Doruk: “Öykülerimde Sahne Kurmayı, Karakterleri Konuşturmayı Seviyorum.”

Öncelikle yeni kitabınız “Âlemciler” hayırlı olsun. Umalım okuru bol olsun. Kahramanlarınızı (Kör Ethem, Uzatmalı İşsiz İsmail, Ebleh Hasan, Şaşı Ömer vb.) özellikle zihinsel ve bedensel engelli tiplerden mi seçiyorsunuz? Bu durumun, öykünün mesajının anlaşılması bakımından herhangi bir işlevi var mı?

Teşekkür ederim. Adında lakap taşıyan karakterlere bazı öykülerimde rastlanır, evet. Zihinsel, bedensel engelli olsunlar diye özellikle seçmem onları. Ebleh Hasan, Şaşı Ömer ve Kör Ethem. Bu üç karaktere, ana karakterlerin mahalle arkadaşları olarak birkaç öyküde rastlarız.

Mahalle kültüründe vardır. Adam kördür. ‘Kör Ethem’ diye anılır. Kendisi dışında herkes onu böyle tanır. Engellidir ama güçsüz, zavallı biri değildir, o yöre hırsızlarının ‘şahı’dır, ‘reis’idir. Ethem’in kendisine “Kör Ethem” diye seslenemezsiniz. Bu bir saygı gereğidir. Ethem, ‘Kör Ethem’ diye anılmaktan rahatsızlık duymaz; hatta bunu bir ‘nam’ olarak kabul edip gizli bir gurur da duymaktadır; ama yüzüne ‘Kör’ derseniz, bunu hakaret sayar. “Ethem” ya da “Ethem abi” diyeceksiniz.

Malum, modern öykü, olay öykücülüğünden durum öykücülüğüne evriliyor. Bu yönelişin bir sebebi öyküye şiirsel tatlar eklemekse bir diğer sebebi de okurun derinlikli metinlerle düşünmesini sağlamak. Sizin öyküleriniz her ne kadar olay ağırlıklı hikâyeler olsa da didaktik bir hamasete kaçmadan, ince bir tevazuuyla okuru felsefi bir düzleme de çekebiliyor. Bunu nasıl başarıyorsunuz?

Olay öyküsü mü, durum öyküsü mü? Hikâye mi, öykü mü? Bu konular çok tartışıldı. Olay ya da olaylar anlatırsınız. Serim, düğüm, çözüm planını uygularsınız. Olaya girilir, geliştirilir, bir gerilim yaratılır, çatışma olur, sonra bir çözüme varılır; bu, geleneksel bir yaklaşımdır. Bu tarzın Cumhuriyetin ilk döneminde yazılmış, o dönem ustalarınca ilmek ilmek örülmüş güzel örnekleri vardır.

Ama günümüz öyküsünün vardığı noktada dilin inceliklerini göz ardı ederek, yaşanmış bir hikâye aktarırsanız ya da yaşanabilir bir olayı dümdüz anlatırsanız bu çok yavan bir anlatım olur, okurun imgeleminde bir şey bırakmaz. Öte yandan, durum öyküsü diye yazarsınız, ‘iç dünya’ diye anlattığınız şey okurun içini bayıltan gereksiz söz kalabalığına, gereksiz ayrıntılara, yazarın fantezilerine, sıkıcı bilgilere dönüşebilir.

Ben olay ve durumu, özle biçimi, birbiriyle iyice karılıp öykünün temeline dökülen bir harç gibi görürüm; canlı bir varlığın yaşaması için etle kemiğin birbirinden ayrılamaması gibi. Öykülerimde de belli bir zaman dilimi içinde, belli bir mekân ve atmosfer içinde tek ya da az sayıda karakterle yapmak istediğim budur: olayın üstündeki örtüyü kaldırıp yaşanılanın durumuna bakmak, görmek ve göstermek. Şiirsellik, öykü diline şiir dili katmaktan ibaret olmamalı bence. Ölçüsü kaçınca öyküde sırıtabiliyor, şairaneliğe dönüşebiliyor.

Şiirsel yazmanın yanı sıra şiirsel bakmak da önemli diye düşünüyorum.

Cumhuriyet’in ilk dönem öykücülerinin çoğu öyküye “öğüt verme, ders verme, sonuç çıkarma” işlevi yüklemişlerdi. Günümüzde çok olmasa da bu anlayışı devam ettiren öykücüler var. Hâl böyle olunca da esasen bir dil senfonisi olan öykü, asıl mecrasından çıkarılıp şairin, “bülbülü eti için öldürmek” dediği duruma düşürülüyor. Sizin öykülerinizdeki latifeler hemen her sohbette kullanılabilecek argümanlardan oluşmasına rağmen, finalde alınması gereken dersi söylemiyor; tarafsız bir gözle tüm sorumluluğu okura yüklüyor. Bu teknik, bilinçli bir seçim mi, yoksa kaleminizin özgün doğasının bir sonucu mu?

Bilinçli yapmaktan ziyade benim tarzım diyelim, hep böyle oldu. Sahne kurmayı, öykünün kendi dünyasında, yaşanacakların hayatın doğal akışı içinde yaşanmasını seviyorum. Bazen benim bile bir sahneyi kurduktan sonra geriye çekilip acaba daha ne yaşayacak, ne konuşulacak diye heyecanla, merakla izlediğim oluyor, öykü, belli bir yerden sonra beni de peşine takıp götürüyor.

Okurun son cümleden sonra kendince bir çıkarım yapmasını öykünün doğasına uygun görüyorum. Okur, yazarın ders vermek istediğini hissederse öykü okuma keyfi birden kaçabilir, öyküden ânında soğuyabilir.

Hemen her öykünüzde sımsıcak yârenliklerden damıtılmış bir dostluk havası var. Belli ki bu diyaloglara oldukça aşinasınız. Yazarlık bir bakıma “iş” sayıldığına göre öykülerinize bu türden ilhamlar alabilmek için herhangi bir toplulukla oturup kalkıyor musunuz ya da bu öyküleri halkın arasından mı derliyorsunuz?

Masa başında düzenli oturup sistemli çalışan biri değilim; bu, yazı konusunda benim için olumsuz bir durum mu diye düşündüğüm, sistemli, programlı çalışan arkadaşlara imrendiğim olmuştur. Sonra anladım ki benim tarzım bu, başka türlü yazamıyorum. Yolda, kahvede, sokakta, otobüste, her yerde çalışabilir, düşünebilir, yazabilirim.

Yirmili, otuzlu yaşlarda esnaflık yaptım, pazarcılık yaptım, kıyı mahallelerden, halktan dostlarım, arkadaşlarım oldu, hâlâ zaman zaman yanlarına uğrar, takılır, sohbetlerine, muhabbetlerine katılırım. Onlarla birlikteyken yazar-okur kimliğimi açıklamam, o konuya girmem, sorarlar, geçiştiririm, onların dışına çıkıp özel biri gibi görünmemeye çalışırım. Zaten hep öyleydim, ben de o mahallelerde büyüdüm, hayatım edebiyatla kesiştikten sonra da onlardan biri olarak yaşamayı sürdürdüm. Bu yaşam biçimim yazı hayatıma, öykülerime de yansıdı elbet; işin kaynağında yazıyorum çünkü. Öykülerimde diyalogun, insan ve mekân betimlemelerinde sözünü ettiğiniz doğallığın özü buralardan geliyor sanırım.

Ünlü öykücüler (Sait Faik Abasıyanık, Memduh Şevket Esendal, Edgar Allen Poe, Guy de Maupassant, Luis Borges…) gündelik hayatlarında yaşadıklarını, anılarını birebir anlatsalar bile, kalemlerinin büyülü gücü sayesinde o anılar seçkin birer öyküye dönüşür. Sizin kaleminizin gücünü de göz önüne alırsak, öykü yazarken bu türden deneyimler yaşıyor musunuz, yani öykü için anılarınızdan faydalanıyor musunuz?

Bir yazarın, yaşadıklarından, ilişkilerinden, çevresinden, anılarından başka verimlendiği daha iyi bir kaynak var mıdır, bilemiyorum. Yüzlerce kitap okuyun, tarihi, felsefeyi, sosyolojiyi, psikolojiyi hatmedin, hiç yaşamadan yazın, yazdıklarınız kuru, yavan, sıcaklıktan, içtenlikten yoksun şeyler olmaktan, birtakım bilgiler vermekten öteye geçmeyecektir.

İyi edebiyatı yaşamasız düşünemiyorum. Çok gezebilir, çok okuyabilirsiniz ama insanların yanına, aralarına sokulmadan, onları anlamadan, dinlemeden, muhabbet etmeden o içtenliği ve sıcaklığı yakalayamazsınız.

Bir yazarın okur kitlesini oluşturması hakkında neler düşünüyorsunuz? Örneğin, kendi okurunuzu hangi kıstaslara göre belirliyorsunuz ya da tersinden sorarsak öykülerinizi belirli bir eğitim almış okura göre mi düzenliyorsunuz?

Bunu hiç düşünmedim doğrusu. Ama şu bir gerçek: öykü okurunun deneyimli, birikimli bir okur olduğunu düşünüyorum. Öykü çabuk tüketilen kolay bir tür değil çünkü, okur açısından üzerinde düşünmeyi, irdelemeyi, çıkarsamalar yapmayı, katılmayı, anlamlandırılmayı isteyen bir tür.

Öykülerinizde bilinçli-bilinçsiz kurgulanmış sinemasal bir hava var. Sinemayla ilişkiniz nedir? Yoksa bu sizin doğal yeteneğinizin bir parçası mıdır?

Sinemayı çocukluğumdan beri severim, sinemanın halkla iç içe olduğu bir dönem de geçti çocukluğum ve ilk gençliğim. Oyuncu olmayı çok isterdim, olmadı, yazıyla kesişti yolum. Oyunculuk çocuklarıma nasip oldu. Bunun da etkisiyle belki, sizin de vurguladığınız gibi öykülerimde görsel bir yan bulunduğu hep söylenir.

Sahne kurmayı, karakterleri konuşturmayı, gizemli, görsel bir atmosfer yaratmayı seviyorum.

Öykülerinizin birçoğunda, teatral bir sahne kurup olayları hemen hemen aynı karede bitiriyorsunuz. Mekânın ve şahıs kadrosunun sınırlı olmasına rağmen, gerek öykünün derinliğini gerekse şahıs kadrosunun olmayan kalabalığını, Tanpınar’ın deyişiyle “Sahnenin Dışındakiler”le mi sağlıyorsunuz? Yani, okuduğumuz öyküde küçücük bir olay, birkaç kişi varken sanki bu mesele ulusal bir sorunmuş gibi işleniyor metinlerinizde. Dolayısıyla da verilmek istenen mesaj, okura oldukça etkili geçiyor. Az önce sinema için sorduğumuz soruyu tiyatro için de tekrarlasak yanlış olmaz. Hayatınızda tiyatronun yeri nedir, bu sanat dalıyla herhangi bir ilginiz oldu mu? Zira yukarıda bahsettiğimiz şeyler tiyatroya ait unsurlar. Hatta bana kalırsa Zafer Doruk öykücülüğünün en belirgin özelliği de budur.

Öykülerim genellikle şehrin nabzının hızla attığı, hayatın yumuşak karnı olan, çok renkli, hareketli, görsellik taşıyan yerlerde mahallelerde, sokaklarda… Bir sahne kuruyorsunuz, sahnede bir ya da iki kişi var, ama dekoru, tabloyu tamamlayan, boşluğu dolduran birçok şey görüyorsunuz: çevre, mekanın atmosferi, sokakta yürüyenler, koşanlar, kapı önlerinde oturanlar, kavga edenler, konuşmalar, sesler… Bütün bu şeyler birleşince öyküyü bütünlüyor, bir derdi, bir meseleyi anlatıyor.

İçimde öteden beri var olan tiyatro ve sinema tutkusu edebiyatla hemhal olunca kardeşimin ve üç oğlumun uğraş alanı oldu, benim de iyi bir izleyici olarak ilgi alanımın içinde kaldı. Gençliğimde bir tiyatro oyunu yazdım, amatör bir topluluk tarafından sahnelendi, hepsi bu. Öykü yazma tutkusu başka bir sanat dalını birebir uğraş edinmeme izin vermedi.

Öykülerinizde  zaman, mekân, şahıs kadrosu, tema gibi kurmaca eserlerinin ana unsurları hep bir altın oranda seyrediyor. Diyaloglar, tanımlamalar, betimlemeler, Atasözleri ve deyimler, göndermeler, çağrışımlar gibi metin içi fonksiyonel birimlerde bile bu ölçü birbirine senkronize gelişiyor. Böyle olunca da ortaya kusursuz metinler çıkıyor. Buradan hareketle genç öykücülere, mükemmel bir öykü kurgulayabilmek için gerekli dengenin nasıl sağlanabileceği konusunda önerileriniz nelerdir?

Öykü, içinde bulunduğumuz dijital ve teknoloji çağının insana zaman bırakmayan bunaltıcı ve yabancılaştırıcı etkisine  karşı insana zaman kazandıran ve hızı azaltan önemli bir yazın türü. Bu gücü, kısa bir zaman dilimi içinde okurun zihninde yoğun ve güçlü bir düşünce alanı yaratmasından geliyor. Gençler öyküye giderek daha ilgi gösteriyor, bunu çeşitli etkinliklerde, kitap seçimlerinde, öykü yazma isteklerinde, dergilerde görüyorum.

