Kahya: “Durup Soluklanmak Lazım. Durmak, Görmek, Bilmek, Duymak…”

“Tepsideki Melek” adıyla geçtiğimiz günlerde bir romanınız yayımlandı. Hayırlı olsun, okuru bol olsun. Romanınız okuru hem adıyla hem kapağıyla bir masala, bir nostaljiye, bir ailenin kuşaklar boyu yaşamına çağırıyor. Evet, önümüze bir ailenin acılarla, inceliklerle, hüzünlerle ve sevinçlerle örülü bir tarihini getiriyor “Tepsideki Melek”. Bir çocuğun dilinden bir aile tarihini okuyoruz, dinliyoruz… Bize “Tepsideki Melek”ten bahsedin biraz desek neler söylersiniz? Neden ve nasıl başladı bu romanı yazma düşünceniz?

Tepsideki Melek, bütün yazdıklarım gibi ilk cümle ile başladı. “Annem yıllarca bir fotoğrafa bakıp ağladı.” 12 Nisan 2024, sabah saatleri, sekizi bir şeyler geçerken. İlk cümle toprağa düştü. Ardından Güliş beni çağırdı. Her şeyin yaşandığı o mahalleye, o eve, hortlak vitrinin önüne. Başlangıçta her şey “ilk cümle” idi. Güliş’in çağırdığı yere gittiğimde aklımda kurguya, ne istediğime dair hiçbir şey yoktu. Ben sadece Güliş oldum, kelimelere itaat ettim. Onlar da eksik olmasın, gerekeni yaptı.  O an bildiğim tek şey, roman yazmak istediğimdi. Kelimeler müsaade etti ve Tepsideki Melek doğdu.

Romandaki nesneler ve eşyalar cansız birer varlık olmaktan çıkıp adeta birer roman kahramanı haline geliyor. Ceviz vitrin, topuklu terlikler… Eşyanın bir ruhu olduğuna, yaşama tanıklık ettiğine inanır mısınız? “Tepsideki Melek” romanının anlatıcısı ve ana kahramanı Güliş’in neyi olur? Ne söyler bizlere?

Eşyanın bir ruhu olduğuna/yaşama tanıklık ettiğine inanıyorum, evet. Eşyalar, nesneler, şeyler… Salt bizim seçimimiz olduğu için bizim değiller. Onlar da sahibini seçiyor ve bir süre sonra bize benziyor. Bu kısmı biraz açayım. Bize ait olan eşyalara, mekânlara bir anlam yüklüyor, bir bağ kuruyoruz. Herhangi bir nedenle bu bağ koptuğu vakit, içimizde bir boşluk oluşuyor. Bir perde, odanın içinde bir dolap, yatağın kenarında odun ya da demirden bir bebek beşiği… Sizin için birer betimleme ögesidir belki bunlar fakat benim için hepsinin ruhu var. Dokunsam anlatabilirler kendilerini. Çünkü herhangi biri için hiçbir anlam ifade etmeyen bu “şeyler” bir başkası için hafıza çomağı, anı kazanı, geçmişe açılan bir kapı yahut şimdiki zamanın en büyük tanığı olabiliyor.

Her şeyin yaşandığına, hayal görmediğime ya da bütün bu olanları uydurmadığıma inanmak istiyorum. Anneanne evindeki yığınların çöp değil, aziz bir geçmişin emanetçisi olduğunu biliyorum. Doyumsuzluğun pençesindeki modern çağ için bütün bu dediklerim pek bir anlam ifade etmiyor olabilir. İnsana, doğaya, hayvanlara, eşyalara, sahip olduğumuz her şeye karşı fütursuz, doyumsuz, sabırsız bir açlıkla saldırıp her şeyi/tüm hevesleri anında tükettiğimiz bu çağda bırakın eşyayı, insan kendi ruhundan bile bîhaber yaşıyor.

Durup soluklanmak lazım. Durmak, görmek, bilmek, duymak lazım.

Sorunun ikinci kısmına gelecek olursam, Tepsideki Melek Güliş’teki bütün kadınların ruhu. Büyük büyük anneannesinin çeyiziyle hayatlarına giren, kuşaklarca acıya/aşka/ölüme/düğüne … tanık olan kanatlı melekli tepsi… Güliş’e ne derdi? “İyi ki yazdın,” derdi. Güliş yazmamış olsaydı, kim nereden bilecekti İsfahan’da soylu bir adamın kızının çeyizi için yaptığı melekli bir tepsinin şu an denizin koynunda balıklara yarenlik ettiğini?

Roman kahramanlarının isimleri dikkat çekici: Parlaklık, ışıklı olmak anlamına gelen Nevra, yine ışıklı anlamında Aydın, Güliş, beyaz ya da parlak anlamına gelen Zehra, seçkin anlamında Mümtaz, Müsemma, Zerde… Kahramanlarınıza ad seçerken dikkat ettiğiniz noktalar var mı? Nelere dikkat edersiniz bu konuda?

Kahramanlarım, benim bir parçam mı diye düşünüyorum bazen. Hayır, değil. Ben onların bir parçasıyım. Sayfaya düştükleri, görünür oldukları ilk andan itibaren onların ruhunu giyinen, onların zihnini dikizleyen benim. Hal böyle olunca isim seçerken tek yapmam gereken metnin içine yerleşip karakterin adını duymak. Kim ne olmak isterse, adıyla birlikte çıkıp geliyor bana. Aynı manaya gelişler denk düşünce doğru yolda olduğumun inancıyla bazen küçük oyunlar yapıyorum. Lakin bunun da kelimelerin sihrinden olduğuna inanıyorum. Zerde, Güliş, Hukem mesela… Bir manaları yoktur sanırım. Çünkü yazılırken herkes kendi adını seçti, ben de sorgulamadım “Bu ne?” diye.                          

Güliş anneannesini çok seviyor. “Ayrıca ben anneannemi sadece şeker getirdiği için değil, masal anlattığı için de seviyorum.” diyerek bu sevgisini de dile getiriyor. Bir çocuk neden masalı çok sever? Sizin için ne ifade ediyor masal?

Çünkü neden sevmesin? Çocuk olmaya hacet yok ki masalı sevmek için. Ruhunda masumiyete, güzelliğe, düşlere, sevgiye, merhamete dair kırıntılar/kıpırtılar besleyen herkes sever masalı. Hem iyi insanların mutlu sonlara ihtiyacı var. Uyku hapları bir modern çağ uydurmasıdır. Uyumadan evvel bir ölçek masal, kâfi. Kulağında masalla uyuyanın uykuya dalışı da uykuda yol alışı da huzurla olur. “Açıl susam açıl,” deriz, açılır hayal kapıları. Sesin sese yakınlaşmasıdır masal. Anlatan ve dinleyen arasındaki ses köprüsü. Gözün göze dokunmasıdır. Korku, heyecan, şaşkınlık, mutlulukla büyüyen gözler ve duyguların çığlığı… Gözden göze.

Dokunmatik telefonlarla her şey, çocukların parmak uçlarında. Bütün düşler üç saniyelik videolar kadar. Sınırlı, kirli, yapay… Bir parmakla kayıp gidiyor her şey. Peki ya hayaller? Kim ekecek onların zihnine düş tohumlarını? Masal sevilmez mi? Sevilir elbet. Bunca kirin pasın içinde, en çok masallar sevilir belki de…

“Benim Rüyalarım Hep Çıkar” ve “Tepsideki Melek”i okurken dille uğraşan, dile özen gösteren bir Esra Kahya ile karşı karşıyayız. Yöresel sözcükler, değiştirilmiş sözcükler, deyimler, argo… yer alıyor kitaplarınızda. “Gider olurdu, neymiştir, dinilerdi, cızkırık, susuştu, hiçlemek, avara, yıldım, gezelemek, kafferengi, fifileyto, sasıyan…” bahsettiğimiz sözcüklerden. Bu hususun herhangi bir nedeni var mı? Üslubunuzla ilgili neler söylersiniz?

Kelimelerle oynamayı seviyorum. Onların bize cömertçe sunduğu bir umman var. Harflerden mütevellit sonsuz bir deniz. O denize dalıp ağıma takılanlarla oynaşmak, harfleri gıdıklamak, bin bir kılığa girişlerini, eski urbalarından soyunuşlarını hazla izlemek muazzam. Kelimeler, toplumun belleği. Misal, “Darhane”den “tarhana”ya varan bir kelimenin yolcuğu, yan yana harf dizisinden çok daha fazla şey ihtiva ediyor. Onları unutmak, geçmişi unutmak demek. Sizin tabirinizle “yöresel kelimeleri” metinlerimde ağırlamayı bir vefa addediyorum.

