Azerbaycan’ın sembol isimlerinden halk şairi, yazar ve milletvekili Sabir Rüstemhanlı’yı öğrencilik yıllarımda tanımıştım. Onun lirik şiirleri, Türklüğe dair coşkun hisleri kalbimde yer etmişti. Bundan birkaç ay evvel Bakü’ye yaptığım seyahatte de kendisiyle uzun uzun sohbet etme fırsatı yakalamıştım. Türklüğün yılmaz hadimi Sabir Bey; güleryüzü, mültefitliği ve samimiyetiyle de gönlümü fethetmişti.
Geçtiğimiz hafta ise kendisini önce, hâlihazırda akademik hayatıma devam ettiğim İstanbul Üniversitesi’nde dinledim. Hemen ertesi gün TRT 2’de bir röportajımıza konuk oldu ve TRT İstanbul Radyosunda bir canlı yayına katıldı. Böylelikle Azerbaycan’ın bu kıymetli yazar ve devlet adamının hoş sohbetine daha da çok kulak verdik…
O günümüzün hatırası bu çekimler sayesinde ebedi kalacak. Yine de hem yazmaya olan sevdamdan dolayı hem de iki kardeş ülke için o günün hatırası yazıya da intikal etsin diye bu satırları kaleme almaya karar verdim. Ne demişler: “Söz uçar, yazı kalır.”
Sabir Bey, hayatınıza baktığımızda çok yönlü biriyle karşılaşıyoruz. Siyasetçi kimliğinizi bir kenara koyarsak, Azerbaycan’ın halk şairi olmanız yanında, onlarca filmin ve kitabın sahibisiniz. Edebiyatın farklı alanlarında eserler verdiniz. Bu denli üretken olmayı nasıl başardınız? Sizi motive eden ya da ilham veren şeyler nelerdir?
Benim esas görevim bir vatandaş olmak, bir yurttaş olmak. Yani ben Azerbaycan’ın vatandaşıyım, bir Türk’üm. Yaşadığım yıllarda milletimin kaderi, talihi ne istiyorsa onu demeye çalıştım bir şair ve yazar olarak. O zaman neyi gerektiriyorsa o türde eser verdim, o bağlamda konulara değindim.
En son iki romanınız Türk Edebiyatı Vakfı tarafından yayımlandı. Çocukluğa Değen Kurşun ve Astar. İki romanda da Sovyet toplumu ile geleneksel toplum arasındaki çelişkilere odaklanıyorsunuz. Bu eserleriniz hakkında neler söylersiniz?
Bunlar daha çok benim gençlik yıllarımla alakalı ve o yılların anılarından doğan yazılar. Daha önce benim Türkiye’de birçok şiir, nesir türünde eserim, birçok romanım çıktı. Göktanrı, Difai Fedaileri gibi belgesel yazılarım da yayımlandı. Bunlar daha küçük hacimde yazılar ama aynı zamanda da sevdiğim yazılar çünkü kendi hayatımdan geçen anılar, hayatımdan geçen sorunlar var orada. Öğrencilik yıllarım, çocukluk yıllarım var. Sovyetler dönemine karşı zamanın aydınlarının bakışı var. Son kitaplarımın da Türkiye’de yayımlandığına çok memnunum.

Sovyetlerin dağılması Azerbaycan yazarlarının da ana meselelerinden birisi oldu hep. Bunu Türk okurları olarak ülkemizde çok geniş kitleler tarafından okunan Cengiz Aytmatov’dan da biliyoruz. Hatta dostluğunuz da var diye anımsıyorum. Sizin romanlarınızdan da Aytmatov tadı aldım. Ele aldığınız konular paralel gibi. Neler söylersiniz bu hususta?
Cengiz Aytmatov ile dosttuk diyemem ama çok görüştük. Ben onun romanlarını gençlik yıllarımda okudum, çok sevdim. Sonra Türkiye’de birkaç yerde beraber olduk. Elazığ’da bir evde Onunla vakit geçirdik, sonra da Bakü’ye davet ettik Aytmatov’u. Mesela, Cengiz Aytmatov Kırgız Edebiyatı aracılığıyla Kırgız halkının temizliğinin, güzelliğinin, Kırgız milletinin manevi dünyasının korunmasını istiyor. İnsanların ruhundaki temizliği korumasını istiyor, mankurtlaşmaya karşı. Onun Dağlar Yıkıldığında romanı var. Yurtdışından gelip parayla Kırgız tabiatının en güzel yerlerini mahvederler. Benim de ona benzer bir yazım var. Bu açıdan bir benzerlik var aramızda, diye düşünüyorum. Bir fark da var ama. Cengiz Aytmatov yazılarını önce Rus dilinde yazdı, sonra çevirdi Kırgız diline. Ama benim öyle bir sorunum yok, ben Azerbaycan Türkçesinde yazarım. Sonuçta, ikimiz de Türk Dünyasının sorunlarından kopup geldik. O büyük, tanınan bir yazardı. Bizler Azerbaycan’ın dışında az tanınırız ama aynı problemleri dile getiren adamlarız. Mesela, benim bir şiir kitabım var, adı Kan Yaddaşı (Hafızası). İlk defa o kelimeyi Azerbaycan Türkçesine ben getirdim. Genetik hafıza yani. Benim şiirlerimde de romanlarımda da o kan yaddaşından gelme bir şey var. Çünkü tarihin de unuttuğu hakikat çıkar kan yaddaşında ortaya. Öyle şeyler var ki tarih kitaplarında yazmazlar. Aksine bunları unutturmaya çalışırlar. Sovyetler döneminde bizim tarihimizi unutturmaya çalıştılar ama senin kanının hafızası onu unutturmaya imkân vermez. O sana aittir, bilirsin.
Azerbaycan’ın bölgelerinin birindeki bir kaleye gitmiştim. 6-7 yaşında bir çocuk, baktım elinde ok yay ve aynı zamanda güzel bir türkü okuyor. Yaklaştım, okuduğun ne, dedim. Dedi ki: Amca bilmiyorum ama içimden geliyor, okuyorum. Yani o çocuk bilmiyor bunları. Bir vakit dedeleri burada savaştılar, yurdu korumak için burada kanlar döküldü, kahramanlıklar oldu. Ama çocuğun kan hafızası hissettiriyor ona bunları. Bu kan hafızası yazarlığın esas kaynaklarından biridir. Aytmatov da öyle düşünür. Mankurt yani hafızasını kaybeden milletin, kökünden habersiz adamların ben yazar olarak yurda bağlılığına inanmıyorum. Ben bütün Türk dünyasını gezdim Doğu Türkistan, Altaylar, Sibirya, Kırım, Balkanlar… Her yeri gezdim ve ben o yerleri gezerken gördüm ki aslında ben o yerleri daha önce hafızamda yaşamışım. Hafızamda olanla gördüğümü yan yana koymuşum. Mesela Göktanrı romanımda Issık Göl yolunda bir yol yazmıştım. O yoldan geçerken fark ettim ki ben görmeden yazmışım oraları. İşte bu kan hafızası…
Aslında Sovyetler Birliği’nin köklerinde dünya edebiyatını etkileyen devasa bir Rus edebiyatı var. Rus edebiyatı Azerbaycan edebiyatını nasıl etkiledi size göre?
Bir devletin içinde yaşıyorduk. Tabi Türkiye Türkçesi’nden bize yalnız bazı kitaplar gelmişti, Tevfik Fikret gibi. Ama bizim dilimize çevrilmiş bir kitap yoktu. Yalnız komünist olduğu için Sovyetlere gelen Nazım Hikmet’i tanıyorduk. Bir de Aziz Nesin geldi. O da solcu olduğu için ona da müsaade etmişler. Onun da kitapları yayımlandı ama ulusal düşünceli ve Türk Edebiyatı’nın esas gücü olan insanlar bizim dilimize çevrilmedi. Yani Türk Dünyasına giden yollar kapalıydı. Rus Edebiyatı ise gece gündüz resmi kanallarla çocuklarımızın beynine akıtıldı. Okullarda mecburdu okumak. Çevrilip defalarca basılırdı Azerbaycan Türkçesiyle. Ama rusça da basılırdı. Okullada Rusça okuyanların sayısı çok. Tabi ki Rus Edebiyatı, özellikle 19. yüzyıl Rus Edebiyatı büyük bir edebiyattı. Tolstoy, Dostoyevski, Çehov… Mesela ben Çehov’u çok severim. Dostoyevski’yi o kadar sevmiyorum çünkü onda Türklere hakaret eden yerler var. Balkan Savaşlarında Türkler öz yurdunu savunuyor ama Balkan Savaşlarında toprağını savunan Osmanlı’ya hakaret ediyor. Ben onun diğer romanlarını da sevmem. Daha çok Tolstoy’u severim. Ondan da çok Çehov’u severim. Fakat Rus Edebiyatı’nı okuduğunuzda görürsünüz ki aslında Rus Edebiyatı da Avrupa Edebiyatı’nın daha çok Fransız Edebiyatı’nın etkisi altında. Rus Edebiyatı çok gençti, mesela Puşkin Rus Edebiyatı’nın atası sayılır. 18 ve 19. yüzyıl Rus Edebiyatı’nın kökü oradadır.
Aynı şekilde ülkemizin önemli şairlerinden Nazım Hikmet’le de yakınlığınız olduğunu biliyorum. Nazım Hikmet sizin için nasıl bir şair ve nasıl bir insandır?
Onun ilk kitabı Bakü’de basıldı: Güneşin Şarkısı. O sebeple Azerbaycan’a çok bağlıdır. Gelip gidiyordu Moskova’dan. Türkçe işitmek, Türk yemeği yemek, arkadaşlarıyla bir araya gelmek için Bakü’ye gelirdi. Bakü’de onu sevenler ve yakınları vardı. Nazım Hikmet komünist mi? Yahut Türkiye’den niçin kaçıp geldi? Bu konuları düşünen azdı. Biz onun şiir diline ve şiirinin içindeki Türk sevgisine âşıktık. “Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkında / Ne sen bunun farkındasın ne polis farkında.” O, Moskova’da yaşarken de Türkiye’deydi. Aslında ömrü boyunca Türkiye’yi methetti, Türkiye’yi yazdı güzel bir Türkçe ile. Siyasi şeyler geçip gider ama kalan sözdür. O açıdan Nazım Hikmet büyük şairdir.

Aleyna Malkoç, Sabir Rüstemhanlı
Azerbaycan Türkiye’de “iki devlet tek millet” olarak tanımlanan kendimize çok yakın gördüğümüz kardeş ülkemiz. İki ülke arasında duygusal yakınlığın ötesinde kültürel anlamda yakınlık gün geçtikçe artıyor. Siz bu kültürel yakınlaşmayı nasıl görüyorsunuz? Bunun daha da artırılması için neler yapılması gerekir?
Türk Devletleri Teşkilatı, zirve toplantılarında bunları görüşüyorlar. Bizim bir millet iki devlet olmamızın nedenleri var. Kültürde dilde bir millet olmanın temeli var. Onları geliştirmek lazımdır. Folklordan, dilden, televizyondan başlamış faaliyetler, ortak lügatlar, ortak kitaplar devam etmelidir. Son asırlardaki siyasi ortamda yaşamak, Sovyet hâkimiyetinde yaşamak bizim dilimize de çok fazla yabancı söz getirdi. Sizin dilinizde de yabancı sözler suni şekilde ayrılıklar yaratıyor. Bu ayrılıkları ortadan kaldırmak için ne iş görmeliyiz? Bence bunun için açık bir program, ortak mektepler olmalıdır. Azerbaycan’da bir zamanlar her mektepte Rusça öğretilirdi. Anadolu Türkçesi’nin öğretilmesi, diğer türk halklarıyla ünsiyetin artırılması bunlar önemli işlerdir…
Aleyna MALKOÇ



Son Yorumlar