Öykü, kendisine yaramayan, bütüne katkısı olmayan, özüne anlam katmayan fazladan bir sözcüğü bile kabul etmez. Öykünün her bir unsurunu yerli yerinde kullanmalı ve bir dengeye oturtmalı. Öykü yazmak, okumak zor olduğu kadar da keyifli bir uğraş. Öykü türünün sırrına erişirseniz zamanla bırakamayacağınız bir tutkuya dönüşüyor. Arayış içinde olursanız, öykünün biçim konusunda var olan sınırsız  olanaklarından yararlanabilirsiniz. Gençler bu olanakları elde etmek için bol bol öykü okumalı, okuduklarının üzerinde düşünmeli, yazma biçimlerini, anlatım tekniklerini incelemeli.  

Öykülerinizin birçoğu toplumcu-gerçekçi anlayışı yansıtan dışa dönük öyküler. Böyle olunca da okur, bireysel bunalımları işleyen metinlerdeki sıkıntıyı, sizin öykülerinizi okurken yaşamıyor. Belirli gruplara yaptırdığınız muhabbetlerin satır aralarında kimi olanaksızlıklar, onulmazlıklar da dile getirilmiyor değil ama siz bunu yaşama sevinci içindeki güleryüzlü tipleri konuşturarak yapıyorsunuz. Bu durum da şöyle bir handikabı beraberinde getirmez mi: Metinlerden o diyalogları çıkarınca, olumsuz psikolojiyi verebilecek alaca karanlıklı mekânlar ya da portre betimlemelerine ihtiyaç duyulmaz mı? Dolayısıyla sizin öykülerinizin ana ekseni, sıkça Karagöz  tekniği kullanılan diyaloglardır, desek yanlış olur mu?

Diyalog, bana göre öykünün önemli unsurlarından biridir. Karakterleri konuşturarak bir olayı veya bir durumu kendi doğal akışında, nesnel bir bakış açısıyla izleriz. Diyalog, öyküde okur için karanlıkta kalan noktalara ışık tutma, içinde bulunulan bir durumu belirtme, bir ilişki durumunu sezdirme gibi işlevlerinin yanında karakterin iç dünyasını, ruh halini, sosyal, kültürel kimliğini de yansıtır.

Metinden diyalogları çıkarıp olayları anlatıcı yazarın gözünden ve bilincinden dolaylı da anlatabiliriz ama diyalogun öyküye bir sahicilik, içtenlik ve doğallık kattığı da yadsınamaz bir gerçek; yerinde ve ölçülü kullanmak koşuluyla tabii.

Teşekkür ederiz.

Muaz ERGÜ

Zafer DORUK

    • 1956 yılında Bitlis’te dünyaya geldi.
    • Henüz bir yaşındayken ailesi Adana’ya yerleşti.
    • Ömrünün elli iki yılını bu şehirde geçirdi.
    • Adana Erkek Lisesi’ni bitirdikten sonra hayata atıldı, yirmi iki yaşında evlendi, üç çocuğu oldu.
    • Fabrika işçiliği yaptı, ayakkabı mağazası açtı, işleri bozulunca kapattı, işportada terlik sattı.
    • 1995’te “Bir Uçumluk Kanat Lütfen” adlı dosyasıyla Orhan Kemal Öykü Ödülü’nü;
    • 2000 yılında bir öyküsüyle Oktay Akbal Öykü Ödülü ikinciliğini kazandı.
    • 2002’de Çal Dedim Klarnetçi Çocuğa,
    • 2004’te Aşkgüzar,
    • 2006’da Soyka,
    • 2012’de Beyaz Atlı Geceler, 
    • 2019’da Kimselere Yâr Olmayan Kuşlar,
    • 2021’de Karsambaç,
    • 2024’te Âlemciler adlı öykü kitapları yayımlandı.
    • “Soyka” adlı öyküsüyle Abdullah Baştürk İşçi Öyküleri Ödülü’nü aldı.
    • Bir öyküsü, Avustralya’da 42 dilde yayın yapan SBF radyosu tarafından düzenlenen uluslararası öykü yarışmasında Türkçe dalında birinci oldu.
    • Seçme öyküleri Ay Işığının Bilirkişiliği adlı kitapta derlendi.
    • 2008 yılında İstanbul’da yaşamaya başladı.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir