Çiçekçi: “Yazarken Seni Sıkan Her Şeyi Sil”

“Beşerbazın Mârifeti” ilk romanınız. İlk yayınlanan kitabınız olmasına rağmen çok cesur davranıp farklı bir üslupla fantastik bir hikâye kaleme almışsınız. Yalnızca fantastik demek eksik kalır aslında bilimkurgu, anı, psikoloji, büyülü gerçeklik gibi yazın türlerini de kullanıyorsunuz. Farklı zamanlarda, farklı coğrafyalarda yaşamış karakterleri kitabınız sayfalarında birarada görüyoruz. Yada zamansız karakterlerin bir araya getirilmesi de diyebiliriz. Nedir Beşerbazın Mârifeti? Kitabınız ve kitabınızın ortaya çıkma süreci hakkında neler söylersiniz?

Öncelikle çok teşekkür ederim, kıymet verip dil, üslup ve tarz açısından değerlendirmede bulunduğunuz için. Siz şimdi ‘cesur’ olarak tanımlayınca ben de kendime sordum “Gerçekten cesaret miydi bu yaptığım?” diye.

İlk defa roman yazdığım için henüz neyin zor neyin kolay olduğunun veya ne türde yazdığımın bilincinde değildim açıkçası. Yazdıkça ben de; öykündüğüm ve hayranı olduğum yazarların dilinin kalemime bulaştığını fark etmeye başladım. Başlarda bu hem hoşuma gitti hem de “yoksa bilmeden taklit mi ediyorum?” endişesi yaşattı fakat yazdıkça, kendime müdahale etmemem gereğini ve doğalında akan ne varsa engel olmamayı üslup belledim.

Kendime tanıdığım o özgürlük alanı tür, dil, zaman, mekân bağımsız bir hikâye anlatabilmemi sağladı ve içime sinen bir metin ortaya çıktı. Tabii bir yandan da her ne kadar yazın türü açısından bilinçli bir cesaret göstermemiş olsam da bunca usta kalemin, büyük eserin arasında “Ben bir roman yazdım” diye ortaya çıkmak zaten başlı başına bir cesaret gerektiriyor.

“Beşerbaz: Malzemesi beşer olan zanaat ustası.” Romanınızın başındaki bu cümle ne anlatmak ister okura?

Kitabın ana karakteri Hulki, insanlar üzerine çalışan ve zanaatını bu yolla, diğer insanlar vesilesiyle ortaya koyan birisi. Bir nevi, enstrümanı insan olan bir müzisyen, ya da malzemesi insan olan bir çömlekçi. Bu türden bir zanaat var olmadığı için kendimce bir isim bulma gereği duydum. ‘Beşer’ yani insan ve Farsça’da oynayan, yapan, eden anlamlarını veren ‘baz’ ekini kullanarak da beni de şaşırtan ve sanki zaten hep vardı gibi hissettiren bu kelimeyi buldum.

Beşerbaz; insanla oynayan. İnsandan insan yapan bir zanaat ustası diyebiliriz kısaca.

Arlin Hanım romanda ara ara felsefe de yapıyorsunuz. Adorno’ya atıflar var, hikâyenizin baş karakteri Atlas’a konan “Nostalji Sendromu” tanısı var; “Eve dönüş ıstırabı”… Gerçi kitabın sonlarına doğru bu teşhisin doğru olmadığı Atlas tarafından ifade ediliyor. Doğmuş olmayı suç gören ve doğumundan sonrasını reddeden bir çocuk… Neler söylersiniz?

Atlas benim için çok öğretici bir karakter oldu. Yazdıkça, doğarken yetim kalmış 18 yaşında bir çocuğun dünyasına girmeme ve kendimi onun yerine koyarak çok derin hisler duymama vesile oldu. Atlas her ne kadar kurgu bir karakter olsa da eksikliği, yoksunluğu, yarası öyle gerçekti ki hissetmemek, ortak olmamak elde değildi. Ölümle daha doğarken tanışmış, sevdiklerini kaybetmenin ne olduğunu henüz sevme şansı bile olmadan öğrenmiş bir çocuk. Benim mevcut hayat deneyimimle anlayabileceğim türden bir acı değildi bu. O yüzden onun geçtiği bütün duygu durumlarından samimiyetimle geçtim. Anlamaya çalıştım.

Ben yazdıkça, sorguladıkça, Atlas’ı tanımaya çalıştıkça o da kendini buldu, neyi niye yaptığını, nerelerden eksik olduğunu benden daha net görmeye başladı. Sizin de dediğiniz gibi kitabın sonunda da yazarın yani benim ona atfettiğim ‘Nostalji Sendromu’ tanısını reddedip kendi teşhisini koydu. Bir nevi başkaldırdı. Bu dirençten doğan değişimi görmenize de çok mutlu oldum.

Karakter yaratmanın en güzel yanı bu sanırım. Ondan bir şeyler öğrenebilmek. Ben Atlas’tan çok şey öğrendim.

Romanda eski ve yeni, klasik ile modern içiçe geçmiş bir vaziyette. Bir yanda antika eşyalar, antika bir yüzük bir yanda bilgisayarlar, yazılımlar, karbon ses kayıtları, dijital beyin destek ünitesi… Bu iki farklı zamanı nasıl bir araya getirdiniz?

Açıkçası bu da bilinçli bir tercih değildi ama içinde gezindiğim zamanların atmosferi kendi özgün dokusunu getirdi ister istemez. Yeni yeni deneyimlediğim ve keşfettikçe büyülendiğim yazma eyleminde sanırım kendime tek bir sınır çizdim, sadece bir kural belirledim. “Yazarken seni sıkan her şeyi sil.”

Yazarken sıkılmamak ve motivasyonumu ayakta tutmak için de yeni yeni oyuncaklar bulmak gereği doğdu. Yani sadece okuru değil yazarken beni de şaşırtacak, bana da yeni dünyalar açacak konularda gezinmeye çalıştım. O yüzden hem bilmediğim ‘geçmiş’ hem de bilemeyeceğim ‘gelecek’ metnin ana hattını oluşturdu ve dolayısıyla oralarda bulduğum oyuncaklar da büyük yer kapladı.

Roman boyunca genel kabullere, genel geçer doğrulara bir eleştiri, bir muhalefet var. Günümüzde insanın yeniliğe açık olması, sürekli öğrenmesi gerektiği ısrarla vurgulanıyor. Siz insan yeniliğe ve öğrenmeye açık değil iddiasındasınız. Ne kadar az bilgi o kadar huzur diyorsunuz. Nedir bunun hikmeti? Neler söylersiniz?

Bu zaman zaman kendimde de yakaladığım bir eksiklik. Bir çok konuda, açık fikirli olduğumu sanarken kimi ayrıntılarda tutucu bir tavır sergilerken bulabiliyorum kendimi ve bu eksikliği zaman zaman aydın, öncü diye kabul ettiğim, fikrine kıymet verdiğim kanaat önderlerinde bile gözlemliyorum. Belli başlı toplumsal birkaç dogmayı reddedebilmiş olmanın gururu, kendimizi başkaca fikirlere de açık olmak gereğinden muaf görme tehlikesine düşürüyor sanki. Toplumun en muhalif, en sorgulayıcı kesimlerinde bile kendi mahallesinden ötesini dinlememe, öğrenme iştahı taşımama ayıbı var. Okurken, dinlerken veya araştırırken, öğrenmekten ziyade zaten ‘doğru’ bildiğimizi onayacak, tasdik edecek, fikrimizi anlatırken elimizi güçlendirecek kaynaklara yönelme eğilimindeyiz diye düşünüyorum.

“Beşerbazın Mârifeti”nde baş döndürücü mekânlar var. Buralar aynı zamanda tarihî mekânlar. İstanbul, Beyoğlu, İstiklal Caddesi, Fas, Marakeş, Kazablanka, Agadir, Amsterdam… Romanınızdaki mekânlarla ilgili neler söylersiniz? Neden böyle mekânlar?

Beyoğlu başlı başına büyülü bir yer. Bir kısmı bile olsa, İstanbul’da geçen tarihi bir roman yazınca Beyoğlu ister istemez baş role kuruluyor hemen, yazana pek seçme hakkı da tanımıyor.

Romanı yazmaya başladığım sıralarda bir iş seyahati vesilesiyle gezip görme şansı yakaladığım Fas’ın şehirleri de aynı şekilde. Kendisiyle tanışan insana onu anlatmama şansı tanımıyor. Çok özgün, dokusu hâlâ çok gerçek mekânlar bunlar. Nasıl ki enteresan biriyle tanıştığınızda hemen onu arkadaşlarınıza anlatma ihtiyacı duyarsınız. Beyoğlu, Marakeş, Agadir de şahsiyeti olan özgün yerler. Dolayısıyla bu mekânlar, romanda; özgünlükleriyle ve büyülü vaatleriyle ‘rol çaldılar’ diyebilirim.

Yaşar Kemal’in “Yer Demir Gök Bakır” romanı ve Van Gogh’un “Sarı Ev Tablosu” romanınızda önemli iki karaktere dönüşmüş. Neden “Yer Demir Gök Bakır” romanı ve “Sarı Ev Tablosu”?

Resim sanatında çok bilgili ve ilgili olmama rağmen Van Gogh müzesine gittiğimde ve eserlerini görme şansı elde ettiğimde etkisinden uzun süre çıkamamıştım. Van Gogh’un, duygusallığıyla, kırılganlığıyla, hayalleriyle sanatçı naifliğini çok iyi temsil eden bir ressam olduğunu düşünüyorum. Bu özel sanatçının kendine en yakından baktığı, kendi hayatına bir ayna tuttuğu eserinin de oto portreleri bile değil de bu Sarı Ev tablosu olduğunu hissetmişimdir hep. Roman yazarken de insan ister istemez kendi dağarcığından, bildiğinden, bilmek istediğinden, anlam atfettiğinden çekip alıyor hikayesini ve karakterlerini. Van Gogh da Sarı Ev tablosunu koltuğunun altına kıstırarak işte böyle girdi hikâyeye.

Yaşar Kemal için de durum aynı. İnce Memed’i okuduğumda yaşadığım edebi haz ve diğer kitaplarını okumakla büyüyen hayranlığım o kadar etkiliydi ki edebi bir kanala girip de onun yaşattığı duygulardan beslenmemek mümkün değildi zaten.

Yer Demir Gök Bakır, yazdığım hikâyenin dertlerinden biri olan ‘inanmak’ etrafında yazılmış en önemli eserlerden biri. Dolayısıyla hem Yaşar Kemal’in kaleminden çıkmış, hem de benim derdimi zaten yıllar önce dert edip muazzam bir hikâye anlatıcılığıyla paylaşmış bir eser oluşuyla, haklı olarak hikayede çok özel bir role oturdu.

Yaşar Kemal’in de Ahmet Hamdi Tanpınar’ın da hikâyeye girme sebepleri hem üzerimdeki halihazırdaki bu türden etkileri hem de sanırım biraz da onlardan icazet alma çabasıydı. Bir nevi onlara “Ben bir roman yazmaya cüret ettim ama bu densizliğim affola, siz büyüklük gösterin ustalarım olarak gelin başımda durun.” deme ihtiyacı duydum sanırım. 

Beşerbazın Mârifeti ‘ni konuştuğumuz söyleşi için teşekkür ederim.

Biz teşekkür ederiz Arlin Hanım.

Muaz ERGÜ

Arlin ÇİÇEKÇİ

    • 23 Ocak 1981 tarihinde İstanbul’da doğdu.
    • Feriköy İlköğretim Okulu ve Pangaltı Ermeni Lisesi’ni bitirdi.
    • İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi, Radyo TY Sinema Bölümünü bitirdi.
    • 8 yıl çeşitli TV ve prodüksiyon şirketlerinde kurgucu ve yönetmen yardımcısı olarak çalıştı.
    • 2008 yılında Microsoft ile başlayan bilişim teknolojileri sektöründeki kariyeri halen aynı firmada, Ortadoğu ve Afrika Bölgesi-Bulut Pazarlama görevi ile devam ediyor.
    • Beşerbazın Mârifeti (Kasım 2021) ilk romanı.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir