Öncelikle söyleşi teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederim. Öykü kitabınızın adı “Yalancı İçin Bir Boşluk” İlginç ve derin anlamlar barındıran bir kitap adı. Neden böyle bir ad verdiniz kitabınıza? Neler söylersiniz?
“Bir boşluğuma geldi yalan söyleyiverdim” demez miyiz hiç? Yalanın mekânlarında gezinirken boşluklarına (konforlu alanlarına/imkânlarına/sitemine) bakmak istedim. Yalan bir tema gibi algılansa da bir “başlık”tı işte. Çepeçevre dönen bir alın tahtası gibi…. Yalanı güvenceye alan, nefes aldıran, asılı durduğu o boşluk çok cazip gelmişti.
Mimarlık eğitimi aldınız. Mimarlık eğitiminin yazarlığınıza herhangi bir etkisi oldu mu?
Mimarlık eğitimimin yazarlığıma çok etkisi oldu. Yazmaya üniversitede başladım, çökmekte ve kapanmakta olan Arkitekt dergisinde yazılarım yayınlanıyordu. Nokta Basın gibi eski politik bir dergi grubu tarafından çıkartılıyordu o zamanlar. 1993-94’ler… Mimarlık tarihinin önemli bir parçası Arkitekt (1931-1980) dergisinin devamı mıydı, taklidi miydi hiç öğrenemedim. Bana devamı gibi gurur veriyordu. Sanki 80 Darbesi olmamış ve bu tarihi dergi hiç kapanmamış gibi… Ancak bu yeni dergi can çekişiyordu. Çöküşü benim gibi acemi bir yazar için bulunmaz fırsattı, ben kör ve mutluydum.
Mimarlık eğitimi ve sonrasında mimarlık ile kurduğum kişisel, politik ilişkim çocuk kitaplarımda da çok net görünür, bu ister istemez oldu sanırım. Derdiniz neyse, türü fark etmez, o konumdan yazıyorsunuz. Mimarlık eğitimi kenti farklı görmemi sağlamıştı. Kentin çeperlerine projeler için gittiğimde gözlem fırsatım oldu. Kâğıt üstüne çizerek işlenemeyecek şeyler vardı. Derken (kendimce) eleştirel bir konumda buldum kendimi. Bunda Behiç Ak’ın da etkisi vardır tabii.
Mimarlığın üst sınıflara hizmet etmek demek olduğunu kavradığımda, bu sınıfla aramdaki fiziki ve sosyal mesafeyi yazarak aşmaya çalıştım. Mimarlığın kibrine düşmemeye çalıştım, bunu yazmaya borçluyum.
Öykülerinizde kısa cümleler hatta bir tek kelimeden oluşan cümleler var. Ayrıca öykülerinizde Mömüne, çitirmek, Sülü, ilektrik, “bir dermik daha ha, bi dane daha ha, sökmecekler dimekkim,“… gibi yöresel adlar, kelimeler ve konuşma dili de yer alıyor. Bu üslubunuz hakkında neler söylersiniz?
Yerel ağız edebiyattan silineli çok oldu. Şive, ağız ve aksan parodilere sıkıştı. Bir dönemin elit edebiyatçılarının “fakir/kırsal edebiyatı” diyerek dışladığı bu edebiyat benim her zaman ilgimi çekti. Edebiyat yazılı bir disiplinin, eğitimli sınıfın elinde resmi ve tabii ki aynı zamanda eril bir dilde aktı hep. “Ses” utanılan bir şey gibiydi ve şiire özgü olabilirdi –belki- ancak. Ama sokaktaki “ses” karşı konulmaz bir şeydir. Bu zamanda Ege ağzını dönüştürerek kullanmak riskli bir işti. Yazları Gökova’da geçirdiğim için bu dilin içinde epeyce kavruldum.
“Yatağan’a Yalan Borcu” adlı öyküde Yatağan yerel ağzını dil bilim makalelerinden çalışarak kullandım. Sadece duyduğumla yetinmedim. Bu öyküde anlatıcı da bu dilin etkisindedir ama tam da yerel konuşmamaktadır, bu dili “görerek” anlatır, bu dili zaman zaman tekrar eder. Alay geçmez ama şakaya vurur, tatlı tatlı makaraya alır. Ya da acı sahnelerin içinden böyle çıkar. Elimizdelki, avucumuzdaki dil ayrımcı ve erilse onu dönüştürmemiz, eleştirmemiz gerekir. Biz Leylâ Erbil’in kadın yazarlarıyız biz ya. Dili nasıl kullandığım neyi anlattığımdan çok daha önemlidir benim için. Dille derdim var. Bu görünsün isterim. Üslup değil bence bu, tam da üsluptan uzaklaşmak.
Öykülerinizi okurken dilin sınırlarını zorlayan bir çaba hissediliyor. “Yalancı İçin Bir Boşluk” öyküsünde trenin ti-ren diye yazılması, aynı öyküde çocuk derken o gidiyordayı cümlesindeki gidiyordayı kelimesi, “Yatağan’a Yalan Borcu” öyküsünde diyalogların küçük harflerle başlaması… Ayrıca devrik cümleler, nokta konulmasına rağmen bitmeyen cümleler… Yeni bir öykü dili, biçimi kurma gayreti içinde misiniz?
Yeni bir dili “öykü ölçeği”nde kurma derdindeyim evet. Öyküden öyküye değişir. Farklı öyküleri aynı dilde nasıl anlatabiliriz ki? İşte bu üslupçuluk olur ki, önceki sorunun yanıtında dediğim gibi, benim politik olarak çok uzağında olduğum bir şey. Farklı zamanda, farklı benlikte yazılmış farklı öykülerde aynı ses nasıl olur? Sait Faik gibi “portre öykücüsü” de değilim ki. Aynı göz, aynı bakış, aynı ses benim için cazip değil. Okumak için de. Tabii benimki de biraz şizofrenik oldu, her öyküyü başka yazar yazmış gibi sanki. Böyle bulunduğunda hoşuma gidiyor doğrusu. “Gidiyorda” sözcüğünde; bir fiilin isimleşebilmesi, Türkçenin yeni dil üretmek, dilin sınırlarını genişletmek için çok olanaklı olması sonucu doğmuş olmalı. Türkçe bize bunları sunuyorken nasıl denemeyiz ki?
Genel yazımda ise dille bu kadar uğraşıyor olmam, kadın yazar olmamla, feminist olmamla doğrudan ilişkili. Normatif olanın içinde aynı malzemeyi kullanamam. Kırmam, bozmam, değiştirmem, dönüştürmem gerek. Mümkün olmasa da, mümkün görülmese de, kabul edilmese de çabalarım en azından. Virgülün Şikâyeti, ikinci öykü kitabımı sadece virgül ayracı ile yazdım. Bu olmaz dediler. Bu kitapta İlhan Berk’i arkama aldım, yine de olmaz dediler. Okuma alışkanlıkları gibi bir sınırımız vardı çünkü.
Biçim ve deney bir heves, geçici bir tutku gibi algılandı hep. Bu türden kitaplar çok satmadı ve satmadığı oranda da kanonda yer bulmadı, ödül alamadı. Okur odaklı yazmayı anlıyorum, çünkü bir paylaşım var edebiyatın temelinde. Ancak yazarken tüm bunlarla o kadar ilgilenmiyorum ki. Okur geri dönüşleri hep sade ve anlaşılır yazmaya yöneltiyor insanı. Bugün Beckett hâlâ okunuyorsa özgürce yazmayı tercih etmememiz için bir neden de yok.
Boşluk… kitabınızda en dikkat çeken metafor. Boşluk derken neyi kastediyorsunuz?
Yalanın boşlukları, öyle bildiğimiz boşluklar değil. Yalanın konfor alanları… Onu meşru kılan her kurum, yapı, kavram, kişi, olay… Patriyarka en başatı sanırım… Gelenek sözgelimi; görenek, töre, anane, dogmatik dinler, ahlakçılık, modernizm, oryantalizm, ulus devlet vb… Toplumsal yapılaşmalar, gruplar. Yasaklar. Yasalar. Sınıf. Tüm bu sistem yalanı korur. Yalan için hem boşluklar (sistemi yolunda kaydıran, yürüten, iten) hem de donatılarıyla bezeli mekânlar kurarlar. Bu sistem hem yalanı doğurur, hem yasallaştırır.
Yalan… Yalan kavramına bakışınız nasıl? Ahlaki mi, vicdani mi, dinsel mi? Yalan söylememek mümkün mü? Yalan hakkında çok yorumlar yapıldı, yapılıyor. Sizin bu kavram hakkındaki çalışmalarınız neyi amaçlıyor?
Yalana bakışım ahlakçı ve vicdani değil elbette. Dinsel hiç değil. Korku yalanı doğurur. Çocuklar korkunca yalan söyler. Kadınlar ezildikleri için bir taktik olarak yalan söyler. Bununla beraber kadınlar dinlenilmedikleri için doğruyu kanıtlama derdindedir de. Hakikatin peşindedir; bakınız Leylâ Erbil… Hakikatin peşinde olup, sürekli kanıt üretme derdini tartışmaya açmak isterim. Hakikati gösterdik diyelim, yalanın mekânını, yuvasını nasıl çizeceğiz? Çünkü o tekrarda. O yinelenmekte.
Yalan üzerine çokça düşünen birisiniz. Anladığım kadarıyla geleneksel, ataerkil toplumlarda gerçekten daha çok yalana rastlıyoruz. Otoritenin, diktanın baskısında insanlar yalan uydurmak zorunda kalıyor. Sizin de söylediğiniz gibi en çok ta kadınlar yalan söylemek zorunda. Kadın meselesi ve özgürlüğüne kafa yoran biri olarak bu konulardaki düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz? Bir de tatlı, pembe yalanlar var. Yalanın oluşturduğu hareket alanları… Neler söylersiniz?
Baskı ve zorun altındaki taktiksel yalanlar, sözgelimi Afrikalı siyahilerin kölelik zamanı söyledikleri yalanlar bazı araştırmalara konu olmuştur, bu bize “gündelik bir direnişi” gösterebilir. Orada bir direnç nüvesi vardır. Kadınlarınki de böyle. Hem dırdır hem de yalan müthiş bir gündelik direniş tutumudur. Ağlamak da öyle. Kadınlara etiketlenen ve aynı zamanda aşağılanan bu tutumlara bakışımızı değiştirdiğimizde orada çok şey görebiliriz.
Şikâyet dili kadının dilidir. Neden? Kimse bunu sormuyor mu? Kadınsı özellikler olarak; çok konuşmak, çok yalan söylemek, çok ağlamak, çok şikâyet etmek ve çok istemek de dahil hepsi ikincilleştirmesinin bir sonucu olarak toplumsal davranışlardır. Kadın kendi üretme, özgürce kazanma hakkı olmadığında sürekli talep eden ve isteyen bir konumda bırakılmıştır.
Cinsiyet rollerinin çitlediği sosyal hayat yalana kapı açar. Eşitsizlik, ayrımcılık, hak ihlalleri ve erkek şiddeti hepsi yalanın konforlu boşluklarıdır. Yalanın yatağıdır. Ataerki de yalan söyler; kadınları karalar mesela aşüfte, fettan, namussuz, iffetsiz diyerek yapar bunu. Bunlar damgadır ama tümüyle yalandır da. Kadın cinayetleri davalarında, öldürülen kadınlar hakkında davalı avukatları tarafından ne senaryolar yazıldı, sahte mektuplar, belgeler üretildi. İftira için dayanakları içinde rahatça hareket edebildikleri o büyük boşluk, patriarkaldir. Böyle böyle ne kadar da yolunda gider sistem. Sürtünmesiz boşlukta kayar.
Öykü mekânınız genelde Büyükşehir Yasası ile mahalleye dönüşen köyler. “Yatağan’a Yalan Borcu” öykünüzde mahalleye dönüşen köylerin durumunu Yatağan Havzası’nda yer alan Şahinler Mahallesi üzerinden örneklendiriyorsunuz. Doğayla-yapaylık, tarımla-sanayi arasına sıkışmış bir yerleşim anlayışının hâkimiyetinde yaşamak zorunda kalıyoruz. Ayrıca metinlerinizde kuraklık ve etkileri anlatılıyor. Neler söylersiniz? Neyi kaybettik ya da ne kazandık?
Son yirmi yılda kazandığımız hiçbir şey yok bence. Sürekli bir kaybediş içindeyiz. Yeni sorunlarla beraber tabii. Rantçı, tüccar ve kaderci bir yürütmenin altında kentler bugün toplu ölüm alanları haline geldi. Seller, depremler, kendiliğinden çöken apartmanlar, teknik altyapı hiç edildiğinden müdahale edilemeyen yangınlar… Pahalı yollar, kaybedilmiş siyasal alanlar; meydanlar, parklar vb…
Bugün Sultan Ahmet Meydanı’nında daimi bir polis kalkanı var. Neden? Ayasofya, cami olduktan sonra meydan çevrelendi, turistler kontrol noktalarından geçerek meydanda dolaşıyor. Müze cami olalı epey zaman geçti, polis neden hâlâ orada? Büyükşehir yasasıyla köyleri kaybettik. Bu ne anlama geliyor? Yerel bilginin yok edilmesi, merkezileşme ve beraberinde antidemokratikleşme anlamına geliyor. Olası yerel demokrasi ihtimali tümden ortadan kaldırıldı, valiliklere belediyelerin görevleri devredildi. Belediye arşivlerindeki yerel bilgi kaybedildi, kadastro bile bakanlığa bağlandı tapudan ayrıldı. Tüm bunlar yasada yeri olmayan torba yasalarla yapıldı, bir gece yarısı bazı kişiler büyük imtiyazlar, mülkiyetler kazandı.
Köyün mahalle olması, köye artık sadece bir yapı stoku olarak bakmak anlamına geldi. Kırsal, ekoloji yok sayıldı. Köyü ve kenti aynı yasalarla yönetemezsiniz. Köyde insan olmayanlar, tarım, ağaçlar ve bambaşka bir gündelik yaşam var. Köy yaşamı zamanla değişse de geleneksel tarım bir şekilde sürüyordu. Köy mahalle olduğunda artık oraya fabrika kurabilir, maden açabilir ve bolca toplu konut yapabilirsiniz. Ecevit’in hayata geçemeyen talihsiz “KöyKent” projesi gibi sanki bu iki şey mutlak birbiriyle aynı olmalıymış gibi kırsal, rant odaklı yok edildi. Bu insanların yaşamlarını olumsuz etkiledi, bunu ben Muğla özelinde gözledim. Köye hep gelişmesi gereken bir olgu olarak yaklaşıldı, sağ ideolojinin hamleleriyle aslında köy ne öngördükleri gibi gelişti ne de varlığını koruyabildi.
Depremle yıkılan Adıyaman ve Kahramanmaraş büyükşehir yapılmıştı mesela ama donatılarının hiç de büyükşehir gibi olmadığını hepimiz gördük. Tam da büyükşehir olduktan sonra gelen kat artırımları nedeniyle yıkım daha fazla oldu. Kitaba dönecek olursak, Yatağan Termik Santrali’nin 1980’lerden beri yarattığı yıkıma rağmen ikinci bir santralin kurulma aşamasına, yani gerçek bir hikâyeye dayanıyor. Aydın ve çevresinde açılan madenin hes ve jeslerin sayısını bilmiyoruz. Bütün ülke madene döndü. Ve buna karşı bir direniş var, kadınların öncü olduğu bu direniş bize ne söylüyor; kadınlar öncüyse artık mesele evlerinin yakınına, kuyusuna, zeytin ağacına kadar dayanmış demek oluyor. Kadınlar içme sularını kurtarmak istiyor, diktikleri ağaçları korumaya çalışıyor. Hikâye bu gerçekliğe kurgu çerçevesinden yaklaşmayı deniyor.
“The Lıttle Anatolıa” ironik bir anlatım dikkatimi çekti. Neden ironi, ironik bir dil?
Politik olduğu için olabilir. Aslında gerçekleri dümdüz yazsak belki o da ironik gelecektir okura.
“The Little Anatolia” ve “Yeni Dünya” öyküleriniz birbirine benziyor. Gündemimizi çokça işgal eden kentsel dönüşümün yansımalarını görüyoruz. Bu anlayışın yarattığı boşluklar ve bu boşlukları dolduran yalanlar. Yeni bir duruma uygun yeni yalanlar var bu iki öyküde. Sistemin sistematik yalanlarına şahısların eşlik etmesi, bu yalanların kabullenilmesi… Neler söylersiniz bu hususlarda?
Kişisel çıkarların öne çıkarılması rantçı sistemi besliyor haliyle. Sistem tıkır tıkır işliyor, çünkü çıkar var. Gecekonduları sosyal konut haline getirmeden onları mülkileştirip, her seçim dönemi tapu dağıtırsanız, bundan kişisel çıkar elde edenlerin nüfusunu katlarsınız. Böyle böyle herkes evini çakal müteahhitlere verir, evini yaşam alanı değil de daimi bir kâr marjı olarak görür. Ev değil yatırım. Ev hiç olmadığı kadar soyut bir kavram artık. İnsanlar İstanbul’da pat diye Ataşehir’den Çekmeköy’e taşınabiliyor. Çünkü sokak, mahalle, geçmiş pek de önemli değil artık. Aidiyet modern yaşamda yok.
“The Little Anatolia” öyküsünde geçen Cevheri çok kültürlü ve çok dilli küçük bir Anadolu’nun bir kente sıkışmış hali. Huzuru sözde bulmuş, vatandaşlıkla insanlarının aynılaştığı bir ulus devletinin dizginlenemeyen, suç oranının yüksek olduğu bir kent. Bu öyküyle yerel nedir sorusunu tartışmaya çalışıyorum. Yereli oluşturan tarih midir, mimari midir, ekoloji midir, insan mıdır? Bu kenti yönetmek için ona bir tarih yazılması gerekir önce, tüm devletler böyle kurulmadı mı? Kısaca bu öyküde kent ölçeği, “Yeni Dünya”da ise bir apartman ve bir göçmen aile ölçeğinde, sizin de dediğiniz gibi aynı soruları soruyorum. Biz nerede ve nasıl yaşıyoruz yahu?
Son olarak neler söylersiniz?
Söyleşi için çok teşekkür ederim, öykü türünün aşkına.
Biz teşekkür ederiz.
Muaz ERGÜ
Simla SUNAY
-
- 1976 yılında İstanbul’da doğdu.
- Mimarlık okudu.
- Yazılarıyla Arkitekt, Arkitera, YEM, Mimarist, Mimarlık Dergisi, Beyond İstanbul, Amargi Dergi, Başka Haber, Bianet, Deli Kadın, Kültür Servisi, K24, 5 Harfliler, Duvar’da yer aldı.
- 2014-2016 yılları arasında Deli Kadın dergisinin kapaklarını tasarladı.
- Öyküleri Varlık, Sözcükler, Yokuş Yol’a, Parşömen, Dünden Bugüne Edebiyat Dergisi, Sarnıç, İletişim Takvimi, Öykülem, Öykü Gazetesi’nde yayınlandı.
- 2019-2020 yılları arası Cumhuriyet Kitap Dergisi bebek-çocuk-gençlik edebiyatı sayfası “Taş Kâğıt Makas”ı Burcu Yılmaz ve Hafize Çınar ile birlikte hazırladı.
- 2021’de aynı ekip Sanat Kritik’e geçti. Dağ Kaşındı, Yürüyen Çınar, Çeşme ve Rüzgâr, Güneşten Sarı Baldan Tatlı ve Kafrika’nın Gölgeleri, Mavi’nin Mutluluğu-Bedri Rahmi Eyüboğlu, Çizmeyi Bilseydim, İstanbul’un Gözleri adlı çocuk kitapları yayımlandı.
- 2007-2020 yılları arasında çocuklarla mimarlık ve sanat atölyeleri yürüttü. 2018 ve 2019’da Kadın Yazısı Edebiyat Festivali organizasyon komitesinde yer aldı.
- 2017’den itibaren kadın araştırmaları alanına ve kadın hareketine yöneldi; Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Kadın Araştırmaları ve Uygulama Merkezi, Mimarlar Odası İstanbul Şubesi Kadın Komisyonu, Kadınlar Birlikte Güçlü ve Kadınlar* Greve İnisiyatifi üyesidir.
- Mekânda Adalet Derneği bursunu kazanan “Camilerin Toplumsal Cinsiyet ve Mekân Odaklı İncelenmesi” araştırma projesini Özlem Türkdoğan ile birlikte 2019’da tamamladı.
- 2021’de Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölümünde doktora programına kabul edildi. “Modüler Kadın Hareketi” başlıklı makalesiyle 2022 Dicle Koğacıoğlu Makale Ödülü’nde teşvik ödülü aldı.
- İlk öykü kitabı İçbahçe 2013’te, Virgülün Şikâyeti 2015’te yayımlandı.
- Yalancı İçin Bir Boşluk (Everest Yayınları, 2021) 2022 Fakir Baykurt Öykü Kitabı Ödülü’nü kazandı.
- Kuzey ve Güneş’in annesi Sunay, İstanbul’da serbest mimarlık ve yazarlık yapmaktadır.
Son Yorumlar