Pürselim: “Metinlerim Hüzünle İroni Arasında Sallanan Bir Salıncağa Benzetilebilir.”

Roman ve öykü yazarısınız. Edebiyatın kurmaca, hayal etme ve hayal edilenleri yazıya dökme tarafındasınız. Kurgu, hayal sizin için ne anlam ifade ediyor? 

Yazar, tamamen hayallerden ya da gerçeklerden yola çıkabilir. Ama her hayalin içinde gerçekler, her gerçeğin içinde de hayaller bulunur. Çünkü kurmacanın mantığı bunu gerektirir. Yazar olarak bir dünya kurarsınız ve bu artık ne gerçek ne de hayaldir, bir kurgu dünyasıdır. Okur, o  kurgu dünyaya girerken size inanmaya hazırdır ama kurmacanızda falso verdiğiniz an da kitabı kapatmaya hazırdır. O yüzden gerçeği hayal etmeniz, hayali gerçek kılmanız gerekir. Bunun yolu da kurgunun sağlam olmasından geçer. 

Hikâye anlatma geleneği hakkında neler düşünüyorsunuz?

Kendimi modern hikâye anlatıcısı olarak tanımlıyorum dersem sorunuzu büyük oranda yanıtlamış olurum. Her insanın bir ömürlük hikayesi var ama modern çağ onu bir ana hapsetmeye çalışıyor. O kadar zamanımız yok, sen bana neticeyi anlat diyorlar. Victor Hugo’dan alıntılıyorlar, “Kimse senin dalgalarla nasıl boğuştuğuna bakmaz, gemiyi limana getirip getiremediğine bakar,” diyorlar. Ben o dalgalarla olan mücadeleyi dinlemek istiyorum. Moby Dick’te herkes ölür ama asıl anlatılacak olan o mücadeledir. Herkes zaten bir gün ölür ama asıl anlatılacak olan nasıl yaşadığındır, işte bu da hikâyedir.

Geleneksel hikâye anlatıcılığının en sevdiğim yanı ise aynı hikâyenin hiçbir zaman aynı olmamasıdır. Çünkü anlatıcı dünkü anlatıcı değildir. Anlatıcı ve zamanın yanında dinleyici ve mekân da değişmiştir artık. Dinleyiciler arasında çocukluk aşkınıza benzeyen bir kadın varsa bir kavuşamama hikâyesi anlatırsınız, eşiniz, ‘gelirken çocuğa ilaç al’ diye mesaj attıysa ve cebinizde 5 kuruşunuz dahi yoksa bir açlık hikâyesi anlatırsınız, sobanın yanında oturmuşsanız kahveci de demli çayın yanında simit ikram etmişse aydınlık bir gelecek hikâyesi…  

“Akılsız Sokrates” ve “Sakarmeke” kitaplarınızı okurken çok kederli öyküleri ironik bir üslupla anlattığınız görülüyor. Metinleriniz genelde ironi ve hüzün arasında uzanıyor. Neler söylersiniz üslubunuz, yazma biçiminiz hakkında?

Haklısınız, metinlerim hüzünle ironi arasında sallanan bir salıncağa benzetilebilir. İlk kitaplarım olan “Hayat Apartımanı” ve “Emanetimdeki Hayatlar”da hüzün çok daha yoğundu. Ben Edip Cansever’in o güzelim şiirindeki gibi sadece mendildeki kan seslerini anlatıyordum. Sonra bunun başka şekillerde de anlatılabileceğini düşünmeye başladım. O şiirden, “Umudu dürt, umutsuzluğu yatıştır”ı şiar edinmenin daha umutlu bir yanı olduğunu fark ettim.

Gezi’nin o ironik dilinden etkilendim. “Akılsız Sokrates”le dilimi dönüştürmeye başladım, “Sakarmeke”de bunu daha da geliştirdim. Bu bile isteye, farkında olarak yaptığım bir şeydi. Toplumsal bir yazarım ve toplumun gerçeklerini anlatıyorum ama bunun hüzün odaklı değil umut yüklü anlatılması gerektiğini düşünüyorum; burada da ironi hem havadaki hüznü dağıtıyor hem de umudumuzu diri tutuyor.   

“Sakarmeke”de turna, serçe, martı gibi kuşlar öykü başlıkları olmuş. Kitabın ismi Sakarmeke öykülerin içinde yok. Neden kuşlar öykülerinize isim oldu? Neden Sakarmeke kitap adı oldu?

“Sakarmeke” doğrudan kitabın hiçbir yerinde geçmiyor ama meraklı okur için bir yerlerde gizlenmiş selamını veriyor. Kuşlar pek çok metaforu kanatlarına yüklemiş uçarlarken benim kitabımda da yuva yaptılar, mola verdiler, türkü söylediler. Kuşların bir yanı özgürlüğümüzken diğer yanı kafes içindeki mahpusluğumuzdur, bir yanı kanatlarına takılı sonsuz hayallerimizken diğer yanı bir avuç yeme muhtaç esirliğimizdir, bir yanı kavruk göçmenliğimizken diğer yanı evimiz, yuvamızdır…

Gözlemesini bilene insanın gerçek hikâyesini anlattığı için öykülerin içinde bunca kuş var. Öte yandan sakarmekelerin uçmaya çalışırken, denizin üzerinde koşarken ya da konmaya çalışırkenki sarsaklıkları, hayatta usta değil acemi olan o halleri tıpkı kitaptaki öykü kahramanlarını yansıtıyor. Ben size mükemmel hayatlardan bahsetmeyeceğim, sakarlıklarımızı anlatacağım, diyorum okura.     

“Sakarmeke”de “Ledli Zaman Hikâyesi” ve “Erektus Kalesi” öyküleri distopik metinler gibi geldi bana. Sanki teknolojiye, günümüz dünyasına ağır bir eleştiri söz konusu. Ayrıca günümüzde yaygın olan postmodern edebiyatla aranız nasıl?

“Sakarmeke”, benim distopik öyküyü denediğim ve sevdiğim, okurdan da karşılığını aldığım bir kitap oldu. Saydıklarınıza “Atatürk Yalnızlığı”nı da ekleyebiliriz. Günümüzde yaşadığımız baskılar, yasaklamalar da bu distopyayı doğuran sebeplerden. Bunu sadece teknolojiye bir eleştiri olarak değil, iktidara ve iktidarın her türlü baskı aracına da eleştiri olarak okumak gerekir diye düşüyorum. Günümüzde iktidarların baskı araçları eskiden olduğu gibi sadece asker, polis gibi doğrudan değil. En basitinden medya dolaylı olmasına rağmen sanatçı üzerinde çok daha büyük baskı oluşturabilmekte. Bankaların birey üzerinde oluşturduğu baskıyı hiçbir polis devletinin sağlaması mümkün değil.

Postmodernizm ülkemizde genel olarak olumsuz olarak algılanır, ben onu ne ilahlaştırıyorum ne de şeytanlaştırıyorum. Postmodernizm diye sunulan metotların bazıları Dostoyevski, Woolf ya da Joyce tarafından 100-150 yıl önce kullanılmıştır. Tanpınar “Saatleri Ayarlama Enstitüsü“nde bunun hakkını vermiştir. Akımlar üzerinden gidecek olursak, ilk roman olarak kabul edilen 1605 yılında basılan Cervantes’in yazdığı “Don Quijote”yi nereye koymamız gerekecek? Klasik, modern ya da postmodern? (En bilinenleri olduğu için sadece bunları andım.) Akımları çok da önemsemiyorum, derdim iyi edebiyat okumak ve becerebildiğim oranda iyi kitaplar yazabilmek.

Öykülerinizde gerçeğin kurguya, kurgunun gerçeğe dönüştüğü bir tarz var. Öyküleri okurken kurgu mu gerçek mi diye seçemiyoruz çoğu zaman. Neler söylersiniz?

Gerçek hayat dediğimizin içinde dahi büyük oranda kurgu var bence. Görüntü çağında yaşıyoruz ve nasıl âşık olacağımızı dahi filmlerden, dizilerden öğreniyoruz. Evlilik teklifinin olmazsa olmazının tek taş pırlanta yüzük olduğunu sanıyoruz. Doğum günlerimizde namaste yapıp dilek diliyoruz. Bundan 20-30 sene önce olmayan ama bize öğretilen bir kurguyu gerçek diye yaşıyoruz. İşin sosyolojisini bir tarafa bırakacak olursak edebi kurmacanın içinde de elbette gerçeklik var. Bu bazen doğrudan bir olayın anlatımı olabileceği gibi, dolaylı olarak mekan ya da kahraman kullanımı şeklinde de olabiliyor.

Genellikle kolaj şeklinde farklı kişi, olay ve mekânların aynı potada eritilmesiyle oluşan bir bütünün yaratımıyla gerçekleşiyor edebi kurmaca. Ama işin özü, metnin kendi gerçekliğinde gizli. Yani en gerçek olayları dahi kurmaca olarak anlatıyorsanız, orada artık birebir gerçekleri değil kurgunun mantığı içerisinde oluşturduğunuz hikâyenin gerçeklerini anlatırsınız. Bu da gerçek hayattakiyle çatışsa bile kurmacayla barışık olmak zorundadır. Öte yandan az önce de belirttiğim gibi safi hayallerinizi anlatırken dahi gerçek hayattan beslenirsiniz ama burada da kurmacanın mantığını kendinize çerçeve olarak çizerek ilerlersiniz.   

“Bekledim de Gelmedin” isimli öyküde kısa cümleler var. Bitmeyen, yüklemsiz, üç noktayla biten cümleler. Bu yazım tekniği hakkında neler söylersiniz?

Her öykünün kendi ruhu, tarzı vardır. Yazarın ne anlatacağından daha önemli olan artık nasıl anlatacağıdır. Dünya üzerindeki her şey milyonlarca kez anlatıldı, insanlar ne anlatacağınızı biliyorlar. Ama bunları siz anlatmadınız, nasıl anlatacağınızı bilmiyorlar. İşte yazarın temel meselesi artık ‘nasıl’dır. Kırgın bir aşk hikayesi olan “Bekledim de Gelmedin”, kahramanın ayılma anlarındaki hatırlamalarından ilerleyen sis altında bir zihnin ürünü olduğundan dolayı kahraman cümlelerini dahi bitiremiyor…

Kimi öyküleriniz çok kısa, bir iki sayfa ya da bir sayfadan da kısa kimi öyküleriniz ise sayfalarca sürüyor. Bu zamanlarda minimal ya da hibrit öykü modası var. Neler düşünüyorsunuz bu hususlarda?

Peşin peşin söyleyeyim, ben öykü ne kadarını kaldırırsa sonuna kadar gitme taraftarıyım. Yani genel olarak uzun öykü sempatizanıyım. Kısa öykünün büyük ustalık gerektirdiğini ve ancak layıkıyla yapılabildiğinde tadından yenmediğini ama genel olarak ortaya konulan eserleri çok da tatmin edici bulmadığımı söylemeliyim. Cin fikirlerin olduğunu ama nasılsa adam çarparım düşüncesiyle basite kaçıldığını, bu yüzden de uzun aforizmalardan öteye gidilemediğini düşünüyorum. Bu işin edebiyatımızdaki ustası Ferit Edgü’dür ve dönüp dönüp okunasıdır. Kendi adıma öykünün ruhu, kısa anlatımı gerektiriyorsa bu tarzı seçiyorum ama onlarla uzunlar kadar uğraşıyorum.

Özellikle “Akılsız Sokrates”teki öykülerde baba sorunlu, olumsuz, bencil bir karakter olarak işleniyor. Çocukların ve annelerin babayla ilişkileri sıkıntılı. Neden böyle bir anlatım yolu seçtiniz?

Belki tekrara girecek ama öykünün ruhu neyi gerektirdiyse onu seçtim, daha doğrusu o beni seçti. Yazdıkları üzerinden yazarın hayatını çözmeye çalışırız. Zaman zaman mutsuz bir çocukluk geçirip geçirmediğim bana da sorulur. Aksine mutlu bir çocukluğum oldu ve ailemle hiçbir zaman ciddi çatışmalar yaşamadım. Birbirini seven bir aile olduk ve sevgiyle örülen bağlarımız hâlâ da çok sıkıdır.

Bu sorunuzun cevabını aslında Tolstoy, “Anna Karenina”nın açılış cümlesiyle cevap vermiştir: “Bütün mutlu aileler birbirine benzerler; her mutsuz ailenin mutsuzluğuysa kendine özgüdür.” Edebiyat açısından anlatılmaya değer olan işte o kendine özgülük olduğundan dolayı, mutsuz ailelerin etrafında biraz fazlaca dolaşmış olabilirim.

Zengin bir kurgu evreniniz var. Hayal, rüya, iç konuşma, sayıklama, bilinçaltı, bilinçüstü… Böylesine farklı ögeleri bir arada kullanma sebebiniz hakkında neler söylersiniz?

Çok teşekkür ederim. Yazarın kafasında oluşan metin mükemmeldir, zor olan onu okura aktarmaktır. Okura anlatırken çeşitli teknikleri kullanmak, verdiğimiz falsoları azaltabilir ve daha doğrudan bir aktarımı sağlayabilir. Metni kafamda oluşturduktan sonra bunu okura nasıl ulaştırabileceğime yoğunlaşırım.

Tıkandığım yerleri farklı tekniklerle aşmaya çalışırım. “Sakarmeke”deki Serçe, belki de bu anlamda en zorlandığım ama sonuç itibariyle beni en çok tatmin eden metinlerden biri oldu. Hayal, rüya, iç monolog, iç diyalog, sayıklama, sanrı, bilinçakışı, bilinçüstü, bilinçaltı… artık Allah ne verdiyse… 

“Atatürk Yalnızlığı” ismini verdiğiniz bir öykünüz var. Çok ilginç bir isim bu. Nedir bu yalnızlık? Yalnızlık yanında toplumsal sorunları da öykülerinizde işliyorsunuz. Neler söylersiniz bu hususlarda?

Kitap çıktıktan sonra birileri Atatürk yalnız kalmaz gibisinden bir şeyler yazmıştı. Sanırım en kötü huylarımızdan biri bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak. Herkes bir şeylere inanır ama inandığı şeyin en temel iki üç metnini dahi okumaz ya da bir şeylere karşı çıkar ama karşı çıktığı şeyin ne olduğunu dahi bilmez, çünkü okumadan karşı çıkmaktadır.

Kişi, Orhan Pamuk’un tek cümlesini okumamıştır, kendini doğru dürüst ifade edemiyordur ama Pamuk’un edebiyatını eleştirmekte hiçbir çekince göstermiyordur. Atatürk Yalnızlığı da, taşradaki bir kitapçının yalnızlığı üzerinden fikirlerin nasıl budandığını anlatan bir metindir. Kitapçılar yakılmasın, kitaplar yasaklanmasın diye yazılmış bir öyküdür. Elbette kalıcı olan kitaplardır, onların yangına benzin taşıyanlar değil.

Kimleri okuyorsunuz? Etkilendiğiniz yazarlar kimler?

Şu an, Hannah Arendt’in “Kötülüğün Sıradanlığı” ile Ceren Sungur’un editörlüğünü yaptığı “Sibirya’dan Balkanlara Şamanlar ve Cadılar”ın ikinci cildini okuyorum.

Etkilendiğim pek çok yazar var ama Kafka ve Dostoyevski olmasa yazmaya hiç heves etmezdim. Marquez’in hikâye anlatıcılığına hayranım. Bruno Schulz’un herkesin görmediğini gören ve kimsenin anlatmadığı gibi anlatan yanını kendime şiar edinirim. Latife Tekin’in masalsı dünyasına cezbolurum. Edebi anlamda yalvacımsa Cemil Kavukçu’dur.

Son olarak neler söylersiniz?

Bir kitap okuduğunuzda hayatınız değişmez ama bin kitap okursanız zaman içinde hayatınızın değiştiğini fark edersiniz. İşler, güçler, anlamsız sıkıntılar, ufak dertlerle tükettiğimiz hayatlarımızda; -tüm okurlarınız ve kendim için- sanata, doğaya, gezmeye, eğlenmeye, gülmeye hatta hiçbir şey yapmadan yatıp gökyüzünü izlemeye daha fazla vakit bulabilmemizi dilerim. Teşekkür ederim.

Biz teşekkür ederiz.

Muaz ERGÜ

Mehmet Fırat PÜRSELİM

    • 1975 yılında Antalya’da doğdu.
    • Üsküdar Anadolu Lisesi ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi ve Sosyoloji bölümlerini bitirdi.
    • Halen serbest avukatlık ve arabuluculuk yapmaktadır.
    • BirGün Kitap, Evrensel gazetesi, BirGün gazetesi, Yeşil gazete, Kitap Eki ve çeşitli dergilerde kitap incelemelerine ve edebiyata ilişkin yazıları yayınlanmaktadır.
    • Uzman Tv’de kitap tanıtımı programları yapmıştır.

Kitapları

    • Emanetimdeki Hayatlar ya da Acı Defteri
    • Kumsalda
    • Akılsız Sokrates
    • Sakarmeke
    • Hayat Apartmanı
    • Şamanların Sonuncusu
    • Yavru Fok Nesu 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir