“Eğer Ben Kâbil İsem” adıyla ilk romanınız yayımlandı. Hem isim olarak, hem içerik olarak oldukça ilginç bir kitap. Öncelikle kitabın atmosferinden, yazılış hikâyesinden bahseder misiniz?
Hikâye esas olarak 16. yüzyılın ilk yarısında, Tuna nehri civarında başlayan bir yanıt arama yolculuğu ile ilgili. Ancak başkarakter Zülfü’nün aslı, nesli, Osmanlı hudutlarının ve buradaki toplulukların hikâyesi 13. yüzyıldaki Moğol istilasından öykü gününe uzanan gölgeler oluşturuyor. Birden çok ses var. Nehrin iki yakası arasında başka başka düşler, düşünceler, ülküler… Bazen aynı köyün içinde evden eve, aynı evin içinde sofadan odaya, aynı odanın içinde döşekten yatağa, aynı döşekte yastıktan yastığa birbirinden farklı kafalar.
Hikâyenin tetikleyicisi sanırım Karadeniz’de 20. yüzyıl başında yaşanan çete savaşları sırasında şiddet ve tecavüz sonucu kendini dünyada bulmuş bir çocuğun ormana terk edilmesini konu alan, işittiğim bir halk anlatısıydı. Balkanlar’da 16. yüzyılda hüküm süren sert iklim, cariyelik, devşirme olmak ve akıncılık gibi birbiriyle çatışan ve kaynaşan kavramlar bu öykü nüvesinin ekilebileceği bir toprağa dönüştü.
Hepimizin bildiği gibi Osmanlı’da devletin dirliği için kardeş katline cevaz veriliyor. Buradan hareketle romanın ana karakteri Zülfü kardeşi Memi’yi ailenin dirliğini bozduğunu düşündüğü için öldürmek istiyor. Bunun için kadıya bir soru soruyor. Bu soru kadıyı kuşku ve tereddüde düşürüyor. Burada bir paradoks yok mu? Padişahın yaptığı uygulama meşru olarak karşılanırken buna benzer bir uygulamanın halktan bir kişi tarafından gerçekleştirilmesi kadıyı neden kuşkulandırıyor? Neler söylersiniz?
Kadı Efendi’nin rahatsız olmak için kendi sebepleri var. Ondan başka öğretisel olarak kardeş katlinin yönetici zümreye has bir hukuki pratik olarak yorumlandığını seziyoruz, işin sınırlarının iyi bilinmesi istenilirmiş gibi. Hukukta emsal karar diye bir şey vardır ya, bu da Zülfü’nün zihninde bir hinlik uyandırıyor. Bu yöneten-yönetilen sınıflararası hukuki ayrım bir çelişki elbette, hukukun kendisi de “insan öldürmeyeceksin” diyen bir ilkeden “çoğunluğun hayrı için öldür”e savrulduğu için kendine mahsus bir paradoks içerisinde. Hikâye başlatıcı gücünü bu uyuşmazlıklardan alıyor.
Romanınız çok bilindik bir meseli; Kabil ile Habil arasındaki meseli merkeze alıyor. Kâbil kardeşi Habil’i öldürür. Sizin kurgunuzda ise Zülfü fitnenin kaynağı, annesinin mutsuzluk sebebi, ailesinin düzenini bozan kardeşi Memi’yi öldürmek ister. Ama romanı okurken kimin Habil kimin Kâbil olduğu; kimin suçlu kimin masum olduğu birbirine karışıyor. Sizin bu romanda bilinen bir gerçeği altüst etme amacı güttüğünüz söylenebilir mi?
Yakınlarda Guillermo del Toro’nun Pinokyo uyarlamasını izledim. Anlatıcı cırcırböceği “Çok iyi bildiğinizi düşünebileceğiniz ama bilmediğiniz bir hikâye” diyerek başlıyor öyküye, Mussolini İtalya’sında bir Pinokyo. Bütün hikâyeler galiba böyle diye düşündüm, sadece Pinokyo gibi veya Oidipus, Rüstem veya Habil-Kabil gibi bir isim almış olmak da gerekmiyor.
Aslında çok iyi biliriz çoğu hikâyeyi ama o hikâyenin bilmediğimiz bir tarafını ya da o ana dek duymadığımız bir anlatımını yakalarız. Roman bir şeyleri altüst etmeye uygun bir metin olabilir miydi diye düşünüyorum, benim sevdiğim roman öyle bir metin olmazdı sanırım. Ben altüst etmekten çok meselenin altını üstünü çevirip “bu ne menem bir şey böyle” diye bakmışımdır, bir yanıta varmaya da güdümlenmeden. Belki bu nedenle masumu ya da suçlusu muğlak bir dünya ile karşılaşıyoruz.
Zülfü’nün kendini yetersiz ve önemsiz hissetmesinin nedenlerini babasıyla aralarındaki ilişkide görebilir miyiz?
Zülfü kendisinin pederi nezdinde önemli olması gerektiğini düşünüyor ama sonuçta önemsiz hissediyor. Belki mizacında var olanla babasının yarattığı dünyanın gerçeklikleri arasındaki zıtlık da rahatsız edici onun için. O ince bileklerine rağmen babası gibi kılıç sallamak, bahadır olmak dileğinde, çünkü görüp görebildiği o küçücük dünyada, Bidinçe kasabasının Sevindikli denen uç köyünde sayılıp sevilmenin, kabul görmenin başka bir yolunu görmemiş. Yürek ve akıldaki bu uyuşmazlık onun tabanındaki köz yerinde. Uslu duramıyor, mesele, olay, hikâye çıkartıyor habire.
Romanınızda taht kavgası, Şeyh Bedreddin isyanı, Şahkulu ayaklanması, Macarlar ve daha birçok unsur var. Bu kadar çeşitli unsuru fon olarak mı kullanıyorsunuz? Neler söylersiniz bu kurgu hususunda?
Fon dediğimiz zaman öyküye, karakterlere çok da etki etmeyen, atmosfer oluşturmak için kullanılmış teknik imkânları anlıyorum, bilmem doğru mu anlıyorum. Dekoru değiştirdiğimiz zaman sahnedeki hikâyeye halel gelmiyorsa fon olarak tanımlayabiliriz sanırım. Ama burada taht kavgası, toplumsal/dinî isyanlar, Osmanlı-Macar savaşı doğrudan hikâyenin esas meselelerini oluşturuyor.
Sözgelimi Zülfü’yü 21. yüzyıla taşırsak veya onu köleliğin, devşirmeliğin, kardeş katlinin hiç var olmadığı bir diyara götürsek hikâyesi çalışmazdı. Dolayısıyla bu olgular ve konular hikâyenin karakterleri kadar etkin, belirleyici ve üzerine durulan sahnenin, hikâyeye hâkim özün kendisiymiş gibi geliyor.
İnsanlığın temel meselelerini tarihi bir olay etrafında anlatıyorsunuz. Tarihi kurgulanabilir bir unsur olarak da ele alıyorsunuz. Bir tek doğru yok. Muhtemel doğrular olduğunu düşünüyor insan kitabınızı okurken. Kurgu içinden yeni kurgular çıkabiliyor. “Eğer Ben Kâbil İsem” kitabınızı postmodern bir metin olarak değerlendirebilir miyiz?
Postmodern bir metin veya sınıflandırılmamış bir mesel. Neredeyse hakikaten yaşanmış, bir süre dilden dile dolaşmış, dolaşırken birçok uyarlamaya maruz kalmış bir menkıbe gibi. Eğer bir başka metne benzetecek olsaydım Nasreddin Hoca fıkralarına benzetirdim. Hoca 13. yüzyılda Orta Anadolu’da yaşamış evet ama onun tarihî kişiliğiyle ilgili söylentiler dışında elde bir şeyimiz yok, fıkralarıysa ilk defa 1480’de yazılan Saltuknâme’de yazıya bürünmüş hâliyle karşımıza çıkıyor, Hüseyin adında biri 1571’de müstakil bir derleme yapmış. Hepsinde de farklı bir kişilikte Hoca, hep sivrizekâ ama bazen açık saçık şakalar yapacak kadar aykırı bazense epey tutucu biri. Anlatan sayısı kadar Hoca var.
Sarı Saltuk’un da az önce andığım menkıbede yazılı anlatılmasıyla vefatı arasında 180 yıl var. Moğol baskısından zor şartlar altında kaçıp Rumili’ne göçen bu dervişi söylencelerde ve menkıbe kitabında gerçek bir insandan öte güçleri haiz bir fevkalade kahraman olarak buluyoruz. Hangisi gerçekti acaba? Ya da hangisi gerçek olursa olsun hikâyeleri dilden dile aktarmak ve onları dönüştürerek kendimizi işin birer parçası kılmak, burası mı oyunlu kısmı anlatma dediğimiz şeyin acaba? Ben oyuncu taraftayım.
Mitoloji ve dinî anlatılarla aranız nasıl? Sözlü kültüre ait masal, mesel, destan, cenk anlatıları hakkındaki düşünceleriniz neler?
Az önce de biraz bahsettiğim gibi, parçası olmayı seviyorum. Etkileşimli ve katılımlı biçimde anlatabileceğimiz, bazen dönüştürebileceğimiz, içinde oyun oynayabileceğimiz öykülerden oluşan dipsiz bir sandık var biz insan evladının elinde. Daha fazla içine dalmak istiyorum mitolojik anlatıların, halk söylencelerinin, kıssaların. Hepsinden dev bir kazan karabilmeyi hayal ediyorum.
Ne tür kitaplar okursunuz? Üslubunuzu etkileyen, yazma tekniğinden etkilendiğiniz yazarlar var mı?
Tarihî metinler, tarih incelemeleri, her nevi roman, öykü, bazen şiir. Üslup olarak beni etkileyen farkına varabildiğim birkaç yazardan ve kitaptan söz edebilirim. Miguel de Cervantes öykü içinde öykü anlatmayı, başka başka metinleri işe koşup parodiler yapmayı daha 17. yüzyılda bir romanda yaparak oyuncu ruhlara büyük bir patika açmış. Tabii Binbir Gece Masalları var, Kırk Vezir Hikâyeleri, Şehnâme…
İç içe geçen öyküler, birden fazla anlatıcı barındıran. Deli Birader, Evliya Çelebi, Lamiî, Nasreddin Hoca derlemeleri, bir Osmanlı nasıl hudutsuz söyleşir gülüşür öğretiyor. Hamzavî’nin Hamzanâmeleri, kendisi kadar belki kendisinden çok oluşturduğu okuma-not bırakma kültürüyle etkiledi beni. Malum kahvehanelerde sesli okunan bu kitapların sağına soluna düşülen notlarda okurlar da anlatıma katılıp birbirleriyle atışıyorlar, dünyanın en eğlenceli karmaşası, gürültüsü.
Modern yazarlardan Reşad Ekrem Koçu, en adi sokak hadisesi nasıl devlet meselesinden kallavidir, tarihin yalınayaklıları nasıl konuşur çok güzel örneklemiş vaktinde. Haldun Taner, özellikle Ayışığında Çalışkur ile bir metnin ne kadar anlatıcısı olabilir, bu iş nerelere kadar varır buna dair çarpıcı bir örnek yaratmış ve öykülerinde insanın en olağan hâllerini incelikle ve ince bir mizahla anlatışına bayılıyorum. İhsan Oktay Anar büyük bir kukla ustası, mahşerde uyanmayı bekleyen ne kadar meddah varsa onun iplerinin ucunda kendini eğliyor.

“Eğer Ben Kâbil İsem” çoğu okura Anar’ı anımsatıyor, bu haksız bir iltifat bana, benimki onun anlatma şevkine karşı güçlü bir efsunlanmadır belki. Yaşar Kemal insana ve bilhassa Anadolu insanına damarından katılmak için bulunmaz bir rehber, kaleme/dile gelmeden evvel kulağa ve göze dayanıyor anlatımı, belli. Orhan Pamuk, kimin kim olduğunu bir türlü bilemediğimiz bir hokka oyununda, hele Beyaz Kale’de, hakikat hangi hokkanın altında diye aratırken ne güzel baş döndürüyor.
Son olarak neler söylersiniz?
Bu keyifli sohbet için teşekkür ediyorum. Okuyanlara sevgiler.
Biz teşekkür ederiz.
Muaz ERGÜ
Emre Taş
-
- 1992 doğumlu.
- Marmara Üniversitesi Tarih Eğitimi Bölümü’nü bitirdi.
- Çeşitli dergilerde öykü, deneme ve makaleler yayımladı.
- Osmanlı kültür-düşünce tarihi, tarihin tüketimi ve kurgu metinler üzerinde çalışıyor.
- “Eğer Ben Kâbil İsem” romanı Aralık 2022’de yayımlandı.


Son Yorumlar