Elmasoğlu: “Aşk Eninde Sonunda İnsanı Kendisiyle Karşılaştırır”

“Yarım Kalan Hikâyeler Kütüphanesi” romanı ilk kitabınız olmasına rağmen hepimizin yaşadığı ve neredeyse kendimize bile anlatmaktan korktuğumuz derin meseleleri ele alıyor. Çocukluk, çocuklukta anne ve babayla kurulan ilişki, ileriki yıllarda tamamlanamamışlık… Hepimizin bir hikâyesi var ve yaşam boyu bu hikâyeyi dinleyecek, bizim hikâyemizi dinlemeye değer bulacak birilerinin arayışı içindeyiz. Bizi dinleyen birini bulamazsak, hikâyemizi paylaşamazsak yarım kalıyoruz; Aynı evi, aynı ortamı paylaşsak bile. Böyle bir roman yazmak nereden geldi aklınıza? Roman yazma düşüncesi nasıl oluştu?

Kendimi bildim bileli yazmayı, anlatmayı seven biriyim. Yıllar önce çok okunan bir blog sayfam da vardı, çeşitli mecralarda yayınlanan öykülerim de… Genellikle insana dair, insan olmanın türlü hallerine dair yazmayı seven biri oldum. Dolayısıyla yazmak benim için hayatın akışı içinde hep var olan bir şey, yıllar içinde yazdıklarımın, çizdiklerimin, yaşadıklarımın ve düşündüklerimin vardığı nokta da bu ilk kitap oldu diyebiliriz.

Romandaki hiçbir karakter ya da anlatılan ilişkinin gerçek yaşamımda olup bitenle bir ilgisi yok ama özellikle ilişkilere, vazgeçmeye, kalmaya ya da gitmeye dair yazdıklarım yıllardır kendimle, yaşamla, ilişkilerle ilgili hissettiklerimle, düşündüklerimle, yaşadıklarımdan süzdüğüm bir çok şeyle ilgili. Bir de bir takıntım var; ben kitapları yarım bırakamıyorum. Çocukluğumdan beri böyle bu. Bir arkadaşım “sevmediğim bir kitabı bitirecek kadar uzun bir hayatım yok benim” demişti, haklı aslında. Ama bende öyle işlemiyor, ben yarım bırakamıyorum. Tüm bunlar bir araya gelip işin içine hayal gücü de eklenince “Yarım Kalan Hikâyeler Kütüphanesi” doğdu.

Romanın ana düşüncesinin etrafında geçtiği yarım kalmak, tamamlanamamak, vazgeçmek gibi kavramlara kısaca değinebilir misiniz? 

İnsanın yalnız başına da bir bütün olduğu fikrine çok katılmıyorum. İnsanın yalnız olsa da mutlu olabileceğine katılıyorum ama gerçekte herkes kendini anlatacağı, kendini dinleyecek birini arar. Her ne derinlikte olursa olsun, insan kendini paylaştıkça çoğalıyor. Dostlarınızla, çocuklarınızla, sevdiğinizle, ailenizle, işinizle, uğraşınızla tamamlanabilirsiniz, bütün olmak sadece sevgililiğe dair bir mesele değil.

Herkesin her şeyi çok kolay tükettiği zamanlardayız, hepimiz yaralı, hepimiz arızalıyız. İnsanların tahammülleri çok azaldı; birbirlerine, tüm dünyaya… Ben kolay vazgeçmeyen biriyim, zor gelen şeylerden kaçmak, vazgeçmek için bahaneler bulmak, benimsediğim bir şey değil. Bir iletişimi, bir ilişkiyi, bir uğraşı, sürdürmek için istekli olmak, canlı tutmak için çabalamak, emek vermek ile o duruma katlanmak arasında dağlar kadar fark var. Fakat herkes kendinden, acılarından, içindeki boşluktan kalabalıklara kaçarken, kim neyi nasıl fark etsin? 

Roman o kadar gerçekçi ve anlattığı dünyanın diline o kadar hâkim ki bir kurgudan ziyade yaşanmış şeylerin kaleme alınması gibi. Romanda sizden, sizin hayatınızdan parçalar var mı? Yoksa tamamen kurgu mu? 

Romandaki hiçbir karakter ya da durumun hayatımda izdüşümü yok. Ne Deniz gibi bir kız çocuğuydum ben, ne de annem ile ilişkim benzerdi. Ne anne baba hikayem aynıydı ne de karşılaştığım seçimler. Hikâyede hayatımdan parçalar yok, ama tüm hayatım boyunca biriktirdiğim hisler var, düşünceler var. Ah! Ondan habersiz eve Migros’tan tabak aldığım için bana küsen bir sevgilim olmuştu ama çoktan tamamlanmış bir hikâye olduğu için olsa gerek, unutmuşum! (Gülüyor)

Romandaki ana karakter Deniz çocukluğundan bu tarafa çok yalnız. Deniz yalnızken hep deniz ve denizde bir gemi hayali kuruyor. Yalnızlık, deniz ve gemi… Bu hususta neler söylersiniz?

Kendimi galiba en iyi hissettiğim yer Deniz. Denizi sevdiğim birini özler gibi özlerim ben. Sabaha karşı bir teknede dalgaları yararak yol alırken ufuktan doğan güneşe, dalgaların köpüğüne, gökyüzündeki parlaklığı yitmekte olan aya bakıp da Dünya’nın ne kadar güzel bir yer olduğunu kalbimin tam ortasında hissettiğim zamanlar bana yeni umutlar verir, yeni hayaller sunar. Deniz insanlığa bir armağandır bana göre.

Pınar Hanım insan özellikle de çocuklar neden hayal kurar? Neden insan kitaplara ve masallara sığınır? Buna gerçek hayattan kopmak, hayatla bağları zayıflatmak sebep oluyor diyebilir miyiz?

Diyemeyiz. Hayal kurmak o kadar değerli bir şey ki, bir insanı yaşamdan koparmak istiyorsanız, hayallerini elinden alın. En küçük bir hayal bile insana can suyu verir. Hayal kurmak hayatla olan bağları güçlendiren bir şey yani bana göre. Çocuk olmak ise çok bambaşka bir dünyanın içinde olmak demek, üstüne çok şey yazılabilir, konuşulabilir. Mümkünse kimse hayallerini, onların peşinden gitmeyi terk etmesin. Mümkünse bir yanımız çocukluğumuzdaki gibi saf ve iyicil kalabilsin.

Bence “anlatmak ve dinlenmek” romanınızın iki anahtar kelimesi. Bu iki kelime sizce neden bu kadar değerli?

Çok temel iki kavram değil mi? Bir alma verme ilişkisi bu. Elbette anlatmak mutlaka sözel olmayabilir, müzik yapıyor olabilirsiniz, sadece bakışarak, dokunarak anlatabilirsiniz ama karşınızda biri, duygularınızı, düşüncelerinizi ulaştırmak istediğiniz bir canlının olması gerek. Çiçeklere, hayvanlara, ağaçlara da onları sevdiğinizi anlatabilirsiniz. Söyleyecek sözünüz varsa, dinleyecek kimseniz yoksa eksiksiniz.

Deniz’in annesi Deniz’e: “Aşk insanın en korkulu ve sancılı yanılgısıdır.” diyor. Gerçekten öyle midir? Neler söylersiniz?

Aşk korkulu ve sancılı bir şey olabilir. Bazen çok neşeli ve iyileştirici de olabilir. Aşka dair çıkarımlar herkesin kendi deneyimleriyle oluşuyor. Her deneyim de birbirinden farklı. Genel anlamda Aşk bana göre içinde ilk başlarda mutlaka yanılgılar barındırır, size kendinizi olmak istediğiniz biri gibi hissettirebilir, karşınızdaki kişiye dair körleştirebilir, ya da kendinizi o kişiye ikna edebilirsiniz. Kendinizi bir başkasında temize çekmek, kendinizi bir başkasının sevgisi üzerinden sevmek isteyebilirsiniz.  Eninde sonunda aşk insanı kendi ile karşılaştırır, bu nedenle de sancılıdır. Orada durmak ya da yola devam etmek ise başka bir konu. Kendinden kaçan kişi, derinleşen ilişkilerden de kaçıyor.

Deniz’in annesi Deniz’e yazdığı bir notta: “Ben annemle çok sıradan bir ilişkiye sahiptim, neyi sevip sevmediğini, gençliğinde nelere üzüldüğünü, mutlu olup olmadığını, kendiyle uğraştığı yönleri olup olmadığını hiç bilmiyorum. Çoğu kişi de böyledir; bu bir kabahat değil. Anne ve babamız, anne ve baba olmaları dışında, bizden bağımsız olan iki insan gözüyle bakamadığımız, göremediğimiz, ruhlarındaki acıları, biriktirdikleri, sevinçleri bilmediğimiz, hayal kırıklıklarına dokunmayı hiç akıl etmediğimiz, dahası aslında seçemediğimiz iki kişi. Hiçbir çocuk anne ve babasıyla gerçekten arkadaş olamaz.” diyor. Bebeklikte ve çocuklukta anne ile kurulan ilişkiler neden bu kadar önemli?

Bu sorunun yanıtını psikologların, terapistlerin filan vermesi daha doğru olurdu herhalde. Ama en temel ilişki ilk olarak anne ve babamızla kurduğumuz ilişki oluyor, bu ilişkiyi modelliyoruz, bu ilişki içinde eksiliyoruz, artıyoruz, değişiyoruz.

Anne baba ilişkisi arızalı olan ve bununla uğraşmaktan kaçan kişi hayat boyu huzur bulamaz. Mükemmel ebeveyn diye bir şey yok elbette ama arızalara dönüp baktığın yerden ana baba ilişkisi çıkıyorsa, o arızayla uğraşma cesaretini her zaman göstermen gerek, yoksa bir bakıyorsun kaçtığın annen, baban olmuşsun, ya da altmış yaşına gelmiş ama on yaşındaki yaranla uğraşıyorsun.

Son olarak neler söylersiniz?

Emek verilmeyen hiçbir ilişkiden meyve vermesini beklememek lazım. Dibine her gün kireç döktüğünüz bir ağacı arkasından neden kurudu diye ağlamamak lazım. İnsanın önce kendi elinde ne var onu bir görmesi lazım. Kendine bakmaktan kaçmaması, gördüğünden korkmaması lazım. Hayat gerçekten değerli bir çok şeyin ayırdına varmak için insana yeterince fırsat sunuyor, fırsatları kaçırmamak lazım. Gerçekten değmeyecek şeylerle zaman harcamak için de çok kısa, bazen boş vermek lazım. Ama kitapları yarım bırakmayın, yoksa içine sıkışan hikâyelerinizi duyuyoruz, ona göre!

“Yarım Kalan Hikâyeler Kütüphanesi” kitabımla ilgili bu söyleşi için teşekkür ederim.

Biz teşekkür ederiz.

Muaz ERGÜ

Pınar Elmasoğlu

1972 yılında İzmir’de doğdu. İstanbul’a gelişinin üstünden kaç yıl geçtiğini saymıyor, halen İzmirli. Müzik, Tarih, Sanat tarihi okudu, pazarlama üstüne Yüksek Lisans derecesi var. Yoga eğitmeni, Tarım öğrencisi.

Sabancı Üniversitesi, EDU’da Bireysel Eğitimler alanını yönetiyor, marka yönetimi dersleri veriyor. Honda ve Çiko adında iki kedisi var.

Yarım Kalmış Hikâyeler Kütüphanesi ilk kitabıdır.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *