Söyleşimize güncel bir tartışmayla başlamak istiyorum. Öykü yazmak mı roman yazmak mı? Öykü yazma ile roman yazma arasındaki zorluk ya da kolaylıklar çokça tartışılıyor. Hem öykü yazan hem de roman yazan biri olarak bu tartışmanın neresinde duruyorsunuz? Öykü yazmak mı kolay roman yazmak mı?
Kolay ya da zor olarak tanımlamazdım süreci. Farklı diyelim. Roman -aksi örneklerini de sıklıkla barındırsa da- daha düzen, rutin isteyen bir uğraş. En basitinden romanın ortasında uzun zaman ara verdiğinizde, tekrar yazmaya başlamak zaman alıyor. Yazdıklarınızı baştan okumanız, belleğinizi tazelemeniz gerekiyor. Öykü bu anlamda şiire daha yakın. Aslında pek çok anlamda şiire yakın. Yazdıktan sonra azaltmak, öze inmek gerekiyor. Cortazar, başka bir yazardan alıntı yaparak şöyle açıklar durumu: “Roman hep sayıyla kazanır, oysa öykünün maçı nakavtla alması gerekir.”
Roman ve öykülerinizde çok sade, yalın bir dil kullanıyorsunuz. Sizin kaleminizden fazla kelimelerden arındırılmış metinler okuyoruz. Aynı zamanda sıradan, gündelik olayları bu sade ve yalın dille ustaca anlatıyorsunuz. Gündelik hayatı basit anlatmak… aslında bu çok zor bir iş. Neler söylersiniz bu üslubunuz hakkında?
İşçiliği yoğun bir biçem. Metni azaltmak, fazlalıklarından arındırmak gerekiyor. Sanki öylesine anlatıyormuş gibi yazmak. Okur olarak böylesi metinlerden etkilendiğim, metin içinde tekrardan hoşlanmadığım için ben de böyle yazıyorum.
Öykülerinizi okuduğumda acıları, haksızlıkları, ruhunda fırtınalar kopan insanların dertlerini, ıstıraplarını sakin, sade ve gerilmeden anlatabiliyorsunuz. Nedir bunun hikmeti? Neler söylersiniz?
Betimlemelerden, betimleme yaptığımda da duygu içeren sözcüklerden kaçınıyorum. Duyguyu devinimle anlatmaya çalışıyorum.
Küçürek öyküler yazıyorsunuz. Bu tarzı benimsemenizde neler etkili oldu? Bu tarzı tercih ederken estetik ve biçimsel kaygılar etkili oldu mu?
Yazarın yazarken bir tarzı benimseyerek yazdığını düşünmüyorum. Yazar, yazar. Tanımlamalar sonradan gelir. Öykülerimin bir fotoğraf yalınlığında, fotoğrafta görülmeyeni okurun hayal gücünün dolduracağı biçimde olmasını tercih ediyorum.

“Kopuk” adlı romanı okurken okuyucuyu sıkmayan sade ve hareketli betimlemelere yer verdiğinizi görüyoruz. Bu aynı zamanda romanın kurgusunu zenginleştirmiş. Bu yazma tarzınızla ilgili neler söylersiniz?
Gerçek ile gerçekdışının bir arada olduğu bir roman Kopuk. Daha doğrusu neyin gerçek neyin olmadığının bilinmediği…
Rüyalar, yolculuklar, yoldaşlıklar. Ben de bilmiyorum romanda ne gerçek ne değil. Bölük pörçük bir kurgu.
Ritimle bir araya geliyor. Metinde ritmi çok önemsiyorum. Bazen aksak, neredeyse rahatsız eden bir ritim, bazen akıcı.
Romanda en çok dikkatimi çeken noktalardan biri de roman karakterlerinin özelliklerinin belirtilmemesi ve isimlerinin bir tek harfle söyleniyor olması. Bunun nedenini öğrenebilir miyiz? Bu bilinçli bir tercih mi? Yoksa roman kahramanlarınızı bilerek gizleme düşüncesi mi?
Romanın iki ana kurmaca kişinin cinsiyetleri, adları yok. Çünkü gerek yok, ben de bilmiyorum. Romanı yazarken sık sohbet ettiğim bir arkadaşım, “Karakterlerin cinsiyetinin belirtilmemesi romana ne katacak?” diye sormuştu. O an düşünmeden, “Cinsiyetlerinin belirtilmesi ne katacak?” diye yanıt verdim. Benim için fazlalıktı, kullanmadım. Adlarda da durum aynı.
Romanın ana karakteri foto muhabirinin rüyasında sürekli anne babasının yanına gitmesi ve onlarla beraber yatması hakkında neler söylersiniz? Romanda zaman ve mekân çok belirgin değil. Foto muhabiri geçmiş anları kesik kesik hatırlıyor. Rehber Z ise geçmişi net hatırlıyor. Muhabirin geçmişini hatırlayamaması ve rehberin önceki yaşadığı bilgilere sahip olması ya da kişisel ve toplumsal tarihinin bilincinde olmasını nasıl açıklarsınız?
Dediğiniz gibi birbirinin zıttılar ve böylece birbirini tamamlıyorlar. Ana kurmaca kişi işi gereği hep devinim hâlinde. En acı olayların ortasında olsa bile, akış içinde bir şeyleri bellekte tutmasına yer yok. Rehber ise hep aynı yerde, anı saklıyor, biriktiriyor. Kendinden önceki geçmişi dâhi geleceğe taşıyor.
Biz biraz ana kurmaca kişi gibiyiz. Bir olaydan, durumdan bir ötekine geçerken unutuyoruz. Bizim için de zaman çok belirgin değil. Belki kişisel belleğimize hakimiz –kendi açımdan bunu bile söyleyemem. Ama toplumsal bellek tutmak birçok açıdan zor. Bunun nedenlerinden biri bireylerin ve toplumların travma karşısındaki unutma itkileri. İkincisi, unutmamız için politik olarak kullanılan araçlar. Son olarak ise gündelik hayatın hızı içinde durup anımsamaya yerimizin olmayışı.
“Kopuk” simge, sembol ve metaforlardan oluşuyor. Duvar bu sembollerin en bariz olanı. Neler söylersiniz romanınızdaki sembolik anlatım hususunda?
Sembolik anlatım, metafor kullanmak kendi içinde riskler barındırsa da bence en elverişli yanı evrensel bir dil kurma olanağı sunması. Bu kitap özelinde atmosferi kurarken toplumdan topluma değişebilecek olgulardan, nesnelerden yararlanmaktansa okurun sezgisine hitap eden sembollere yer vermeyi tercih ettim.
Romanın adı “Kopuk”. Bu adın romanda konu edilen kent sınırlarına duvar örülmesi, kentlerin ve insanların birbirinden koparılmasıyla ilgisi var mı? Buradan hareketle toplumsal yaşamla ilgili neler söylenebilir?
Romanda kentler ve insanlar birbirinden koparılırken tanımlanmayan biçimde birbirinin belleğinden de koparılıyor. Birbirlerini anımsamaz oluyorlar. Ana kurmaca kişinin de geçmişiyle ilişkisi benzer. Çocukluğundan bu yana anıları kopuk kopuk. Sakınsa da bir şeyler hissediyor ama o hissin kaynağı olan anıya ulaşmakta güçlük çekiyor. Anılar birbirinden ve kişiden kopuk.

Romanda da gündelik yaşantıda da belki en çok gözlemlediğimiz birbirimizin acısına dair yaşadığımız kopukluk hissi. Birbirinin acısını ve gereksinimlerini hissedememek. Belki sosyal medya sayesinde daha çok önümüze düşüyor. Yine de bir şeyler bizi birebir etkilemedikçe yaşanmıyor sayma eğilimindeyiz.
“Kopuk” romanındaki dilin akıcılığı, kısa cümlelerden hatta tek kelimeden oluşan üslup metne heyecan ve hareket katıyor. Bir duraksama, gerilim yaratıyor. Bu tekniği okuyucunun dikkati dağılmasın diye uygulamış olabilir misiniz?
Bundan önceki söyleşilerimde de söz etmiştim. Biçemimin üstünde okuduklarım kadar küçük halamın da etkisi var. Dinlemekten en zevk aldığım kişiydi. Az konuşurdu. Hiçbir şeyi iki kere söylemezdi. O yüzden dikkat kesilmek gerekirdi bir şey kaçırmamak için. Böyle yazmaya çalışıyorum.
Romanınızı okurken kısa cümleler ve bazen tek bir kelimden müteşekkil cümleler kullanmanız aynı zaman biri ritim bir musiki oluşturuyor. Şiirlerdeki gibi diyebiliriz. Buradan hareketle öykü ya da romanda bir şiir dili mi kurmak istiyorsunuz? Bu yazım tekniğiniz nasıl değerlendirilebilir?
Şiirden uzak düşmem en büyük üzüntülerimden biri. Ama hayır. Şiir dili kurmaya çalışmıyorum. Kuruyor muyum bilmiyorum ama buna çalışmıyorum. Söylediğim gibi ritim metinde benim için başat. Gereksinime göre bazen metnin anlatımıyla bir bazen metinle zıt bir ritim kurmaya çalışıyorum.
Romanınızda uyumak/uyanmak, unutmak/anımsamak, geçmişin bulanık anlarını seyretmek, hatıraları yeniden yaşamak insanın neredeyse hayatın tek meselesi haline geliyor. Unutmak ya da hatırlamak niçin bu kadar değerli, önemli? Neler söylersiniz?
Çünkü içimiz boşalıyor unuttukça. Nasıl söyleyeyim, içi boş bir kabuğa dönüyoruz. Geçmiş, en çok da gelecekle ilintili. Anımsamadığımızda neyi niçin yaptığını bilmeden devam eden tatsız varlıklara dönüyoruz. Ve anımsamıyoruz. Toplum mühendisliği sonucunda anımsamıyoruz. Böyle idare edilmemiz kolay çünkü. Unutuluşun birçok aracıyla kuşatılmış hâldeyiz. Burayı uzatmayacağım.
Kişisel bellek ise travmalarda, olayı anımsamamayı tercih edebiliyor. Bir başa çıkış biçimi olarak. Ama tam bir unutuş da mümkün değil. Unutmak ve anımsamanın en saf hâliyle mümkün olmayışı beni etkiliyor. Kişisel travma bilmediğimiz biçimlerde belleğimize değilse de davranışlarımıza, reflekslerimize, düşünme biçimimize kazınıyor.
Toplumsal bellek de ne kadar boş tutulmaya çalışılsa da toplum tam olarak “boş” olmuyor. Belki size şurada son on yılda başımıza gelenleri saysam çoğunu anımsamazsınız ama hiçbirimiz aynı insanlar değiliz artık, anımsamasak da bize bir şeyler oldu.

Romanda sürekli bir yolda olma hali var. Durmadan dönen tekerlekler, bir kentten başka bir kente yolculuklar… Hep de yolculuk molaları otellerde, pansiyonlarda veriliyor. Eve dönmek yok. Mekândan ziyade insanın bedeni bir roman karakteri haline geliyor. Bu hususlarla ilgili değerlendirmelerinizi öğrenebilir miyiz?
Böyle düşünmemiştim. Düşünmeyi sevdim. Kopuk’un ana kurmaca kişisi için ev sorunlu bir alan.
Belki bir eve dönmek istiyor ama dönmek istediği kendi evi değil. Kimilerimiz için ya da bazen hepimiz için bu böyle. Evin sözlük tanımı herkes için her zaman geçerli değil.
Severek okuduğunuz yazar ya da yazarlar ve kitaplar var mı?
Her söyleşide söyledim, yine söyleyeyim. Vüsat O. Bener’in bütün kitapları. Yusuf Atılgan, Felisberto Hernandez, Anna Kavan, Judith Hermann, Herman Melville, Marguerite Yourcenar, Mario Benedetti ilk aklıma gelenler.
Son olarak neler söylersiniz? Biz teşekkür ederiz.
Teşekkür ederim.
Biz teşekkür ederiz.
Muaz ERGÜ
Sine ERGÜN
- 
- 1982 doğumlu.
 - Öykü, şiir ve denemeleri dergi ve derlemelerde yer aldı.
 - İlk kitabı “Burası Tekin Değil” (2010) i, “Bazen Hayat” (2012) ve “Baştankara” (2016) izledi.
 - “Bazen Hayat”la Sait Faik Hikâye Armağanı’na layık görüldü.
 - Baştankara kitabıyla ise Avrupa Birliği Edebiyat Ödülü’nü aldı.
 - “Baştankara” çeşitli dillere çevrildi.
 - “Kopuk” adlı romanı 2021’de yayımlandı.
 
 
                                                    
                                                    



Son Yorumlar