Üslubumla ilgili söyleyecek çok fazla şey yok aslında. En başta da dediğim gibi, ben kelimelerle oynamayı seviyorum. (Onların sihrine koşulsuz/şartsız inandım.) Sesli metinler yazıyorum. Bazen avaz avaz bağıran, bazen kuyu kuyu susan, bazen gıdı gıdı, bazen bıdı bıdı… İlle sesi olmalı. Metnin ritmini sağlamakta en büyük vazife cümlelerin. Uzunlu kısalı, eksiltili, isimli, fiilli, devrik, kurallı… Nota gibi düşünün. Muazzam bir şarkı çalmak için doğru notaya basmalı. Doğru uzunlukta, doğru yerde… Cümleler de öyle. Benim yazımın notaları. İçimden geldiği gibi, gerçek hayatta olduğu gibi, kamerayı sürekli çevirerek hem insanın içine hem yaşamın akışına bakarak yazıyorum. Kurallarım yok. Yazarlıktan evvel, bir okurum ben. Kendim nasıl metinler okumayı seviyorsam, öylesini yazıyorum. Sesi, kokusu, tadı, cismi, hissi, ruhu olan kelimelerle “aralık duran ruhlara” sızan metinler…

Güliş günlük tutan biri. İnsan sizce neden günlük tutar? Hatırlamak mı unutmak mı diye sorsak neler söylersiniz?

Ben, yıllarca günlük tuttum. Yazmanın şifasını da herkesten gizli apır sapır şeyler yazarken keşfettim. İnsan bazen anlatamıyor. Birine bir şey derken, denmemesi gerektiğini düşündüğü bir şey oluyor. O noktada tıkanıyor. Kendine bile söylememesi gerekenleri, tutup da birine demek? Aman, sakın, taş olur oturur! Böyle taşlı zamanlarda başladım ben günlük tutmaya. Her insanın kendince sebepleri vardır illa. Misal ben, yazısını düzeltmesini istediğim bir öğrencime de günlük tutmasını salık veriyorum; kelimelerle arası iyi olan bir çocuğuma da. Ya da tam tersi okumayı, yazmayı, kendini sevmeyen bir yavruma da… 

Bazen de hiç sebepsiz. “Aranızda günlük tutan var mı?” sorusunda havaya kalkan bir iki parmağı az buluyorum ve hepsini dürtüyorum, “O günlükler tutulacak! Bırakılmayacak!” Gördüğünüz gibi bazen emre biat için bile günlük yazar insan. Neden yazdığından ziyade, iyi ki yazdığı kısmı ilgilendirir onu. Çünkü günlükler, insanın yazınsal tarihidir ki en yakınındaki bile bilemez kimseyi. Günlüğü kadar. Sekiz günlük yaktım. Pişmanım. Sekiz kere öldüm de yaşayamadım, gibi bir his…

Hatırlamak mı unutmak mı diye sormuşsunuz. Cevabım şudur: Hatırlamak ve unutmak. Bazen hatırlamalı insan, unutmamak için insanlığını.

Bir de romanınızda birer şiir mısraı olacak cümleler var: “Güneşin küskün okları, bıçakla kesilmiş gibi sustuk, zaman bizim için kör topal bir attı, Yastık taş, yorgan toprak…” sağlam, vurucu imgeler. Şiirle aranız nasıl?

Şiire meyilli cümlelerimi görmüş olmanız beni mutlu etti, eksik olmayın. Şiirle aram iyi elhamdülillah. Çünkü her şey şiirle başladı. Yazmayı şiirle sevdim. Ve aşkı. Ve Nazım’ı… edebiyatın atası, atlası, çekirdeği, çiçeği şiirdir. (Yani bence/bende/bana) Defter, kitap kenarlarına, muşambadan masa örtülerine, sınıf panolarına, yazmaya müsait yahut namüsait her yere ezberimdeki şiirlerden dizeler yazarım ben. Yaşadığımı anlarım böylece. “Oh be,” derim. Kalem kımıldanır usulcacık. Dizeler düşer pıtır pıtır. Şunun gibi:

Kandillere katran döktü geceler
İnsan eşref-i mahlukattır, derdi babam
Sus, deyip adınla başlıyorum.
Bu evleri atla, bu evleri de bunları da
Bu nasıl yaşamaydı, dön
Denize bakan evler gibiyim seninle
Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk
İç ses, bu bahsi kapa
İçimde mis kokulu kızıl bir gül gibi duruyor zaman
Şiir bunca güzelken aramız nasıl kötü olsun?

Güliş, Bir masal, İki kere anne, Bir kâbus, Nevra, Doktor raporu, Bir günlük romanın bölüm adları. Bölüm adlarını oluştururken neleri dikkate aldınız? Bahseder misiniz bölüm adlarından?

Romanda toplam dört anlatıcı var. Her anlatıcı sonrasında düğüm çözen bir bölüm geliyor. O bölümler “Bir Masal, Bir Kâbus, Doktor Raporu, Bir Günlük” sırasıyla ilerliyor. Bu kısımlarda metindeki açmazlara ayna tutmak dışında farklı türlerde ve farklı anlatıcılarla yazıldığı için metnin akışını da değiştiriyor “Bir Masal” bölümünde Güliş’in büyük büyük anneannesinin -yani dört kere annesinin- yolculuğuna tanık oluyoruz. Bu masal Leyla ve Zerde’yi bilmek/bildirmek için anlatıldı. Ardından “Bir Kâbus” geldi ve bu bölümde Nevra’nın travmasının sebebini, onu boğan kabusla öğrendik. Sonra “Doktor Raporu”nu okuduk ve Aydın’ın neyi olduğunu görüp aydınlandık. En son 17 Nisan 1993’te Güliş’in kaleme aldığı “Bir Günlük” ile o gün olan biteni okuduk.  Adlarını ihtivalarından aldılar. Detaylarını da okura sakladım, fazla açmak istemedim bu kısmı.

Anne Nevra, baba Aydın, Anneanne ve Güliş romanın asıl kahramanları. Bu ailede klasik anlamda bizim aile yapımızdan farklı bir nokta var. Genelde babalar sert ve ketum olurlar. Burada ise anne Nevra sert, ketum ve Güliş’e karşı acımasız. Annenin hayatla, ailesiyle ve kendiyle bitmeyen bir kavgası var. Neden böyle bir kurgu seçtiniz? Annenin böyle davranmasında bebeğinin ölmesi dışında hangi etkenler olabilir?

Bu hususta diyebilecek çok fazla bir şeyim yok inanın. Kurgusuz yazıyorum. Metin nereye gitmek isterse o yönde ilerliyor. Bir çeşit hesaplaşmadır belki. Gördüğüm/yaşadığım/bildiğim bir kadındır Nevra. Belki! Hafıza bazen derin bir kuyu, bazen bir çöp yığını, bazen suyun altında batık bir hazine sandığı… Nevra nereden nasıl çıktı geldi inanın sorgulamadım. Böyle anneler yok mu hem? Bebeği ölenler, birini diğerinden çok sevenler, hiç sevmeyenler… Hayatta neyse romanda o. Hatta romanda neyse hayatta o… Kurguyla gerçek karışıyor ben yazarken. Sorgulamıyorum. Neden yazdım bunu diye düşünmüyorum. İçten gelenin bakirliğine inanıyorum.

Nevra’nın böyle davranmasındaki sebeplerin neler olabileceğini romanda verdim aslında. Onu daha fazla deşifre etmem özel hayatın gizliliği ilkesine ters düşer. Okur ne düşünmek isterse düşünebilir. Ona kızabilir yahut onu çok sevebilir. Ben elçiydim yazdım, bitti. Bana zeval de olmaz; laf da düşmez bundan gayrı. Söz okurundur.

Güliş’le Esra Kahya arasında bir bağlantı, benzerlik var mı?

Güliş. Kıymetlim Güliş. Tıpkı diğerleri gibi. Nasıl da gelip buldu beni. Belki de ben buldum onu. Öyle sarmal ki her şey. Onun ben olduğu kadar oyum ben. Benzerlikler var tabii, olmaz olur mu hiç? Onun bütün haylazlıklarını -ve daha fazlasını- yapmış bir çocuğum ben. Çocuk ben’e buradan baktım. Neler gördüm neler… Benzeyişler, benzemeyişiler, keşke benzesekler… Olduğum yerden ona bakmayı sevdim. Kelimelerle örülü zaman makinesi, bir kelime ile hooop geçmişe. Dökül susam dökül. Neden olmasın? Hayat bu kadar, çok da ciddiye almamak lazım. Her şeyin mümkün olduğu bir çağda, bir de baktım Güliş’mişim. Güliş de şöyle de söyleyebilir: “Her şeyin mümkün olduğu bir kurguda bir de yazıldım Esra’ymışım!”     

“Tepsideki Melek” romanının ilk bölümlerinde Güliş’in ailesi etrafında annelerin kızlarına neler bıraktığını yoğun olarak işlerken daha sonraki bölümlerde dışarıyı, ailenin dışındaki hayatı daha fazla işliyor. Üslup biraz daha sertleşiyor. Sonraki bölümler daha somut bir çerçevede ilerliyor. Neler söylersiniz bu tespitlerimizle alakalı?

Çünkü zaman geçiyor. Horozlu saat bozuldu diye dünya dönmeyi bırakmıyor. E, Güliş de büyüyor haliyle. Aile fanusundan çıkıp gerçek dünyanın duvarına tos. Sonra bir kere bir kere bin kere daha tos… Bu toslamalarla gerçek dünyanın somut kucağına düşüyor ki bu iki kere annenin koynu kadar pamuk gelmiyor ona. Hesaplaşmak istiyor. Küçükken duyulmayan sesini bağırmak, salıvermek, hepsinden kurtulmak istiyor. İnsan hep ister. Bazen olanı, çoğu zaman olmayanı. İster hep. Güliş de istiyor ve bunu yaparken de hayatın kurallarına göre oynuyor. Sert! Çünkü hayat ona böyle buyurdu!

Tespitiniz doğrudur!

Romanda siyasetin, politikanın sert yanına da değinilmiş. Kanlı Pazar, 1971 Üniversite Olayları, Amerikan büyükelçisinin Deniz Gezmiş ve arkadaşlarınca kaçırılması… Neler söylersiniz bu hususla ilgili? Bir romancı eserlerinde siyasal ortama, politik gelişmelere değinmeli mi?

Değinmeli yahut değinmemeli diyerek “gereklilik kipi”ne yaslanmış cümleler kurmak istemiyorum. Yazı evreni, yazara özgü bir alan. Dokunulmaz, karışılmaz. Hiçbir yazara böyle bir misyon da yüklenmez. Kanımca. Benim düşüncem “Hayatta neyse, metinde de o.” Eğer kurgunuz bunu gerektiriyorsa dönüp bakarsınız arka plandaki gelişmelere/gelişmemelere. Romanda, Aydın hastaydı. Hasta edilmişti. Sebep olunmuştu. Ben sadece sebebini yazdım. Şimdi’nin romanını yazacak olursam ve sahne arkasında şimdinin siyasal ortamından, politik gelişmelerinden bahsetmem gerekirse yine yaparım. Çünkü insan, toplumdan bağımsız düşünülemez. Ve toplum devletten. Ve devlet siyasetten, politikadan…

Son olarak neler söylersiniz?

Teşekkür etmek isterim elbette. Ne hoş sorulardı. İncecikten, dantel dantel. Kitap kişilerim ve ben, çok teşekkür ederiz Muaz Hocam.

Biz teşekkür ederiz.

Muaz ERGÜ           

Esra KAHYA   

    • 1982’de Kastamonu-Taşköprü’de doğdu.
    • Gazi Üniversitesi mezunu, Türkçe öğretmeni.
    • Evli, Emir’in annesi.
    • “Kambur” adlı dosyası 2021 Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Ödülü’nü aldı.
    • Çeşitli yarışmalarda dereceleri, basılı ve dijital edebiyat mecralarında öyküleri mevcut.
    • Benim Rüyalarım Hep Çıkar (öykü) 2023’te ve Tepsideki Melek (roman) 2025’te İletişim Yayınları tarafından yayımlandı.
    • Sevginin ve kelimelerin gücüne inanıyor.                      

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir