bağımlı olduğu için, mekanı tanımlayan koşullar insanın anılarını, yani bir bakıma kendisini de tanımlar. Güney kıyılarında, koy manzaralı bir bağ evinde uzanmış dinleniyorsun. Düşün şimdi kendini orada. Mesela şarap, deniz ya da göknar kokusu geliyorsa; arkada bir şarkı çalıyor, birkaç kuş ötüyor ya da ağaçların dallarına vuran rüzgar yer yer taraçaya çarparak atonal bir müzik icra ediyorsa; güneş ağır ağır batıyorsa evin güneş gören tek cephesinden, ışığın kırılışı ahşap evin oylumlu yüzeylerini belirginleştirerek  ortaya şehvani bir kızıllık çıkarıyor ve ayaklanıp güneşin peşinden koşarcasına göğe doğru yükseliyorsa; hava serinledikçe gelen gece yelleri dokunuyorsa bedenine iştahla, ürperiyorsa tenin, hissediyorsan yeniden sevgilinin taze dokunuşlarını ve şarabın kokusundan sevgilisinin rayihasına açılan bir kapı oluyorsa bütün bildiklerin…

İşte bundan ibaret hayat, bir an her daim bir başkasını kovalar; kimisi bırakır kendisini akışa, onunla birlikte yaşama kapılırken fark eder inceliğin zarafetini, kimisi de detayların ortaya çıkardığı bütünün kırık bir ayna olduğunu düşünerek hayıflanır durur boyuna. Ancak her şeyin geçicilikle sınandığı bir dünyada, yine her şeyin mutlak bir gelişime tabii olduğunu zannetmek yanıltmakla kalmaz, görüldüğü üzere bin bir acıya da kapı aralar. Bundan ötürü, insanın duyumsadığı acı ya da tatlı her duygunun kocaman bir bütünün hesapsız birleşen parçaları olduğunu bilmek gerekir: El emeğiyle kader denilen tahtaya işlenen hayatlarımız, sadece bizim seçimlerimizi göstermekle kalmaz; hassaten bunun bilincinde olmak bizlere hayata dair muazzam dersler de verir. Şayet insanın en güvendiği ölçüt olan zaman bile yanılmaz sanılan bilincin kırılganlığına dair gösterilebilecek kanıtlardan biriyse, gerçeklik dahi basit bir oyunun detaylarından biri olma ihtimaline sahipse; yapılacak yegane şey, etiketleri söküp atmaktır. Zira mutluluk dediğin bir andır ve bütün diğer anılar gibi zamanı yapboz misali bir araya getirir; değerini anlaman için illaki eski bir şarkıdan seslenmesi ya da tozlu siyah-beyaz bir fotoğraftan sana gülümsemesi mi gerekir? Can Yücel‘in de dediği gibi, hayat bugündür ve yaşamak dediğin asla ertelenmeye gelmez…

 

Emre BOZKUŞ

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir