Şahman: “Prizmadan Yansıyan Işığın Okurda Çoğalmasından Yanayım.”

Geçtiğimiz aylarda “Yarım Kalmasın” adlı ikinci öykü kitabınız yayımlandı. Okuru bol olur umarız. Kitabın ilk öyküsü “Yarım Kalmasın Hiçbir Öykü” adını taşıyor. Öykünün ana karakteri bir terzi, “Terzi Mediha”… Becerikli, titiz, yetenekli bir terzi olmasına rağmen ne yazık ki çoğunlukla giysi tadilatı yapıyor. Buradan hareketle toplumun giyim kuşam zevkinin değiştiği, hazır giyimin daha çok rağbet gördüğü sonucu çıkarılabilir mi? Genelde tadilat hazır giyim ürünlerinde yapılır. Bir de terzilik gibi geleneksel mesleklerin bir ağırlığı, özgünlüğü ve kendine mahsus bir aurası vardır. Bütün bunları bir araya getirerek sorarsak neden ilk öykünüzün ana karakteri bir terzi?

Dünya dönerken baş döndürücü bir değişim yaşıyoruz ve bu değişim yaşam tarzımıza, kültürel yapıya, ilişkilere, tüketim alışkanlıklarımıza da yansıyor. Kitabın açılış öyküsünün bir terzi karakteri üzerinden kurgulamayı, hem bu mesleğin ve mekânın taşıdığı nostaljik atmosferin “unutulmuş zamanların parmak izlerini” yansıtması bakımından hem de parçalardan bütüne ulaşan yazım tekniğiyle örtüşmesi bakımından tercih ettim. Bilirsiniz hikâye etme dikme, dokuma, örme, işleme, nakşetme eylemleriyle pek çok yönden benzerlik taşır. Henüz daha yazı yokken ya da kadınların yazma imkânı yokken kadınlar duygularını, düşüncelerini, özlemlerini son derece yaratıcı bir biçimde dokudukları halılarda, kilimlerde, oyalarda, yazma kenarlarında, ördükleri dantellerde, işledikleri kanaviçelerde dile getirmişlerdir. Bugün elimizde iğne, tığ, örgü şişi, dokuma tezgâhı yerine kalem-kâğıt var. Araç değişse de eylem özünde aynı. Kelimelerden, cümlelerden, harflerden bir örüntü oluşturma, bir tasarım yaratma.

Yarım Kalmasın Hiçbir Öykü’de bir başka yazar tarafından yazılmış ama öykü ya da kitap bütünlüğe ulaşmamış yazı parçaları var. Bu yarım kalmış yazılarının bir başka yazar tarafından birleştirilmesi, bütünleştirilmesi yerine ben bu işi terzilik terimleriyle örtüştürerek Mediha’ya yüklemeyi tercih ettim. “Böylece nasıl ki tadilat yapılacak giysiyi önce sökmek gerekirse, defalarca okuduğum sayfaları söküp ayırdım ciltten. Ne zaman vakit bulsam yayıyordum sayfaları dükkânda ütü masasının, evde halının üstüne. Kumaşa sabunla çizdiğim çizgiler misali, bazı cümlelerin altlarını renkli kalemlerle çizdim. Gelincik’in evvela zihnimde teyellediğim cümleleri, dikiş dikerken makinenin tıkırtısıyla birlikte çınlıyordu kulaklarımda. Parlak renkli kumaş topları açılıyordu önümde… Nasıl ki omuzlara vatka konursa ya da eteğin ucuna fisto, yakaya biye, parçalar arasına bir iki cümlecik ekliyorduk. Tekrara düşülen kısımlara pens atmak, uzun cümlelere büzgü gerekiyordu.”

Ana karakterini terzi olarak seçmemde bu eylem benzerliğinin yanı sıra insanların sadece yaptıkları işe göre etiketlenmesine bir karşı duruş da var, okumanın kişiye katkılarının izdüşümleri de. Terzi Mediha gibi tutkuyla istersek, emek verirsek, kitapları rehber edinirsek kendimize Yarım Kalmaz öykülerimiz.

Adı geçen öykünüzde “Terzi Mediha”nın yanında bir de “Sahhaf Mutahhar Amca” karakteri var. Mediha Mutahhar Amca’dan aldığı bir kitabı inceliyor. Bu kitap normal kitaplara benzemiyor. İki kahraman bu kitabı düzenlemeye ve sonrasında bastırmaya karar veriyorlar. Burada yazarlığı terziliğe benzeterek, yazma işinin inceliğini ve titiz çalışma gerektirdiğini de gösteriyorsunuz. Bu titiz çalışmayı yayınevleri basmıyor. Günümüzün önemli sorunlarından biri var aslında burada. Titiz çalışmanın ürünü birçok kitap basılmıyor. Bunun yerine popüler, gündelik, bir süre sonra uçup gidecek metinler basılıyor. Bu hususlarla ilgili neler düşünüyorsunuz?

Ne yazık ki çok haklısınız. Sektör bütünüyle ticarileşmiş durumda. Yayınevleri kitabın edebi değerinden çok herhangi bir meta gibi satıp satmayacağına bakıyor. Yazarın popülaritesi, sosyal medyadaki takipçi sayısı, ortalama okura hitap edip etmeyeceği gibi kriterler daha ön planda. Bu da yazarları zorlayan, hatta yazmaktan alıkoyan bir durum. Sait Faik ustamızın “Yazmasam deli olacaktım,” sözüne atfen sevgili Onur Çalı “Yayımlatamazsam deli olacaktım,” der. Biz bu iki deli olma hali arasında gidip geliyoruz ne yazık ki.

Kitapların okur kitlesine ulaşmasında da haksız bir rekabet var. Kitapevlerinin yeni çıkanlar bölümünde, rafların üst sıralarında, ön kapağın görüldüğü kitaplar hep büyük yayınevlerine ait ya da kule biçimindeki çok-satarlara. Kitap büyük bir yayınevinden çıkmamış ise reklam, tanıtım, fuarlara katılma olanağı olmuyor, haliyle de okura ulaşması zor oluyor. Yayınevleri tanıtıma bütçe ayıramadığında yazar tanıtımını da bir ölçüde kendi yapmak durumunda kalıyor. Yazar nitelikli bir eser üretmek için mi gayret gösterecek kitabını görünür kılmak için mi? Bu kuşatılmışlık yazar kadar okuyucuyu da bağlıyor. Okur sosyal medyada, kitap eklerinde, edebiyat sitelerinde, dergilerde, vitrinlerde gördüğü kitaba elini uzatıyor ve bazen hayal kırıklığı yaşayabiliyor.

Öykülerinizde devrik cümleler, kısa cümleler hatta tek kelimeden oluşan cümleler yer alıyor. Ayrıca türkü ve şiir de var metinlerinizde. Neler söylersiniz üslubunuzla alakalı?

Değişken cümle yapısı kullanmam öyküde belli bir ritim duygusu yakalamaya, okurun metnin içine daha kolay girmesi ve ilerlemesini sağlamaya dönük. Türkü, şarkı ya da şiir dizelerini kurguya dâhil olmaları ise öykünün duygusuyla örtüşmeleri, okurda yeni çağrışımlara, yan okumalara kapı aralamasıyla bağlantılı olarak kendiliğinden gelişen bir durum.  

Okuduklarımız, dinlediklerimiz, mırıldandıklarımız, izlediklerimizin bizde kalanları zihnin kıvrımlarından süzülüp gelerek imgelem dünyamızla birleşerek metne yansıyor. Karakterin ruh halini yansıtmada, duygu geçirimini sağlamada, sahneyi canlandırmada, okurda çağrışım zenginliği yaratmada etkili olduğunu düşünüyorum türkü ya da şiirlerden yaptığım alıntıların. Mesela El İyisi öykü kişisi Yılmaz yalnızlığına içerken türkünün dizeleriyle dumanlanıyor kadehi. “Benim ile lokma yeyip içenler/Gölgemin altında konup göçenler/Sizi zalim dar günümde kaçanlar/Ben kendi kendime çatar ağlarım çatar ağlarım…”

Öykülerinizde “Hu Hayriye nere gidersin öyle yel yepelek, sabahın köründe?”, belik, “Ne konuşup durun kendi kendine?”, uğunmak, örtmen gibi yöresel cümle ve kelimeleri kullanma gayeniz nedir?

Cümle kalıbını, sözcük seçimini öykü temasına ve karakterin kişilik özelliğine göre oluşturuyor, kimi öykülerde yerel söylem ve şive kullanıyorum. Diyaloglar ve monologlarda karakterleri kendi meşrebince konuşturmaya özen gösteriyorum. İstiyorum ki her karakter kendi dramını/meramını kendi diliyle anlatsın. Mesela Kuş Balık Oldu öyküsünün kahramanı Nazif zihinsel engelli köyde yaşayan bir çocuk, dolayısıyla kullandığı kelimeler ve telaffuzun bu yönüyle uyumlu ve yazım kurallarından azade olması gerekiyordu. “Örtmenim, herkeş, hemi de, bissürü” gibi.  İnandırıcılık, sahicilik ve doğallık önemli. Okurken “bu kişi böyle konuşmaz ki” dedirtmemek asıl gayem. Bu yaklaşımın söylemin kendine özgülüğünü sağlamada, karakteri ete kemiğe büründürmede de elzem olduğunu düşünüyorum.

Düğüm adlı öykünüz feminist bir tarzla bilindik toplumsal cinsiyet rollerini yok sayarak lezbiyenlik üzerinden bu rollere yeni bir bakış açışı getiriyor. Ceyda ve Sumru ile ilgili neler söylersiniz?

Ceyda ve Sumru doğal bir norm olarak kabul edilen heteroseksüelliğin karşısında, cinsel yönelimleri doğrultusunda yaşamaya çalışan iki cesur genç kadın. Ama Düğüm öyküsünü bu iki kadının ilişkisi odağında kurgulamadım; Ceyda’nın annesi Hayriye’nin yaşadığı duygular, yüzleşme, çelişkiler ve kabul süreciydi olay örüntüsünü oluşturan.

İnsanları cinsel yönelimlerinden dolayı ötekileştirmek, yok saymak, linçlemek toplumun büyük kesimi için olası ve kolay. Ama ya anne açısından durum nasıl? Okura burada farklı bir pencere, çocuğunun kokusuna tutunan bir anne penceresi açmak istedim.

Öyküleriniz genelde dikkat gerektiriyor. Hemen kendini açan, anlatacağını direkt anlatan bir üslup yerine okuru düşündüren bir yapı söz konusu. Nispeten kapalı bir anlatım dili… Neler söylersiniz bu tespitlerimizle ilgili?

Anlatımda yalınlığı yakalamak önceliklerim arasında, ama yalınlık, sadelik kolay okunan, basit bir anlatı tarzı değil benim için. Her şeyi bir anda okurun önüne dökmektense, parçalı bir yapıda, zaman dizinsel olmadan, kurmacanın imkânlarından, dilimizin zenginliğinden faydalanarak, sınırları esneterek, farklı çağrışımlarla katman katman açılan metinler ortaya koymaya çalışıyorum. Ne çok açık yazmaktan yanayım ne de çok kapalı. Kendimce bir kıvam tutturmaya çalışıyorum.

Sezdirme yöntemini kullanırken, metinler arası göndermeleri, mitolojik unsurları kurguya dâhil ederken ufak dokunuşlar yapmayı, küçük işaretler yerleştirmeyi tercih ediyorum hikâyenin iç mantığı, felsefesiyle tutarlı olacak şekilde. Gönlüm yazdığım metinlerin bir çırpıda okunup geçmesine razı olmuyor, daha uzun erimli etkiler arzuluyorum. Prizmanın farklı köşelerinden yansıyan ışığın okurda çoğalmasından yanayım. Okurun özdeşlik yakaladığı noktalardan kendi içine dönmesini, alıntı/gönderme yaptığım yazara/esere dair okumalar/izlemeler yapmasını sağlayabilirsem ne mutlu bana.

Sizin öykülerinizi okurken öykülerinizdeki nesnelerin bir ruhu olduğunu düşünüyoruz. Nesneler metne öylesine girmiş cansız varlıklar değil sanki. Öykülerinizdeki nesne kullanımıyla ilgili neler söylersiniz?

Nesneler bizim için değerli elbette, hepsinin anısı var, bizim için önemli bir şeye işaret eder, bir olaya, bir kişiye, bir duyguya karşılık gelir. O nedenle, anlatacağım meseleyi nesneler üzerinden vermeye, öykü kişisinin özelliklerini anlatmadan göstermede nesnelerden faydalanmaya özen gösteriyorum. Örüntüde nesneler öykü temasıyla bağlantılı olarak taşıyıcı unsur ya da işlevsel ayrıntı olarak öykünün çeperini genişletmede, derinleştirmede, atmosferi etkili kılmada, sahne kurmada ana unsurlardan.

Duygu geçirimini nesneler üzerinden kurgulamayı seviyorum. Beyin göçü temalı Gök ve Kök öyküsünde “valiz” metni sırtlayan bir nesneydi ve valize konan her bir nesne bir duyguyu, bir düşünceyi imliyordu. Bazen de nesne bilinçaltının itkisiyle kendiliğinden metne giriyor.  Nesnenin sesine kulak veriyorum “benimle örtüşüyor bu öykü” dediğinde. Leitmotiv olarak kullandığım makasın yanı sıra ayna, perde, çiçek, ağaç, yol gibi simgesel çağrışımı zengin olan nesneler de var öykülerde kendine yer bulan.

Öykülerinizde çeşitli anlatım tekniklerini bir arada kullandığınızı görebiliyoruz. Tahkiye Etme, Geriye Dönüş, İç Çözümleme, Gösterme, İç Monolog, Bilinç Akışı, Diyalog…  Özellikle “Daha Ne Kadar” adlı öykünüzde Bilinç Akışı Tekniği yoğun olarak yer alıyor. Aynı zamanda babanın konuşmalarında dil kurallarına yer verilmiyor. Bu öyküyle ilgili değerlendirmelerimiz hakkında neler söylersiniz?

Malum olduğu üzere hayatın akışından insanlık durumlarını çekip çıkararak metne taşıyacağımız konu çeşitliliği sınırlı ve yüzyıllardır çok başarılı örnekleri yazıldı/yazılıyor. Bu durumda temanın metne giydirilişi, üslup ve anlatı tekniği ile ayırt ediciliği yakalamamız, farklı bir anlatı evreni kurmamız gerekiyor.

Bilinç akışı tekniği ile yazılmış eserleri okumayı ve öykülerimde bu tekniği kullanmayı seviyorum. Daha doğal ve samimi geliyor. Dili ve zihni daha özgür kıldığını, yazara kalıplar dışında bir yazım alanı açtığını düşünüyorum. Bu özgürlükle yazmak farklı bir dinamizm ve ritim kazandırıyor öyküye.

Daha Ne Kadar öyküsü baba ile oğlu arasındaki bakışımlı ilişki, iç içe geçmiş parçalı yapıyla, geçişimli olarak aktarılıyor. Babanın konuşamayışı, öykü kişilerinin aralarındaki iletişimsizlik nedeniyle yansıtılan gerçekliğe içerden bakma, karakterin zihnindeki düşünce silsilesini dolayımsız aktarmayı sağlamak için bence en uygun teknik bilinç akışıydı. Düşünce akışının doğal sürecinden, kesintisizliğinden yola çıkarak babanın iç sesinin yansıtıldığı bölümlerde noktalama işareti kullanmamayı tercih ettim.

Öykülerinizde aynı zamanda kadın erkek ilişkilerine, cinselliğe erkek karakterlerin gözünden baktığınızı görüyoruz. Neler düşünüyorsunuz bu hususla ilgili?

Edebiyatın en kadim konularından aşk ve cinsellik yaşamda çift yönlü, grift ve çok boyutlu ilişkiler. Her ilişkinin kendine özgü bir dinamiği, tarafların kendi açısından son derece haklı ama karşı tarafta son derece haksız olduğu durumlar, farklı kişilik özellikleri, farklı çatışma alanları var. Bir kadın olarak yaşanmışlık, gözlem, tanıklık bakımından kadının duygusal ve düşünsel evrenine dair daha fazla birikime sahip olabilirim.

İlk kitabım Kırmızı Etek’teki öykülerim daha çok kadın odaklıydı. Yarım Kalmasın’daki öykülerin bazılarında, mesela Şah Mat’ta erkek zihninden kurguladım anlatıyı. Öyküde anne olmak isteyen kadın ve baba olmak istemeyen erkek arasındaki çatışmayı, karşıt yaklaşımı içeren öykü yolunu karşın cinsin ayakkabısını giyerek yürümeyi tercih ettim. Bu tarz bir tercih kumaşı çift yönlü dokumayı ve görünen ardını daha iyi keşfetmemizi sağlıyor diye düşünüyorum.

“Daha Ne Kadar” adlı öykünüzde aynı zamanda bölüm başlıkları da diyebileceğimiz “Dönüş, Kapı, Makas, Kürek, Tezgâh, Vitrin, Pencere, Kaşık, Ustura” kelimeleri neleri ifade ediyor?

Aile içi çatışma ve çelişkiler ekseninde ilerleyen, klasik öyküleme tekniğinin dışında parçadan bütüne ulaşmayı hedeflediğim bu öyküde, küçük alt başlıkları somut ve soyut anlamlarıyla, yan anlamlarıyla çekirdek simge olarak kullandım. Her biri öykünün çeperini genişleten farklı bir olayı, olguyu, düşünceyi, duyguyu işaret ediyor.

Dönüş, öykü kişisinin terk ettiği baba evine fiziki olarak dönüşünün yanı sıra içsel dönüşümünü de imliyor. Kapı yeni yaşam kesitinin eşiği. Yıllar öncesinden yüzüne kapatılan kapı/yıllar sonra açtığı kapı aynı olsa da farklı bir yaşam kesitini yansıtıyor. Kürek, annenin ölüsünden öte karakterin kendi bedenine, gerçekliğine örtülen toprak ve gömülmeyi başlatıyor. Tezgâh yakınlarının kurduğu düzeni, ona biçtikleri rolü, vitrin göstermelik davranışları; pencere hem ışık girmeyen yılgınlığı, hem umudu; kaşık anneyle örtüşen tutumu aynalıyor. Ustura ise okura kalsın.

Öykülerinizde uzun saçlı, küpeli erkek, farklı cinsel tercihi olan kadınlar, akıl sağlığı yerinde olmayan çocuk, kısa saçlı kadın… var. Buradan hareketle toplumda hoş karşılanmayan bu kahramanları tercih etmenizin sebeplerini sorsak neler söylersiniz?

Sorunuzun cevabına Fernando Pessoa’dan alıntıladığım epigrafla başlamak isterim. “Sayısız insan yaşar içimizde/hissetsem de düşünsem de bilemem/kim düşünür içimde kim hisseder/Düşünceler ya da hisler için/yalnızca sahneyim ben/Ruhsa, birden fazla var bende/Ben’se benden daha fazlası.”

Evet sayısız insan var içimizde, sizin söyleminizle toplumda hoş karşılanmayanlar da dâhil olmak üzere. Bu kahramanları, temaları bile isteye öyküye taşıyorum elbette. İnsanların, yaşam tarzlarından, siyasi düşüncelerinden, kimliklerinden, cinsel yönelimlerinden dolayı etiketlenmesini, ötekileştirilmesini, dışlanmasını insan olarak onaylamıyorum ve bireyselden toplumsala uzanan bu insani durumları öykülerime taşıyorum, becerebildiğim kadarıyla onların sesini duyurmaya çalışıyorum. Onların duygu ve düşün dünyasını anlamak, yaşadıkları sorunlara, ataerkil dayatmalara daha yakından mercek tutmak insani bir sorumluluk ve duyarlılık bence. Sevgili Fuat Sevimay’ın “Edebiyat bir sığınak olduğu gibi aynı zamanda bir mevzidir,” düşüncesine bütünüyle katılıyorum ve kalemimizle bizim bu mevziyi korumamız, güçlendirmemiz gerekiyor.

Son olarak neler söylersiniz?

Bağımsız edebiyat siteleri çok kıymetli aynı şekilde okurla yazar ve kitaplar arasında sağlam bir köprü olarak gördüğüm ciddi bir emek ürünü söyleşiler de öyle. Kitaba gösterdiğiniz ilgi ve incelikli sorularınız için çok teşekkür ederim. “Edebiyat olan her yerde umut vardır,” demiş Albert Camus, son söz olarak ondan esinle, umudumuz ve kitaplarımız yaşamımızdan eksik olmasın, diyorum.

Teşekkür ederiz.

Muaz ERGÜ

Hatice Günday ŞAHMAN

    • 1969 Ankara doğumlu.
    • Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik bölümü mezunu.
    • Kırmızı Etek isimli öykü kitabı Ayizi Yayınları (2017) tarafından kitaplaştırıldı.
    • Öyküleri, yazar söyleşileri ve kitap inceleme yazıları Dünyanın Öyküsü, Lacivert, İletişim Yayınları Edebiyat Takvimi, Deliler Teknesi, Ekin Sanat, Karahindiba, Edebiyatist, Hece Öykü, KE Dergi, Edebiyat Nöbeti, Tükenmez, Kayıp Kayıt dergileri ile internet üzerinden yayın yapan Öykü Gazetesi, Edebiyat Haber, Edebiyat Burada, Bulut Yazar Dergisi, Parşömen Edebiyat, Litera Edebiyat, Oggito, Çatlak Zemin, Veveya Kitap, Panzehir Dergi ve Kitapeki edebiyat sitelerinde yayımlandı.
    • Ayrıca Nilüfer Belediyesi Tomris Uyar Öykü Ödülü, Soma Ölüm Vardiyası, Telgrafın Tellerine Artık Kuşlar Konmuyor, Son Gemi, Hayata Tutunma Öyküleri ve Acilin Öyküsü seçkilerinde öyküleri yer aldı.
    • 5. Sarıyer Edebiyat Günleri Öykü Yarışması’nda, “Ahtapot” ve Kaos GL Derneği tarafından düzenlenen 17. Kadın Kadına Öykü Yarışması’nda “Düğüm” isimli öyküleri birinciliğe değer görüldü.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *