Geçtiğimiz yılın son günlerinde Metinlerarası Kitap’tan çıkan “Geçmiş Devam Ediyor“ adlı öykü kitabınıza dair bir söyleşi yapmak istedik sizinle. Öncelikle kitabınız hayırlı olsun. Ve okuru bol olsun. Geçmiş, gerçekten devam ediyor mu? Bununla başlayalım isterseniz… Ya da nasıl devam eder geçmiş?
Zamanın getirip kucağımıza bıraktığı, omzumuza yüklediği olumsuzluklar, toplum üzerindeki baskılar, ömrünü tamamlamış olması gereken dayatmalar devam ettiği sürece, bunların başladığı yere imlediğimiz zaman, yani geçmiş de devam eder elbette. Dönüp dolaşıp aynı şeyleri yaşamak da bireysel hayatımızda içinden çıkamadığımız fasit daireyi imlemez mi? Birbirinin aynı günler yaşamak ya da geçmişte çözemediğimiz sorunları aklımızın içinde döndürüp durmak; işte kitabımdaki öykülerde bunlardan mustarip kahramanlar var çoğunlukla. Kitabın ismi de buradan geliyor. Bir de bütün öyküleri kapsayan bir isim olmasından.
Daha önce şiirlerinizle, şiir kitaplarınızla tanındınız. Çoğumuz şair olarak biliyoruz sizi. Şiir kitaplarının ardından bir öykü kitabı geldi. Neden iki farklı türde yazma ihtiyacı hissettiniz? Ya da farklı türlerde yazma nedenleriniz neler? Daha genel soracak olursak edebi türleri birbirinden ayıran çok kalın çizgiler, sınırlar var mı sizce?
Bence yok. Eline kalem alıp derdini anlatmak isteyen insan, kendini neden tek bir türle sınırlasın ki? Onu buna zorlayan edebi bir yasa veya yasak mı var? Elbette yok. Her iki türün olanaklarından yararlanabilmelidir insan. Hatta becerebiliyorsa başka türlerin de… Günümüzde türler arasındaki geçirgenlik çok daha fazla. Hele ki yoğunluk açısından akraba olan şiir ve öykü söz konusu olduğunda, yazan insanlar her iki türde de eserler yaratabiliyor kolaylıkla ki bunun birçok örneği var.
Şiirle başlayıp öyküyle -ya da tam tersi- çok yazar sayabiliriz bir çırpıda. Aslında sanılıyor ki önce bir tür deneniyor, sonra da diğer tür. Tam olarak böyle değil. Yazarların ilk kitaplarının türü yanıltıyor sanırım okuru. İlk kitapları şiirse, hiç öykü yazmadığı kabulü oluşuyor. Bende böyle değil en azından. İlk kitaplarım şiir türünde ortaya çıkmasına rağmen, öyküler de yazıp yayımlıyordum dergilerde. Kitaplaşması sonraya kaldı yalnızca.
Öykülerinizi özellikle de “Yüreğimde Yara Var“ı okurken sinemayla ilgili olduğunuz anlaşılıyor. Yazlık sinemalar, Yeşilçam oyuncuları var bu öyküde. Aynı zamanda sinematografik bir anlatım tekniği de öykülerinizde kendini hissettiriyor. Neler söylersiniz bu konuyla ilgili?
Özellikle bizim kuşağın doğup büyüdüğü şehirlerde, kasabalarda, mahallelerde yazlık sinemalar vardı. Ve toplu bir ayin gibiydi buralarda film izlemek. Dönemin ruhunu yansıtan hikâyeleri bir de beyazperdede izlerdi insanlar. Orada içilen gazozun, çitlenen çekirdeklerin bile tadı o hikâyeye dahildi. Filmdeki aktör ve aktrisler ailedendi. Bu duyguyu şimdiki kuşak pek bilmez. Örneğin Adile Naşit’i annemiz, teyzemiz kadar severdik biz. Çünkü bize bizim hikâyemizi anlatan filmlerin kahramanıydı. Filiz Akın’a yalnızca filmdeki esas oğlan âşık olmazdı, biz de âşık olurduk. Kötü adam Erol Taş’ı biz de döverdik oturduğumuz tahta sandalyelerde.
Sinema sonsuz bir anlatım olanağı sunar elbette izleyiciye. Görsel şölendir aynı zamanda. Ki ben de sıkı bir film izleyicisi olarak öykülerimde sinemanın olanaklarından yararlanmışımdır fırsat buldukça. Hikâye anlatımını güçlendirip renklendirdiğine inanırım bunun. Tıpkı sinema gibi ‘renkli ve Türkçe’ hikâyeler yaratmak adına.

Son dönemlerde hızına yetişemeyecek derecede büyük değişimler yaşıyoruz. Bu değişim sürecinin ağırlığını, rengini, yönünü yine “Yüreğimde Yara Var” adlı öykünüzdeki “… çocukken yazları el yapımı neifs dondurmasına, kışları bol tarçınlı sıcak sahlebine bayıldığımız pastaneye girdik. Birçok şeyin doğallığının yok olduğu, tadının kaçtığı şu modern zamanlarda, çağın dayattığı koşullara uygun bir şekilde yenilendikten sonra hazır dondurmaya, fabrikasyon sahlebe dönen ve vitrin camında Saray Pastanesi yerine artık Saray Patisserie yazan dükkâna” cümleler anlatıyor aslında. Gerçi bu cümlelerin üstüne çok fazla şey söylenmez ama biz yine de soralım: Ne oldu da her şey böyle değişti? Geçmiş devam ediyor derken nasıl kaybolup gitti çocukluğumuzun ve hatıralarımızın mekânları? Bu konuda Neler söylersiniz?
Aslında değişim, hayatın ve doğanın yapısında var. Kaçınılmazdır bu. Dolayısıyla olumlu anlamdaki değişimler değil bizi rahatsız eden; daha çok yapaylığı dayatan değişimleri sorun ediyorum ben de adını andığınız o öyküde. Hızla tükettiğimiz şey, nesneler değil yalnızca. Duygularımızı, doğallığımızı da hızla tükettik. Tükettiğimiz fabrikasyon eşyalara benzedik biz de. Bir kısır döngünün içinde bulduk kendimizi. Giydiğimiz konfeksiyon ürünü gömlekler, pantolonlar gibi.
Bireylerin özendiği ve benzemeye çalıştığı tek tip fabrikasyon insan tipleri sürülür oldu piyasaya. Derinliği olmayan… Kapitalizm, bizi insan yapan güzel duygularımızı da tüketti aynı zamanda. Edebiyatımızı, sanatımızı tüketti. Aşklar bile payını aldı kapitalizmin dayattığı hızlı tüketim çağından. Artık sevdalandığımız kızlar, erkekler yok; çıktığımız kızlar, erkekler var, bir içimlik kullan-at karton kahve bardağı ömürlü. Sevda sözcüğünün vadettiği hikâye, çıkma sözcüğünde yok bence. Sözcükleri de tükettik, hikâyeleri de. Mekânların değişmesi, bütün bunların da değiştiğinin en somut göstergesi sanırım.
“Dedem, Devlet ve Kuşlar” adlı öyküdeki diyaloglarda yerel sözcükler kullanılıyor. Şiveli konuşma dili var öyküde. Babası darbede gözaltına alınıp götürülen bir çocuğun duygu dünyasıyla çocuğun dedesinin dünyası ve bu iki dünya arasındaki zıtlık başarılı bir şekilde öyküye aktarılmış. Buradaki öykü dili ve kurgu hakkında neler söylersiniz?
Konuştuğumuz dil, aynı zamanda yaşadığımız çevrenin, dünyanın rengini de yansıtır. Kasabasından pek çıkmamış, geçmişi temsil eden bir dede ve dünyayı ve etrafında olan biteni anlamaya çalışan ve geleceği temsil eden torunu arasında gelişen diyaloğu okuyucuya aktarırken, yalnızca konuştukları somut dilin değil; duygu ve düşüncelerini oluşturan duyulmaz dilin de farklı olduğunu göstermek istedim okura. Bahsettiğim şey yalnızca kuşak farkı değil, ihtilal gibi toplumsal bir olaya karşı, bakış açılarındaki farkı da hissettirebilmek niyetiyle.
Öykülerinizde anlatıcılar sürekli değişiyor. Ben anlatıcı, sen anlatıcı, üçüncü tekil anlatıcı… Kitabınızın ikinci öyküsünde ise çocuk anlatıcı yer alıyor. Öykülerinizdeki anlatıcı çeşitliliği hakkında neler söylersiniz?
Bu daha çok, öyküde ağırlıklı olarak anlatmak, hissettirmek istediğin şeyle ilgilidir. Kahramanın iç dünyasını yoğunluklu olarak ele almak istediğim öykülerde elbette birinci tekil şahıs ağzıyla kahraman bakış açısı; dışardan bir gözle biraz daha objektif anlatmayı arzuladığım olay ve kahramanları üçüncü tekil şahıs ağzıyla gözlemci bakış açısını tercih ettim. Öykülerdeki bakış açılarının farklı olması, kitap boyunca anlatımdaki monotonluğu kırmak adına da gerekli ve yararlı bir şeydir aynı zamanda.
Öykülerinizi okurken ciddi bir dil işçiliği, titizliği kendini hissettiriyor. Zamanı, mekânı ve olayları yaymadan, uzatmadan anlatıyorsunuz. En az kelimeyle çok şey anlatmak isteyen bir üslubunuz var. Bunda şair olmanızın etkisi var mı? Öykü dilinizle alakalı neler anlatırsınız?
Şair olmakla bir ilgisi var mı bilemiyorum ama çok okumakla bir ilgisi olduğu konusunda şüphem yok. Sözünü ettiğiniz şeyler, dil işçiliği, anlatımdaki titizlik yalnızca şairlerin değil, iyi bir yazar olmayı amaçlayan insanların da üzerine eğilmesi gereken elzem konuların başında gelir ki bu da söylediğim gibi çok okumakla elde edilen bir yetidir. Yazmak konusunda ustalaşmadan önce, okumak konusunda ustalaşmayla; kendinden önceki ustaların eserlerindeki inceliklere, dil işçiliğine vakıf olmakla ilgidir.

“Üzeri Örtülmüş Bir Dosyanın Anatomisi” öyküsünde “çok güvendiği dosyasının basılmama gerekçesini yayınevine telefon açıp sorduğunda, verdikleri yanıttan dosyanın hiç okunmadığını anlamış, hayal kırıklığına uğramıştı. Bunu onlara söylediğinde, daha çok, bilinen yazarlarla çalıştıklarını itiraf etmişlerdi. Ama o, kendine ve yazdıklarına güveniyordu.” cümleleri tam da günümüz yayın dünyasının resmini çok net ortaya koyuyor. Buradan, bu öyküden hareketle düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?
Hemen hemen her yazarın, daha yolun en başında yaşadığı şeylerdir bunlar. Yayıncılar kendi açılarından, yazar adayları kendi açılarından haklı. Yazan bir insan olarak ben yalnızca yazarların değil, yayıncıların da kitap yayımlama konusunda yaşadığı zorlukları, haklı oldukları yanları ele almaya çalıştım adını andığınız öyküde. Gittikçe daha da sıkıntılı hale gelen yayıncılık dünyası, ülke ekonomisin kötü gidişinden payını alıyor elbette. Yazarlar ve okurlar da bu koşullarda kitaba ulaşmaya çalışırken daha fazla zorlanıyor.
Öykülerinizde 12 Eylül askeri darbesinin yarattığı travmaları, toplumda açtığı yaraları çok kapsamlı olmasa da babaları tutuklanan, işkencelere tabi tutulan çocukların gözünden gösteriyorsunuz. Sapasağlam giden babaların adeta birer ceset gibi geri dönmeleri… Çok acı süreçler. Aynı zamanda bu darbeleri destekleyen bir kitle de söz konusu. Neler düşünüyorsunuz bu konuyla ilgili?
Ülkemizin siyasal, kültürel ve ekonomik yönden ilerlemesinin önüne set çekmek isteyen ‘dahili ve harici bedbahtlar’ olmuştur her dönemde. Aslında bugüne baktığımızda, yaşanan her türden geri kalmışlığın belki de en önemli nedeni, bu ülkenin üzerinden panzer gibi -buradaki gibi kaldırılarak da okunabilir bu cümle- geçmiş olan 12 Eylül faşist darbedir.
Bir çocuk için evden çok, hayatın geçtiği yer olan sokaklara çıkma yasağı, yaşadığım bu faşizmin ilk günden belleğime bıraktığı travmaydı ki bunu yaşadığımda henüz onlu yaşlarımdaydım. Bir çocuk olarak beni bile etkileyen bu anormal dönemde büyük insanların neler yaşamış olduğunu kendi açımdan not düşmek istedim öykü kitabıma. O gün de tıpkı bugün olduğu gibi bu antidemokratik düzene karşı olanlar ve bunu destekleyenler vardı çevremde. Bunları kendime ve okura bir kez daha hatırlatmaya çalıştım.
“Geçmiş Devam Ediyor“daki sekiz öykü birbirini tamamlayan, birbirinin devamı öyküler. Nehir öyküler adeta. Neden öykülerinizi birbirinin devamı olarak kurguladınız?
İstedim ki bir tema bütünlüğü olsun kitapta. Öyle bir tema bütünlüğü ki kendi yaşam serüvenimden, tanık olduğum hayatlardan da izler taşısın. Hatta onları kayıt altına alsın ilk öykü kitabım. Böyle olunca ortaya birbirini tamamlayan öyküler çıktı dosyamı oluşturmaya başladığım ilk andan itibaren. Ben başlattım ama onlar kendini tanımladı ve tamamladı.
Sevgili Halil İbrahim Özbay, öykülerinizin genelinde kendini alttan alta hissettiren bir hüzün de söz konusu. Kendi hayatlarında olmamış, olamamış kahramanların tamamlanamamış hikâyeleri var ağırlıklı olarak. Öykü kahramanlarımızdan İsmail Hakkı’da, ablasında, Serpil’de hatta Türkan Hanım’da içten içe bulundukları yeri yadırgama, tamamlanamama söz konusu. İç burkan bir geçmiş. Sürekli etrafında dönüp durulan bir mazi. Nedir bunun sebebi sizce?
Yazmaya, edebiyata hatta başka sanatlara konu olan şeyler daha çok, tam da bu duygu sanırım: olamamışlık ya da tamamlanamamışlık hissi. Sanatla bunu oldurmaya, tamamlamaya çalışma çabası. Hayatta, geçmişte halledemediğimiz travmalarımızı, eksikliklerimizi sanatın, edebiyatın iyileştirici gücüne bırakma arzusu belki de. Bir umut da taşısa çoğu şarkı, film, resim, roman, öykü, şiirin harcında sevinç ve mutluluktan çok hüzün var bu yüzden.

Hem şiir hem öykü yazan biri olarak şiir, öykü, roman yazmak isteyenlere ya da yazmaya başlayanlara neler tavsiye edersiniz? Okumadan yazılabilir mi?
Aslında sorduğunuz bu sorunun yanıtını da vermiş oldunuz doğal olarak. Çünkü ilk akla gelen ve akla yatan yanıt da bu: iyi bir yazar olmanın ilk koşulu iyi bir okur olmak. Sonrası dil işçiliği, sonrası sürekli yazmak. Yazdıklarını acımadan çöpe atmak.
Öyle ki masanın üzerinde kalanlar, masanın altındaki çöpte birikenlerin belki de yüzde biri olana kadar kendi eleştirmenin olmak. Hem de onca emeğe acımadan. Çünkü yazıp attıklarındır, asıl öğretmen. Yazıp attıklarından farkında olmadan çok şey elde eder yazar adayı.
Son olarak neler söylersiniz?
Bu güzel söyleşi ve kitabıma gösterdiğiniz ilgi için teşekkür ederim.
Biz teşekkür ederiz.
Muaz ERGÜ
Halil İbrahim ÖZBAY
-
- Adana’nın kıyı ilçesi Karataş’ta doğdu.
- Babasının memuriyeti nedeniyle farklı şehirlerde büyüdü.
- Karadeniz Teknik Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdi.
- Hayatını öğretmenlik yaparak kazandı.
- Öykü Gazetesi, Askıda Öykü, KE Kültür Edebiyat, İshak Edebiyat gibi birçok dergi ve platformda öyküleri yayımlanan Özbay, yine bir öyküsüyle İthaki Yayınları’ndan çıkan Eve Doğru Bir Bakış adlı seçkide yer aldı.
- Geçmiş Devam Ediyor adlı ilk öykü kitabı 2024 yılı aralık ayında Metinlerarası Kitap etiketiyle okurla buluştu.
- Şiirleri ve şiir üzerine yazıları, başta Sincan İstasyonu, Akatalpa, Yeniyazı, Varlık, Yasakmeyve, Hürriyet Gösteri, Radikal Kitap olmak üzere çeşitli dergilerde yayımlandı.
- 2008 yılında, Kül Falı adlı şiir dosyasıyla Arkadaş Z. Özger şiir ödülüne,
- 2020 yılında Yayı Eksik Viyola adlı şiir kitabıyla Kemal Özer Şiir Ödülü’ne değer görülen Özbay’ın ilk şiir kitabı;
- Kül Falı, 2008 yılında Mayıs Yayınları’ndan;
- Elmanın İlk Anlamı adlı ikinci şiir kitabı, 2012 yılında Yeniyazı Yayınları’ndan;
- Yayı Eksik Viyola adlı üçüncü şiir kitabı 2020 yılında, Kaos Çocuk Parkı yayınlarından;
- Şiir üzerine deneme ve günlüklerden oluşan Şiirin Darası adlı kitabı da 2020 yılında Yazılı Kâğıt Yayınları’ndan çıktı.

Son Yorumlar