Buzluk: “Hikâye Anlatılır, Öykü Yazılır, Gibi Temel Bir Ayrımdan Başlıyorum.”

“Yer Değiştiren Sular” adıyla yeni öykü kitabınız yayımlandı. Çok ilginç ve düşündürücü bir kitap adı. Özellikle günümüzde her şey değişiyor hem de hızla… Aynı kalmıyor hiçbir şey. Bu adı seçmenizde yaşanılan hızlı değişimlerin bir payı var mı? Nasıl yer değiştiriyor sular?

Sıklıkla görünen artık görünmez oluyor. Bir akarsu örneğin, hep oradadır ancak her seferinde başka bir su görürüz. Su hep oradadır ama değildir de.

Bizim su olarak bildiğimizle, suyun içinde olup biten, tükenip çoğalan, gidip kalanlar bir değildir. Bu adın, kitabın genel aurasını taşıdığını düşünüyorum.

Kurguya, öykü atmosferine kafa yoran birisiniz. Öyle ki birbiriyle aynı anlama gelecek şekilde kullanılan hikâye ve öykü sözcüklerini ayırıyorsunuz. Klasik hikâye ve modern öykü ayrımı. Neler düşünüyorsunuz bu konuda? Sizce anlatmak ile yazmak arasında ne gibi farklar var?

Hikâye anlatılır, öykü yazılır, gibi temel bir ayrımdan başlıyorum. Hikâye sözlü edebiyata ait, öykü yazılı edebiyata. Bu ayrım, benim için her şeyi temelinden değiştiriyor. Sözle kurulan, dinleyicide hatırladığı kadar ve hatırladığı biçimde kalır, o nedenle hikâyeci, dil ve anlatımını, örgüyü dinleyicinin imgelemini diri tutmak üzere seçer. Serim-düğüm-çözüm gibi dinleyicide merak uyandıracak, ona “son”u bekletecek bir örgüye gidebilir, her sahne bir sonraki için vardır. Ancak modern öyküde yazar bir metni okura sözcükleriyle teslim eder ve çekilir. Sözcüklerin sınırlı ve tutumlu kullanılmış olması beklenir ki okurun imgelemi de işlek hale gelsin. Çünkü öykü okuru, hikâyenin dinleyicisi gibi aklında kalanla yetinmeyecektir, sözcükler hep oradadır, istediğinde yeniden dönebilir. Bu kez her sahne kendisi için vardır, öykü son için yazılmamıştır.

Öyküde amaç, serim-düğüm-çözüm yapısına bağlanmış dinleyiciye beklediğini vermekten çok, sözcüklerle kurulan bir deneyimde okura sahici bir yaşantı sürdürmek, alışılmadık bir yapıyla, zaman zaman boşluklarla onun da katılımını şart koşmaktır. Böylece hikâye biter ama öykü bitmez, bitmemesi, düşlendikçe, okundukça yeniden kurulabilir olması amaçlanır.

“Yer Değiştiren Sular”da atanamayan öğretmen, kanını satarak geçinmeye çalışan inşaat işçisi, işyerinde kolunu makineye kaptıran işçi, baba şiddetine uğramış kadın, eşi gurbette çalışan yalnız bir kadın, ablasını kaybeden acılı bir kardeş… öykü karakterleriniz yaralı, kaybetmiş, örselenmiş insanlar. Neden böyle karakterleri yazmayı seçtiniz?

Atanamayan öğretmenler, iş cinayetlerine kurban giden işçiler, şiddet mağduru kadınlar… bunlar artık klişe gibi geliyor kulağa. Bu insanları birer istatistik gibi algılamamız ağırıma gidiyor. Bu yüzden, sayıların ardındaki insanı yeniden görmeye ve göstermeye çabaladım.

Verdiğiniz diğer örnekler de dosyanın temalarına uygun düşen karakterler. Bu kitaptaki öyküler beden ve gövde üzerine düşüncelerim eşliğinde kurgulandı. Kayıp ve yas da bu düşüncelere eşlik eden temalar.

“Abla” öykünüzde acıların, yitirişin bir araya getirdiği iki kadın kahraman var. İki kadın arasında kurulan bir bağ… “Bâki Bey Diye Biri” öykünüzde ise toplumun ataerkil duvarlarına çarpan, işini doğru düzgün yapamayan kadın baş komiser “Şerlok Ayhan”… Kadına şiddetin çoğaldığı, kadın cinayetlerinin yoğunlaştığı bu zamanlarda bir kadın olarak neler düşünüyorsunuz? Neler söylersiniz?

Güvende hissetmediğimi, kadın dayanışmasından, kadın hareketinden başka sığınak göremediğimi söylemeliyim. Öykülerimde de bu şekilde karşılık buluyor bu meseleler.

Pelin Hanım “Bayram” adlı öykünüzü okurken diliniz çok etkileyici geldi bana. Çok coşkun, hüzünlü, şiirsel bir dil var. Destansı… Neler söylersiniz bu öykünüzle alakalı?

O öyküde anlatıcı sesi de bir karakter gibi kurguladım. Anlatıcının oralı, belki ölenlerden biri olduğunu düşündüm. Böylece duygusallığımı bir üsluba kavuşturdum sanıyorum. Anadil, bir yaşam alanı, yaşamı sözcüklerle algıladığımız ilk yer. Katliam ve sürgünlere anadil üzerinden yaklaşmak, bittiği söylenen bir zaman diliminde kırımın nasıl sürdüğüne bakmak istedim.

Aslında bütün öykülerinizde var ama özellikle “Şu Anda Buradasınız”, “Bayram”, “Hüseyin’in İfadesi” öykülerinde kurguda kayıplar ve aynı zamanda “Bayram” öyküsünde kayıpların yanında yas imgesi de kendini gösteriyor. Kayıplar ve yas… Neler söylersiniz bu konuda?

Yas, kaybı algılamaya, hazmetmeye de yarıyor. Kaybın tanınması anlamına da geliyor. Devletin anmalara izin vermemesinin, her cumartesi Galatasaray’da kayıp ailelerini gözaltına almasının temel nedenlerinden biri bu. Tutulamayan yaslar, tutulması yasal olmayan yaslar var. Erişilemeyen, asla erişilemeyecek olan cenazeler var. Böyle bir yerde dünyaya gelmiş bir yazar olarak, bu temalar kurgu düşüncelerimde eskiden beri yer etti. İlk kitabımdan beri kayıp, benim için yazmakla tüketilemeyen bir tema oldu.

Bu kitapta ise yas ve kayıp, beden üzerine, bir bedenden ibaret oluşumuz üzerine düşüncelerle harmanlanarak kurgu düşüncelerine evrildi. Kolunu makineye kaptıran işçi de, dere kenarından alınamayan cenazeler de, bir gövdeye dahil olmak üzerine düşünen evsiz de, kanını satan işçi de, sevdiği adamın bir bedenden ibaret olduğuna inanamayan Neval de, memeleri süt dolu bir anneyken kadınlığının izini kendi bedenindeki arzuyla süren Hacer de, uzundur ölen hala da… her bir karakter bu kurgu düşüncelerinin ürünü.

Özellikle “Hüseyin’in İfadesi” öyküsünde Hüseyin’le İsmet’in, “Abla”da Sibel’le Aydan’ın, “Kömür”de Veysi’yle Hamza’nın, “Parkta”da anlatıcı karakterle eylemci gençler arasındaki dostluk, dayanışma, birbirine omuz verme, destek olma hemen dikkat çekiyor. Bu ayrıntıyı olumsuzluklarla dolu bir dünyada umudun var olduğunu göstermek amacıyla mı kurguya kattınız?

Devlet, öteki bellediği herkes için, onları düşmanlaştıran, itibarsızlaştıran, yaşam alanlarını daraltan politikalar geliştiriyor. Bu insanlar giderek yaşamasız bir hayat sürüyorlar, hayatta kalabiliyorlar sadece. Bu yüzden mesela “trans intiharları cinayettir” diyoruz, yaşamalarına izin verilmiyor çünkü.

Geriye bir tek birbirimize uzattığımız eller kalıyor, omuz vermeler, örgütlü mücadele kalıyor. O yüzden “birbirimizin çaresiyiz” bir slogan değil, gerçek. “Dayanışma yaşatır” da öyle. İhraç edildiğimden beri, ifşa sürecinde de dayanışmayla ayakta kaldık, hayatta kaldık. Birçok etik tartışmaya ihtiyacımız olabilir, sayısız insani çıkmazın içinde olabiliriz ancak birbirimizden başka kimsemiz yok maalesef. Umudun var olduğunu mu, o derece umutsuz olduğumuzu mu göstermeye çabaladım, bilemiyorum.

“Halam” öyküsünde “Sokaklar değişmiş, evler çoğunlukla yıkılmış, yerlerini bahçeleri, patikaları ezerek yükselen binalar almış.” diyor kahramanımız. Bugünlerde kentsel dönüşüm adı altında şehirlerimiz birer şantiyeye dönüşmüş durumda. Bitimsiz bir yıkım, betondan dağlarla çevrilen şehirler… Neler söylersiniz bu hususlarla ilgili? 

Bu çok uzun, derin bir konu tabii. Bu söyleşi hacminde sadece hafızayla ilgili kısmına değinebilirim. Hafıza ve hatırlama biçimleri, kayıplardan ve yastan ayrı düşünülemez. Kent kimliğine, uğrak yerlerine, yaşanmışlık, aidiyet hissi veren her şeye yöneltilmiş değişim, dönüşüm adı altındaki saldırılar, yersiz yurtsuzluk hissini körüklüyor.

Ben kırk yaşında bile değilim ama çocukluğumun Ankara’sı büyük oranda yok oldu. Bu his başka yersizlik, yurtsuzluk, güvensizlik hislerine ekleniyor. Ama bu, “bugünlerde” olan bir durum değil sadece. Ankara “yoktan var edilmiş tek şehir” değildi. Sadece 1916 büyük Ankara yangınını düşünsek bile bu argüman dağılır gider. Hafızayı değiştirme çabasının bir ürünüdür o marş/şarkı. Devletler, yerleşim yerlerinin yüzünü, kimliğini, adını değiştirmeyi ideolojik bir aygıt olarak da kullanıyor. Beton ve inşaat sevdasına, bu sektörlerden kazandıklarına ek olarak bu da söylenmeli.

Muaz ERGÜ

Pelin BUZLUK

    • 1984’te Ankara’da doğdu.
    • ODTÜ Çevre Mühendisliği Bölümü’nü bitirdi.
    • Öykü ve yazıları 2002’den bu yana çeşitli dergi ve seçkilerde yayımlandı.
    • Deli Bal (2010) adlı ilk öykü kitabı Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü’ne, ikinci öykü kitabı Kanatları Ölü Açıklığında (2012) Selçuk Baran Öykü Ödülü’ne, üçüncü öykü kitabı En Eski Yüz (2016) ise Sait Faik Abasıyanık Hikâye Armağanı’na layık görüldü.
    • Öykülerinden bazıları İtalyanca ve İngilizceye çevrilerek çeşitli dergilerde yayımlandı. İlk üç kitabından bir öykü seçkisi Almancaya çevrildi, Wahnsinnige, Schwingen, Visagen (2023) (Deliler, Kanatlar, Yüzler) başlığıyla yayımlandı.
    • “Öykülerle Türkiye Tarihi”, “Öykülerde Ev Tema’sı”, “Öykülerde Toplumsal Cinsiyetin İzinin Sürülmesi” gibi atölyeleri yürüttü.
    • “Paydos Vakti” başlıklı, işçi sanatçılarla söyleşilerden oluşan bir podcast serisi hazırladı.
    • Belli aralıklarla “Öykü Üzerine 5 Hafta” başlıklı semineri yürütüyor.
    • 2019’dan beri Ankara Öykü Günleri’ni düzenleyen ekipte yer alıyor.
    • Senarist, serbest editör ve sera gazı uzmanı olarak çalışıyor.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *