“Annem Gittiğinden Beri Çiçek Ekmiyoruz Bahçeye” hem adı, hem kurgusu ile dikkat çeken bir roman yayımladınız. Romanın adı ve yazım süreci hakkında neler söylersiniz?
Yazım süreci bir yıkımla eşdeğer, yaratımın kendisine yönelik bu belirgin tespitin altında yatan ögelerin tamamında yazar, temsiliyyet duygusunun eksikliğini ya da fazlalığını yazı yoluyla yok eder, yıkar. Yok etmenin, yıkmanın güdüsel yoğunlukla eserin üretim sürecindeki büyüye kapılma hali, ancak ve ancak sanatçının deneyiminden geçerek varlığını dayatır.
Romanı yazarken, sanatçının bir birey olarak bölünme, ayrışma ve uyumsuz olma yönleriyle de karşılaşabiliyorsunuz. Benim de biraz böyle oldu, içimdeki meselelerle yıkım ve yok edişle, yeniden bir yaratılışa kulaç açtım. Toplumla, iktidarla ve bireylerle bir sorunumun olduğunun farkındayım. İttiklerini sandıkları yalnızlığın içinde beni bir bütün olarak kabullenen bu mesut yalnızlığın deneyimiyle yıktığım varlıkların yerine geçiyorum, diyebilirim.
Romanın adı. Annemi dört yıl önce kaybettim. Iğdır’daki evimizin bahçesine iki yıl boyunca hiç çiçek tohumu ekilmedi. O kadife çiçekleri de iç içe geçip kokularını yaymadı hiç. Iğdır’dayken zamanımın çoğunu bahçede geçiriyordum. Romanın adını da annemin bahçeyle olan ilişkisinden doğurdum.
Romanınızda masalsı, destansı bir anlatım kendini hissettiriyor. Masallar, destanlar, halk hikâyeleri hakkındaki düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?
Masallar, destanlar, halk hikâyeleri toplumların yaşam deneyimlerini, tarihlerini, aşklarını, kahramanlıklarını ve utançlarını açık eden, toplumun ne olduğunu ayrıca ne olamayacağını anlatan sözlü ve yazılı eserlerdir. Ayrıca Kürtlerdeki dengbejlik ve hikâye anlatıcılığı geleneğinden çokça beslendim. Çocukluk merakı insanın hafızasına diktiği ağaçları bahçeye dönüştürmekte mahirdir. Benim de çocukken dinlediğim masallar, hikâyeler, destanlar ve dengbejlerin söylediği stranlar, bahçenin içinde yaşama sebebim.
Bir sobanın etrafında, bir yandan güğümün sesi, bir yandan duvarlara vuran ateş yalımları size bedavadan bir dekor hazırlıyor. Bu büyülü dekorun içinde anlatıcının ses tonu, mimikleri sizi hikâyenin içine sürüklemekle yetmez, sizi hikâyenin ta kendisi yapar. Ama yaşlılar öldü. Yaşlılarla birlikte deneyim de öldü. Sözcükler öldü. Cümleler de öldü. Benim bahçem de çocuklukta kaldı.
Romanınıza mekân olarak memleketiniz Kars’ı seçmişsiniz. Çok güçlü mekân tasvirleriniz var. Kendimizi Kar altında Kars’ın sokaklarında hissediyoruz. Isınmak için kahvehanelere giriyor ve bir bardak çayla kendimize geliyoruz. Kendi memleketinizi mekân seçmenin nedenleri hakkında neler söylersiniz? Tasvirlerinizin bu kadar güçlü olmasının nedeni Karslı olmanız olabilir mi?
78’de Kars’tan Iğdır’a göç ettik. Orada doğdum, büyüdüm. Kars’a daha önce birkaç defa gelmiştim. Romanı yazarken sıklıkla gelip gidiyordum. Son bir buçuk yıldır da Kars’ta yaşıyorum. Sadece bu romanda değil, yazdığım tüm kitaplarda mekân durmadan değişebiliyor. Vakıf olduğum iki mekânı anlatabilirim: Bunun ilki Iğdır, sonuncusu da Kars’tır. Iğdır, Akdeniz ikliminin yaşandığı, etrafı dağlarla çevrili bir ovadır. Bir yanı Aras sıra dağlarında, bir yanı Ağrı Dağı’ndan başlar, öte tarafı da Erivan’da biten bereketli bir ovadır. Yücel Balku, Iğdır için “Ova insanı hem sınırsız ve bir sonsuz bir gökyüzüyle kucaklanmış olmanın pışpışıyla huzurlu ve hem de genişliğin sınırsızlığından dolayı kibirlidir,” der. İnsanın kibrini yerle bir eden ise nereden bakılırsa bakılsın, her yerden görülebilen Ağrı Dağı’dır. Uzun uzun bir dağa bakmanın yitimini yaşar insan. Kah bir mecburiyet kah bir umursamazlık haliyle yaşar insan Iğdır’da. Ama ölmek de vardır deyip bin bir çeşit ağacın gölgesinde serinlemeyi bilir, doğanın bereketini unutmaz. Sonsuz akışıyla ovayı besleyip ova halkının sırtını yere değdirmeyen Aras Nehri de ona karışılmadıkça kendi yoluna bakar. Böyle büyülü bir ovada çocukluğum, ilk gençlik yıllarım geçti.
Kars’a gelecek olursak. Kars’ın büyüsüne kapılmayan kimse yoktur. Daha önce Kars ile ilgili söylediklerimi tekrar buraya yazıyorum. Bu aynı zamanda Kars’ı neden mekân olarak seçtiğimin cevabı olacaktır: Kars’ta bulunmamış veyahut yaşamamış her insan için bu şehrin, kendini uzaktan bir denge kenti olarak gösterdiği doğrudur; hem etno-politik olarak hem coğrafi ve toplumsal koşulları ile Kars hakikaten de kültürel bir transistörün üstüne adeta oturtulmuş bir denge kentidir. Buna mukabil Kars, yaşadıkça tezatını da insana göstermekten çekinmeyen iç kuvvetleri zıtlıklarla çarpışan bir saklı kutudur. Yine kültürel olarak birçok tezatın birleşimi söz konusudur fakat bu defa daha da dikkat celbeden Kars’taki insani durumdur.
İnsan Kars’ta iken, yitip gitmişliğin ve henüz vakit varkenliğin sabırsızlığını bir ürperti ile hisseder ve şehrin özündeki tezat gereği Kars, insana sabrı böyle böyle öğretir. Dahası ızdırap bu şehrin kumaşı olmuş gibidir yine bir iç kuvvet sonucu bu memleketin insanının devingen bir mizah sahibi olduğunu görürsünüz… Kars’ın içinde işler ve günler tezat içerisindedir, çünkü bu gökyüzünde de böyledir: Bacalardan dumanlar çıktığını solursunuz, griliğin isini görürsünüz ve bu sokulan tedirginliğin yanında kar yağdığını, karın sükûnet ve beklentisizlik hissinde yağdığını görürsünüz. Böyle böyle pek çok tezatın, yaşıyor olmaktan beslenen insan yanlarımızın algılayabildiği kadar, bir denge ile çarpıştığını ve yine dengenin bir tezat üzere inşa edildiğini ben Kars’ta yaşarken öğrendim. Kars’ta yaşamak biraz da budur: çelişkilerin dengesi ve dengenin çelişkisi.
Romanda iki karakter dikkat çekiyor. Asaf ve Hanip. Bu iki karaktere romanın başkarakterleri de diyebiliriz. Hanip göçmen cesetlerini soyarak, cesetleri ailelerine ulaştırarak aldığı paralarla geçimini sağlıyor. Asaf herkesin yardımına koşan, halkın yaşadıklarını unutmaması için çırpınan biri. Bu iki zıt karakter üzerinden okuyucuya mesajınız nedir? Bu iki karakter üzerinden bir vicdan çatışması yapılıyor diyebilir miyiz? Vicdanlı ya da iyi vicdanlı insanla vicdansız ya da kötü vicdanlı insanın çatışması…
İnsanın yaşam kıpırtısının olduğu her yer aynı zamanda çatışma alanıdır. İnsan bir çatışmadır. Hassaten çatışma olmayan eserlerin, insanın duygularına, düşüncelerine, iyi-kötü yanlarına eğilemeyeceğini düşünüyorum. Bir insanın tam anlamıyla iyi olduğunu söyleyemeyiz ya da kötü olduğunu. İnsan, yaratılışı gereği içkindir iyiye, kötüye.
Politik doğruculukla insan iyilik meleği veya kötülük efendisi olarak gösterilebilir, fakat biz bunu hiçbir hakikatin içine sığdıramayız. Haklılık iyi olmak, haksız olmak da kötü bir insan olduğu anlamına nasıl gelmiyorsa, şucu bucu olmak da kimseyi melek yapmaz. İnsanın bu yönleriyle güzel olduğunu düşünüyorum. İnsanın yalnızca sabit bir iyi yanının olması, insanı çok sıkıcı bir varlık haline getirebilirdi. Vicdan çatışmasından çok ben insanın hayatta kalma çabasının gerekliliğiyle bireyin her şeyi yapmaya teşne olduğunu söyleyebilirim.
Unutmak romandaki ana metaforlardan biri. Malum ilginç bir coğrafyada yaşıyoruz. Acıların beşiği bir coğrafya. Yıkımın, yitirişin, kanın, gözyaşının durmadığı bir coğrafya. Aynı zamanda balık hafızalı bir toplumuz. Çabuk unutuyoruz. Sizin romanınızdaki unutmak metaforu nelere karşılık geliyor?
Marc Ague, Unutma Biçimleri kitabında, “Bana unuttuğun şeyi söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim,” der. Romanımdaki unutma biçimi tam da Marc Ague’nin anlattığı gibidir. İktidarın gölgesiyle yaşanan bir hastalıktan bahsediyorum. Korkunun, titremenin yarattığı bir hastalık biçimi. Çevresine ışık tuttuğu her ne varsa bu topraklarda geçmişten bugüne yaşanmaya devam ediyor. Asaf karakterinin yaratmaya çalıştığı belleğin inşa etmek için parçaları toplamak, insanların yaşadığı korku iklimindeki unutma da hayatta kalma çabasıdır. Belleğin yaşayabilme olanağını elinde tutan unutanlardır.
Sorunuzun ikinci bölümüne gelecek olursak, balık hafızalı bir toplum olduğumuzu düşünmüyorum açıkçası. Durmadan egemenliğini dayatmaya çalışan bir toplum balık hafızalı olabilir mi? Bir anda kötülük yapıp kenara çekilip hiçbir şey olmamış gibi davrananların unutabildiğini söyleyebilir miyiz? Bence hayır. Toplumun dinamikleri itibariyle, tarihin örgüselliği çerçevesinde yaşatılmaya çalışılan bir yok sayma pratiği var; ötekini dağıtmak, parçalamak ve varlığını bu ötekine borçlu olan toplumun balık hafızalı olduğunu düşünmüyorum. Sizin belirttiğiniz cümleyi romantize eden kitlenin tam olarak amacı budur: Çabuk unutan bir toplumuz, diyenlerin insanın ruhuna inmediğini görebiliriz. Kökeninde iktidar biçimlerini yaşatmak ve kendini dayatma güdüsü olan bir toplumda, elbette yaşamda kalmak için böyle bir yola girenlerin olduğunu da söylemek lazım.
“Annem Gittiğinden Beri Çiçek Ekmiyoruz Bahçeye” lanetli bir coğrafyaya ağıt gibi. Bu coğrafyada yüzler neden gülmüyor? Neden bu kaos, kargaşa?
Bu ülkede katliamlar, tarih palavraları bayram diye herkese okutulup yutturuluyorsa, halk da hiçbir şeyle yüzleşmiyorsa, Eduardo Galenao’nun “Suç herkesin olduğu zaman, aslında hiç kimsenindir,” dediği minvalde, kimse suçluluğu üstüne alınmadan olduğu gibi yaşamı sürdürüyorsa, birileri ölür, birileri de seyreder. Öte yandan kaosa, katliamlara maruz kalmış halkların özellikle okumuş ve aydın dediğimiz kesimi, kendini karşı tarafa beğendirmek amacıyla kendi kardeşlerini itibarsızlaştırmak, onları yok saymanın eşiğine sürükleme çabasında oldukça elbette hiçbir şey değişmez. Bu tüm aydın ve okumuş kesimi kapsamıyor, lakin çoğunluk böyle bir tavır içerisinde. Hal böyle olunca, karşı tarafa sallayamadığı parmağı, kendi kardeşine yönelttiğinde, karşı taraf da onun açtığı bu yol ya da verdiği bu yüzde yüzlük gollük asisti değerlendirmeyi ihmal etmez.
Sömürge halkların aydınları ve okumuşları, birbirlerini rakip görmek yerine eleştiri oklarını ya da bakışlarını karşı tarafa yöneltmeyi bilirse, egemenin taşıyıcı kölesi olmazsa elbette kendi halkı da aydınlığa koşabilir. Kaosla değil, huzurlu yaşar, çünkü halka bu ışığı verebilecek olanlar aydınlar ve okumuşlardır. Ama nedense tersine işliyor.
Unutmanın yanında korku da en çok tekrarlanan imgelerden. Otoriteler, diktalar… Topluma korku salarak ayakta kalıyor. En çok da korkutarak ve unutturarak işletiyor sistemini. Sizin romanda da korku kaynağı “Koca Karı”. Neler söylersiniz?
Anne karnından itibaren başlar çevremizin bizi şekillendirdiği, kimi zaman da sıkıştırdığı. Savaş ortamında yaşayan hamile bir kadının korkusu çocuğa da geçebilir. Hissiyatım gereği bunu söylüyorum. Korku büyütmek tabirini kullanmak istiyorum.
İnsanların yaşama korkusunu, sevme korkusunu, sevilmeme korkusunu, unutma korkusunu ve unutulma korkusunu çokça görürüz, şahit oluruz. Kitaptaki korku iklimi ve Koca Karı metaforu, sistemsel bir ağ üzerine inşa edilen, devlet temelli bir politikanın sonuçlarıdır. Yani Koca Karı, devlettir.
Göçmenler, mülteciler… En büyük insanlık dramlarında biri. Daha iyi bir hayat için ölüme yürüyenler… Artık konuşmanın bir anlamının kalmadığı bir yere evriliyor. Sizin kitabınızda İran ve Afgan mültecilerin dramları anlatılıyor. Doğunun karında, kışında donmuş mülteci cesetleri… Sarsıcı, iç burkan bir hikâye… Neden böyle bir bıçaksırtı konuyu seçtiniz?
Yaşadığımız coğrafya, güllük gülistanlık olmadı hiçbir zaman. Bu konuyu seçme sebebim, bugünle ilgili değil, yazdıklarımın özgün olmasını istiyorum. Belki söylenen her şey söylendi, belki anlatılan her şey anlatıldı. Ama anlatmak istediklerim konusu gereği özgün bir yerde duruyor, geleceğe de öyle kalacağını düşünüyorum.
Olağan meseleler elbette yazılabilir, bunu tercih etmiyorum. Bu ülkede her şey o kadar güzel değil, tarihiyle, dünüyle, bugünüyle kan akıyor, gözyaşı akıyor. Söndürülmüş hayatların kanı kokuyor hâlâ bu topraklarda.
Romanın ilginç bir yazım tarzı var bence. Öykü gibi kısa bölümlere Ayrılmış. Her bölüm bir ana karakteri anlatıyor. Asaf ve Hanip’i… Asaf’la ilgili bölümler 1.1., 1.2., 1.3. diye devam ediyor. Hanip’in anlatıldığı bölümler ise 2.1., 2.2., 2.3. diye devam ediyor. Bu yazım tarzınız hakkında neler söylersiniz?
Aslında basit bir şey söyleyebilirim: Romanın kurgusal açıdan birbirini tamamlamasını, birleşmesini istediğim için farklı anlatım biçimlerini seçtim. Olayın merkezi Hanip ve Asaf gibi görünüyor olabilir, fakat olayın merkezi tamamen meşe ağacıdır.
Roman boyunca Hanip’in elinden meşe palamutları düşmüyor. Parmaklarının arasında sürekli… Hatta Muhtar: “Seni tanıdığım ilk günden beri, şu meşe palamutlarını elinden düşürmüyorsun… Neden” Hanip meşe palamutlarını neden elinden düşürmüyor?
Çünkü anlatan meşe ağacı, şahit olan, Hanip’i durmadan betimleyen meşe ağacı. Bir çift göz ve kulak görevi görüyor diyebilirim.
Romanda unutmak ve hatırlamak önemli iki metafor. Asaf mücadelesini hatırlamak üzerine kuruyor. Halkın belleğini yitirmemesini istiyor ama annesinin Alzheimer olmasına seviniyor. Asaf’ın babası ve kardeşi yıllar önce öldürülüyor, kemikleri bile bulunmuyor. Annesini dünyayı unutması Asaf’ı mutlu ediyor. Bu çelişkili bir durum değil mi? Neler söylersiniz?
Çelişkili bir durum olduğunu düşünmüyorum. Tam da çelişkiye düşürdüğü için mutluyum şu an. Alzheimer bilimsel bir hastalık, unutma hastalığı ise bilinçli bir kapanış. Asaf’ın sevinmesi annesinin daha fazla acı çekmiyor olmasıdır. Asaf’ın toplumu hatırlamaya teşvik etmesi de yaşamı ve toplumun kültürünü öldürmeme üzerine kuruludur. Bu yüzden bir çelişki görmüyorum.
Genelde romandaki anlatıcı ikinci tekil kişi. Neden böyle bir anlatıcı seçtiniz?
Yukarıda da bahsettim aslında, iki anlatıcının birbirini dengelemesi diyebilirim.

Mustafa Orman
“Ayakkabılarını ayvanda çıkarıp kapıyı vurdu”, “Yüzünü avuçlarına aldı, barç ederek uzun uzun öptü” gibi halk ağzını romanda kullanıyorsunuz. Ayrıca Deli Mısto gibi lakaplarda var kitapta. Bunun nedeni hakkında neler söylersiniz?
Yaşadığım kültürde bu tür şeylerle her an karşılaşabiliyorsunuz. Geçmişteki karşılaşmalar, bugünkü karşılaşmaları daha anlamlı hale getiriyor. Bu yüzden bize de kullanmak düşüyor.
Son olarak neler söylersiniz?
Teşekkür ederim emeğiniz ve zamanınız için.
Biz teşekkür ederiz.
Muaz ERGÜ
Mustafa ORMAN
- 1987 yılında doğdu.
- Marmara Üniversitesi, Gazetecilik bölümü mezunu.
- Derdin İncinmesin, Ovada Paldır Küldür öykü kitaplarıyla Annem Gittiğinden Beri Çiçek Ekmiyoruz Bahçeye romanı Everest Yayınları tarafından yayımlandı.
- Ovada Paldır Küldür ile 2020 Fakir Baykurt Öykü Ödülü’ne, Annem Gittiğinden Beri Çiçek Ekmiyoruz Bahçeye romanıyla da 2023 Vedat Türkali Roman Ödülü’ne değer görüldü.
- “Erivan Radyosunun Sesi Nerede?”, “Evler, Yüzler, Taşlar” belgesellerinin yönetmenliğini yaptı. İndependent Turkish’te haftalık yazılar kaleme almaktadır.
Son Yorumlar