Türklerin İslam’a girişleri hususunda birçok tartışma söz konusu. Biz bu tartışmaların ötesinde bir noktayı sormak istiyoruz. Türklerin İslam’a yoğun olarak girdikleri zamanlarda Araplar güçsüzleşmeye, siyasi ve askerî alanda zayıflamaya başlamışlardı. Türkler böyle bir vasatta Müslüman oldular; baskı, sindirme olmadan. Farslar tam aksi bir durumda, Arapların güçlü olduğu zamanlarda Müslüman olmuşlardı. Türklerin böyle bir durumda İslam’a girmeleri ne gibi sonuçlar doğurdu? İslam medeniyetine etkileri nasıl oldu?
Din değiştirmek, “kimlik” dahası “medeniyet” değiştirmek demektir. Türkler bu kararlarını verdiler ve 10. yüzyıldan itibaren kitleler hâlinde İslamiyet’i seçtiler. Belirttiğiniz gibi Farslar, Arapların medeniyet ve askerî bakımdan güçlü oldukları bir zaman diliminde İslamlaştılar. Ancak Türkler İslamiyet’i din olarak seçtiklerinde Araplar; medeniyet, kültür ve askerî-siyasi yönlerden çöküntü içindeydiler. Aslında normalde Arapların Türklerin medeniyet dairesine girmeleri gerekirdi. Türkler, Müslüman Arap kuşatması ve işgali olmaksızın İslamiyet’e giren bir millettir. Türkler, Arapların Farslar tarafından kültür ve medeniyet bakımından kuşatıldığı bir dönemde İslamiyet’e girerek Araplara ve İslamiyet’e yeni özgür ve özgün alanlar açtılar.
İslamiyet’e geldiğimizde farklı bir durumla karşılaşmaktayız. Türklerin İslamiyet’i kabulünde dinî, sosyolojik, ekonomik, siyasal, askerî ve kültürel etkenlerden söz edilebilir. Bunların başında dinin geldiği bilinmektedir. Tek tanrı inancı, adalet anlayışı, namus telakkisi, vatan savunması, cihat düşüncesi gibi pek çok noktada İslam ile Türk kültürü kolayca uyuşmuş; zaman içinde İslam, Türklük ile özdeşleşmiştir. Fahreddin Mübarekşah 13. yüzyılda, biraz abartılı şekilde, bu gerçeği şöyle belirtmektedir:
“Başka kavimlerin Müslüman iken de ana, baba ve yakınları ile ilişkilerini kesmedikleri çok defa görüldüğü ve samimi bir Müslüman olmak için uzun bir zamana ihtiyaç duydukları bir gerçektir. Oysa Türkler Müslüman olduktan sonra Müslümanlığa öyle sarıldılar ki, bir daha adlarını, yerlerini ve yakınlarını hatırlamaz oldular; hiçbir Türk’ün de İslamiyet’ten döndüğü görülmemiştir.”
“Türk millî kimliği, Müslümanlık ile korunmuştur.” demek abartılı bir yargı olmasa gerek. Türkler kültürlerini İslamiyet içinde yaşatmışlar ve geliştirmişlerdir. Hatta İslam, Türk olmayan bazı toplumlara Türklük duygusu ve kimliğini vermiştir.
İslam medeniyeti de Türklerden çok şey kazanmıştır. Türklerin İslam medeniyetine katkıları, dünyanın tarihî akışını değiştirecek kadar önemlidir. Türkler İslam’ın siyasi ve askerî önderliğini üstlenmişlerdir. 11. yüzyıldan beri Müslümanların büyük çoğunluğunu yönetmişler, Haçlılar ve Moğollar başta olmak üzere dış saldırganlara karşı Müslüman dünyasını savunmuşlardır. Aynı şekilde Balkanlar ve Hindistan gibi bölgelere İslamiyet’i yaymışlardır. Türkler İslam dünyasında ilk medreseleri kurarak örgün eğitimi başlatmış; dinî, sosyal ve müspet bilimlere katkıda bulunmuş; kâğıdı Çin’den alıp dünyaya taşıyarak bilginin yaygınlaşmasına yardımcı olmuşlardır. Öte yanda ince minare (İstanbul’un diğer adı “minareler şehri” anlamında Medinetü’l-Menâir’dir.), geniş kubbe, kümbet, musiki, hat vb. sanatlarla İslam’ı dünyaya estetik boyutları ile tanıtmışlardır.
Türklerin İslam medeniyetine kazandırdığı tecrübelerden biri de onu küreselleşmeye açmalarıdır. Şöyle ki İslamiyet, Abbasiler ve Endülüs Emevileri yoluyla başka medeniyetlerle karşılaşarak bir anlamda küreselleşme sürecine girmiştir. Bu süreci daha sonra Türkler sürdürmüşlerdir. Osmanlılar Avrupa içlerine kadar İslam medeniyetini taşımışlardır. Bu noktada Avrupalılar bazen tepki, bazen merak ile İslam medeniyetine ilgi duymuşlar ve arkasından başlayan Reform, Rönesans, Aydınlanma ve Sanayi Devrimi ile bugüne gelmişlerdir. Öte yandan Türkler, hâkimiyetleri altındaki Doğu Avrupa toplumlarını asla imha etme yoluna gitmemişler, aksine yerel kültürlerini yaşatacak ve yeniden üretecek imkânlar hazırlamışlardır. Bunun benzerini kuzeyde Altın Orda Devleti’nde görüyoruz. Burada çok ilkel şartlarda yaşayan Ruslar, Türkler sayesinde millî kimliklerine kavuşmuşlar, büyük ölçüde Türklerden aldıkları kavram ve kurumlarla medeniyetlerini yeniden inşa etmişlerdir.
Türkler’in İslam Medeniyetine katkılarını bir kaç başlık altında değerlendirebiliriz:
- Koruma-Savunma/Hilafet Kurumunu Koruma
Abbasilerin hilafete gelişinde Türklerin de rolü olmuştur. Abbasi yöneticileri, Türklerin gerek bu katkılarını gerekse askerî yönlerini iyi bildikleri için, çok sayıda Türk’e hizmet kapılarını açmışlardır. Harun Reşid‘le birlikte muhafız birlikleri büyük ölçüde Türklerden oluşmaya başlamıştır. Bu birliklerin temel görevi Abbasi sarayını, dolayısıyla da iktidarı elinde tutan Abbasi yöneticilerini, her türlü iç tehdit ve tehlikeye karşı korumaktı.
İslam coğrafyasını savunma (Putperest Karahıtaylılara, Moğollara karşı; Hristiyanlara Haçlılar, Emperyal Saldırılar)
Türklerin İslam dünyası içinde üstlendikleri en önemli görevlerden biri de gayrimüslim devletlerin saldırıları karşısında darülislam’ı yani Müslüman ülkesini korumak olmuştur. Karahanlılar Karahıtaylar’a karşı mücadele ve mücahede etmişlerdir (kutsal ülküler uğruna savaşmış); Kırgız Manas destanı bunun ürünüdür. Memluk sultanı Seyfeddin Kutuz, Moğolları Filistin’de Ayn-ı Câlût’ta 1260’ta yenerek ilerleyişlerini durdurmuştur. Bu tarihten sonra Moğollar artık eskisi gibi pervasızca askerî harekâtlarda bulunamamışlardır. İslam dünyasında bu istilacı toplumu durduran tek millet Türkler olmuştur.
Bu vazifeyi en iyi şekilde yerine getirenlerin başında Osmanlılar gelmektedir. Osmanlı Devleti, özellikle 15-16. yüzyıllarda gerçekleştirdiği fetihlerle bir dünya devletine dönüşmeyi başardı. Osmanlı yöneticileri, kendilerini bütün İslam dünyasının hamisi/koruyucusu olarak gördüler. Zaten Endülüs, Kuzey Afrika, Hindistan ve İslam dünyasının diğer bazı bölgelerinde, gayrimüslim devletlerin saldırı ve baskılarına maruz kalan Müslüman topluluklar ya da devletler de Osmanlıları kendileri için bir kurtarıcı olarak görüyorlardı.
Endülüs Müslümanları, İspanyol Krallığı’nın 1487’den itibaren kendilerini zorla Hristiyanlaştırma baskılara karşı Osmanlı Devleti’nden yardım istediler. Osmanlı yönetimi, baskıyı kaldırmak ve Endülüs topraklarını yeniden kazanmak için değişik tarihlerde elinden gelen yardımı yapmaktan kaçınmadı. Ancak aradaki coğrafi uzaklık ve Osmanlı’yı uğraştıran başka sorunların ortaya çıkması, Endülüs’ün İslam ülkesi olarak tekrar kazanılmasına imkân bırakmadı. İspanya Krallığı, bu durumu fırsat bilerek Endülüs Müslümanlarını 1609’da İspanya’dan sürdü. Osmanlı yönetimi bu Müslümanları, gemilerle başta Kuzey Afrika olmak üzere kendi topraklarına taşıyarak onların yeniden yurt-yuva sahibi olmalarını, güvenlik içinde yaşamalarını sağladı.
Sonra İspanya ve Portekiz’in Kuzey Afrika’yı Müslümansızlaştırmasına/Endülüsleştirmesine de Türkler/Osmanlılar izin vermediler. İspanya Krallığı, 16. yüzyıl başlarından itibaren de Kuzey Afrika’yı işgal etmek üzere harekete geçti. 1509’dan itibaren Cezayir’den başlayarak Trablusgarp’a kadar olan sahil şeridini; 1535’te de Tunus’u aldı. İspanya’nın bu işgallerde iki temel amacı vardı:
- Kuzey Afrika’nın maddi kaynaklarını sömürmek.
- Endülüs’te olduğu gibi, Kuzey Afrika’yı da Hristiyanlaştırmak.
Nitekim işgal edilen yerlerde camiler kiliseye çevrilmekte, ardından da rahipler Hristiyanlığı yaymakla görevlendirilmekteydi.
Kuzey Afrika, ikinci bir Endülüs olmak üzereyken, Osmanlı’nın yardım ve koruması ulaştı. Önce Osmanlı Devleti’nin yakın destek sağladığı Türk denizcilerinin, bunlar arasında özellikle de Hızır Reis (Barbaros Hayreddin) ve ağabeyi Oruç Reis‘in çabalarıyla 1520’de Cezayir kurtarılarak Osmanlı Devleti’nin himayesine alındı. Bundan sonra Osmanlı kuvvetleri, 1551’de Trablusgarp’ı, 1574’te ise Tunus’u İspanyol işgalinden kurtardılar. Osmanlı’nın bu çabaları sonucu, Kuzey Afrika Müslümanlarının Hristiyanlaştırılması ve bölgenin İslam ülkesi olmaktan çıkarılması önlenmiş oldu.
Osmanlı Türkleri, İspanyol saldırılarına karşı Endülüs ve Kuzey Afrika Müslümanlarını korumak için bu çabaları sergilerken Portekizliler, Arap Yarımadası’nı, Hindistan’ı, hatta bugünkü Endonezya’yı tehdit etmekteydiler. Endonezya’daki Müslüman Açe Sultanlığı’nın 1565’te Portekiz işgali karşısındaki yardım talebini Osmanlı yönetimi yeterli miktarda top, tüfek ve cephane dolu 17 savaş gemisi göndererek karşıladı.
Osmanlı Devleti, 16. yüzyılda Rusların Müslüman dünyasına yönelik ilerlemesine karşı, Türkistan’daki Türklerle birlik oluşturma siyaseti izledi ve projeler yaptı. Bu projelerden biri, Karadeniz’den Hazar Denizi’ne ulaşmak için Don ve Volga nehirlerini bir kanalla birleştirmekti. 1569’da kanalın kazı işlemine başlandı, hatta üçte biri tamamlandı. Ancak tam bu sırada Yemen taraflarında Portekiz tehlikesi acil hâle gelince çalışmaları durdurup Kızıldeniz-Aden Körfezi bölgesi ile ilgilenmek zorunda kalındı.
- Kutsal Topraklara/Haremeyn’e Hizmetler
Müslüman kültüründe en kutsal topraklara, “korunmuş, haram kılınmış” anlamında “harem” denir. Müslümanlar için “kutsal topraklar” denilince Mekke ve Medine şehirleri akla gelir. Zira Mekke’de Müslümanların kıblesi Kâbe/Mescid-i Haram; Medine’de ise Mescid-i Nebevî ve Hz. Peygamber’in kabri bulunmaktadır. Her iki şehir, İslam kültüründe “Haremeyn” adıyla anılır. Yine Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevî’den sonra üçüncü önemli ibadet yeri olarak kabul edilen Mescid-i Aksâ’nın bulunduğu Kudüs şehrinin de ayrı bir yeri ve önemi vardır ve buraya da Harem-i Şerif denir. Hatta Osmanlı yönetimi, Haremeyn’e giden hac yolcularını uğurladığı –İstanbul’un Anadolu yakasındaki– yere de saygı gereği “Harem” demiştir.
- İslam Dininin Yayılmasına Hizmetler/Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşması
Anadolu’ya ciddi manada Türk göçünün, Büyük Selçuklu Devleti’nin kuruluşu ile başladığı söylenebilir. Selçukluların Bizans karşısında 1048 Pasinler zaferi ve özellikle 1071 Malazgirt zaferini kazanması, Anadolu’nun Türkleşmesi açısından bir dönüm noktası oldu. Kutalmışoğlu Süleyman Şah‘ın fetih çalışmaları sırasında sayıları yüz binleri bulan Türkmen boylarının Anadolu’ya gelmesi ve nüfusun önemli bir kısmının Türklerden oluşması sonucu, bu topraklarda 1075’te Türkiye Selçuklu Devleti’nin kurulması mümkün oldu.
Avrupa/Balkanlarda İslamiyet’in yayılması: Türkiye’deki Müslüman Türkler, vatanın sınırlarını Avrupa kıtasına taşımak için harekete geçti. Osmanlı Devleti’nin kuruluşunun ardından Türklerin ilk amacı Balkanlara, diğer adıyla Rumeli’ye doğru genişlemek oldu. 1361’de Edirne’nin fethini müteakip olarak Bulgaristan’ın tamamı, 1389’daki Kosova Meydan Savaşı ile de Sırbistan, Türk egemenliği altına alındı. 1396’da Yıldırım Bayezid’in Niğbolu önlerinde Haçlı ordusunu yenilgiye uğratması sonucu, Osmanlı Türklerinin Balkan egemenliği güçlendi. Daha sonra Fatih Sultan Mehmed’in 1463’te Bosna’yı ele geçirmesiyle Osmanlı sınırları İtalya’nın Dalmaçya kıyılarına kadar uzandı.
Hindistan’da İslamiyet’in yayılması yolundaki ilk çalışmalar, Emeviler döneminde başladı. Muhammed b. Kâsım, 710-711 yıllarında Hindistan’ın bir bölümünü fethetti. Yerli halka; canlarına, mallarına ve dinlerine dokunulmayacağına dair söz verdi. Ömer b. Abdulazîz (717-720), fethedilen yerlerdeki Hintli yöneticilere mektuplar göndererek onları İslam’a davet etti. Yine Müslüman Araplardan Hindistan topraklarına yerleşen ve İslam’ın yayılması için çaba harcayan âlimler ve tacirler vardı. Bu faaliyetler sonucunda Hindistan topraklarında İslam dini tanınmaya ve yayılmaya başladı. Ancak Hindistan’da İslam dininin köklü bir şekilde yerleşmesi ve geniş ölçüde yayılması, ilk Müslüman Türk devletlerinden olan Gaznelilerle (963-1187) başladı. Yayılma, bu devletten sonra kurulan Delhi Türk Sultanlıkları (1206-1413) ve Babürlüler (1526-1858) gibi Türk devletleri ile devam etti.
Hocam, Hz. Peygamber ve dört halife sonrasında İslam kültür ve medeniyetini besleyen, geliştiren coğrafyalardan biri, belki de en önemlisi Türkistan. Bu öneminin ve değerinin aksine uzun yıllardır bu coğrafya İslam dünyasının dışındaymış, Müslümanlarla alakası kalmamış gibi algılanıyor. Bu üzücü husus hakkında neler söylersiniz?
Türkistan veya Maveraünnehir’in İslam medeniyeti dairesinin çeperinde kalmasından bölge kadar İslam dünyası hatta dünya çok şeyler kaybetmiştir. Elbette bunda birbiriyle ilişkili iç ve dış nedenler var. İç nedenlerin başında şunları sayabiliriz: bölge halklarının içe kapanması, medresenin müfredat yenileyememesi, “amir-âlim-arif-mütefekkir-tacir” arasındaki ilişkiler dengesinin bozulması; toprak rejiminin mutasavvıfların tasarrufundaki vakıflar aleyhine bozulması; ümeranın siyasi-idari ve askerî yolculuğunda ulemanın geri kalması, ulemanın ilim-irfan-fikir adına itirazlarına ümeranın kulak vermemesi vs.
Dış sebeplere gelince, Avrupa’nın coğrafi keşiflerle deniz yollarını bulması sonucu dünya ticaret güzergâhlarının değişmesi Türkistan’ı hem jeopolitik hem jeostratejik hem de ekonomik bakımlardan derinden etkilemiştir. Dünyanın ağırlık merkezi batıya, Avrupa’ya kaymıştır. Türkistan ya da Maveraünnehir artık genelde dünyanın, özelde İslam dünyasının öznesi olmaktan çıkmış nesnesi hâline gelmiştir.
Türklerin yaşadığı coğrafyada (Türkistan, Şark iklimi, Horasani Maveraünnehir) akli ve felsefi ilimler öne çıkmış, dinî/naklî ilimlerde rey (düşünce, fikir) ve akla önem veren ekoller oluşmuştur. Hocam, bu olguyu ve sebeplerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Türklerin genel olarak amelde İmam-ı Azam Ebu Hanife, itikatta İmam Maturidi ve tasavvufta Hoca Ahmed Yesevi’nin takipçileri olmaları hususunda da neler söylersiniz? Bu anlayış Türklere neler kazandırmıştır?
Bu hususta dönemin coğrafi konumu, insan unsuru, sosyal hayat, siyasi ve ekonomik yapı etkili olmuştur diye düşünüyorum. Türkistan veya Maveraünnehir, tarım yanında hayvancılığın ve ticaretin yaygın olduğu yerlerdir. Medeniyet tarihçileri ve antropologların da işaret ettiği gibi medeniyet insanın meydan okuyabileceği, yenebileceği, Kur’an’ın işareti ile imar edebileceği yerlerde gelişir ve gelişmiştir. Kutuplarda, buzullarda; çöllerde, ekvator bölgelerinde gelişmez, hatta kurulamaz. Coğrafya hem ihtiyaç göstermeli hem icbar etmeli hem de imkân sağlamalı size… Mesela, sıcak iklimde yaşayanın barınmaya ihtiyacı yoktur ki barınak yapsın. Ya da çölde barınak yapma imkânı yoktur. Bu bağlamda tarım ekonomisinde fert ve toplum; teslimiyetçi, mütevekkil ve muattaldır. Ekimini yaptıktan sonra, tabiat şartlarına müdahale edemeyeceğine göre yapabileceği tek şey, ümitle beklemektir. Bu da daha durağan bir zihin ve hayat tarzı demektir. Oysa hayvancılıkla uğraşanlar ve ticaret yapanlar her türlü fırsatı değerlendirme, çalışma şartlarına uygun seçenekler bulma imkânına sahiptirler.
Tacir her yerden rızkını temin edebilir. Hareketliliği/satın alma gücü ile farklı kültürleri öğrenme imkânına sahiptir hatta buna mecburdur. Aynı şekilde tacir daha makul, faydacı (pragmatist), daha mutedil, daha akılcı, daha uzlaşılabilir olmak durumundadır. Bunun anlamı şu ki tacir aşırılıklardan uzak durur, daha ziyade marufa yönelir. Tacir için en sağlam zeminlerden biri örf/töredir. Başka bir ifade ile tacirin aklını kullanmaya, bilgiye ihtiyacı vardır. Hem de bu bilgi durağan (statik) değil hareketli (dinamik) olmak zorundadır. Çünkü tacirin muhatap olduğu her farklı zemin ve zaman bunu zorunlu kılmaktadır. Hayvancılıkla uğraşan konargöçerler için de aşağı yukarı aynı şeyler söz konusudur. Konargöçer de seyyardır, hareketliliği yüksektir. Dar bir coğrafyaya sıkışmaz, sıkışamaz. Mevsimine göre hareket eder. Tabiatı âdeta her imkânı ile her milimetresine kadar kullanır. O da aklını kullanmak zorundadır. Bütün bu unsurlar ise Maveraünnehir’de felsefe, kelam başta olmak üzere akli ilimleri geliştirmiştir.
İslam medeniyetinin kavramları ile konuşursak rey-içtihat (düşünce-görüş) daima canlı tutulmuştur. Kelamcılar, fakihler, filozoflar, mütefekkirler ümeranın teşkilatlandırıp önünü çektiği hayatın daima önünden gitmeyi, ön açmayı, hayatı toplum kesimlerine iki dünya mutluluğunu kazandıracak dengede ve kıvamda tutmayı başarmıştır. Mesela kelamcılar itikatta İmam Maturidi örneğinde olduğu gibi, daha akılcı, daha realist bir kıvamı bulmuşlardır. Birer aşırılık diyebileceğimiz, ağırlık olarak Arapların sahiplendiği “selefilik-mutezile” gibi iki aşırı uca yönelmemişlerdir. Öte yandan çoğunlukla Farsların takip ettiği bâtıni-ezoterik [belirli bir insan topluluğunun dışında kimseye bildirilmeyen, yalnızca sınırlı, dar bir çevreye aktarılan (her türlü bilgi, öğreti)] unsurlar içeren (ör. İsmaililik, Karmatilik, Hasan Sabbahcılık vs.) akait, Türkler arasında taraftar bulmamıştır. Felsefi düşüncelerde de benzeri bir tutum söz konusudur. Bütün bu aşırılıkların törpülenmiş şekli ve kıvamı olan Maturidilik benimsenmiştir. Fıkıhta akla dayanan reyi (düşünceyi, fikri), toplumsal mutabakata dayanan örfü yasama kaynağı kabul eden İmam-ı Azam Maveraünnehirlidir. Peki Türkler veya Mavereünnehir halkları kuru akılcı veya aşırı realist midirler? Hayır, bu hususta mantıklı davranmışlardır. Daha ziyade gönül dünyasına seslenen, duyguları terbiye eden, insan-ı kâmil olma yolculuğunun fikrî ve fiilî boyutlarını ortaya koyan tasavvuf da bu coğrafyada belki de en büyük fikrî ve fiilî temsilcilerini bulmuştur.
Tasavvuf alanında, İbrahim Edhem Belhi, Şakik-i Belhi, Hallac-ı Mansur gibi selefler olmakla birlikte, pir-i Türkistan unvanına layık görülen Hoca Ahmed Yesevi, kıvamı yakalamıştır. Türkistan akaitte, fıkıhta, tasavvufta İslam medeniyetinin zaten asıl sıfatı olan bu tavrın evrensellik niteliğini daha belirgin hâle getirmiştir. Aksi takdirde kimi Doğu bilimcilerin (oryantalist) eşitlediği gibi İslamiyet ve İslam medeniyeti sadece Araplara indirgenmiş olacaktı. İslamiyet Arapların sanki millî dini imiş gibi algılanacaktı. Hâlbuki en tamam en kâmil hâliyle İslamiyet, kıyamete kadar bütün insanlığı mutlu kılacak son dindir.
Hocam Türkistan ile ilgili önemli çalışmalarınız var. Bölgede de bir süre kaldınız. Türkistan’ı işgal eden Rusların bölge ile ilgili politikaları ve bölgedeki Müslüman Türklerin o zamanki durumu hakkında neler söylersiniz?
Emperyalizm 18. yüzyıldan itibaren dünyayı paylaşırken Rusların payına Türk dünyasının kuzey ve doğu tarafları düşmüştür. Güneyde Osmanlı Türkleri ise hem Batı Avrupa emperyalistlerine hem de Rusya’ya karşı en az iki asır direnmiştir. 18. yüzyıl başlarında Deli Petro’nun hedef gösterdiği sıcak denize inme siyaseti, aynı yüzyılın son çeyreğinde Kırım Hanlığı’nın yıkılması ve topraklarının ilhakıyla belli bir aşamaya varmıştır. 19. yüzyılda Ruslar ham madde ve yeni pazar “ihtiyaçlarını” karşılamak için Türkistan’a yönelmişlerdir. Ancak bütün emperyalistler gibi onlar da işgal ve istilalarını “medeniyet götürerek bölge halklarını vahşilikten kurtarmak” olarak takdim etmişlerdir. Yani işgalci değil birer kurtarıcıdırlar. İlginçtir! Bu algı o günden bugüne hâlâ işgalcilerin çocuklarında “beyaz adamın yükü” hâlinde yaşadığı gibi, işgal edilen toprakların kimi çocuklarında da yaşamaktadır. Onlar da gelenlerin kurtarıcı oldukları düşünmekteler. Hangi şeyden ve niçin kurtardılar sorusuna da tıpkı müstevliler gibi, “Gerilikten, gericilikten vahşilikten (dinî ve millî değerler diyemeden) insanlık adına medeniyete, aydınlığa, refaha, ileriye, ilericiliğe çıkardılar.” cevabı verilebiliyor.
Ruslar önce Kazak, akabinde Kırgız yurtlarını istila ettiler. Sonra, Maveraünnehir’e yöneldiler. O dönemde bölgede batıdan doğuya Hive Hanlığı, Buhara Emirliği ve Hokand Hanlığı vardı. 1865’te Taşkent’e girip orayı merkez üssü edindiler. Oradan 1867’de Semerkant, 1868’de Buhara ve Hive, 1876’da ise Fergana’yı istila ettiler. Atasözüyle söylersek, hırsızın suçu olmakla beraber ev sahiplerinin de suçu büyük. Evlerini kilitlemeyip hırsızın iştahını kabartmışlar. Bu üç hanlık, Rus istilası karşısında birleşmek yerine aralarında ölümcül bölgesel hâkimiyet mücadelelerine girişmişler. Kısaca, Ruslar bölgeye yöneldiklerinde siyasi, sosyal, ekonomik ve fikrî bakımlardan dağınık bir yapı ile karşılaşmışlar. Bu zaafı, kendileri için fırsata çevirmişler.
Rusların bölgede uyguladıkları siyaset her emperyalistinki ile aynı: böl ve yönet. Türkler arasındaki küçük farklılıkları körüklemişler, derinleştirmişler. Bu coğrafyadan en az beş tane ırk, beş tane millet, beş tane dil çıkarmışlar. Hepsine birer bayrak, birer devlet ve birer marş vererek birbirlerine düşman olarak kurgulamışlardır. İslamiyet konusuna gelince Ruslar bu konuda ikili bir siyaset izlemişler. Bir yandan medreselerde öğretilen ve çağın çok gerisinde olan dinî anlayışı, çürüme daha da derinleşsin diyerek desteklemişler; bir yandan da kendi emperyal politikalarına destek olabilecek bir İslami yorum getirebileceğini düşündükleri ile ilişkiye girmişlerdir. 19. yüzyıl başlarında İdil boyunda ve Kırım’da Tatar Türkleri muhitinde attıkları bu adım, istedikleri gibi sonuçlar vermemiştir. Âlimler, baylar/zenginler el ele verip iş birliği yaparak ıslahat, ihya veya tecdit (yenileme) mahiyetinde bir uyanış ve direniş hareketi başlatmışlardır.
Sayın Erşahin, Gaspıralı İsmail Türkistan’da İslam dünyasını içine düştüğü geri kalmışlık ve sömürüden kurtarmak için çalışan birçok düşünce, fikir ve aksiyon insanının en önemlilerinden. Ceditçilik hareketinin öncülerinden. Onun mücadele dünyasında Türkistan uleması nerede duruyor; İslam medeniyetini ıslah ve yeniden canlandırma mücadelesinde, Gaspıralı’nın başka düşünce, fikir ve aksiyon insanlarından ayrıldığı noktalar var mı? Göründüğü kadarıyla Gaspıralı, Ruslarla iletişimdedir ve merkezî yönetimle ilişkileri sıcak tutuyor. Onun Rusya ile ilişkileri hususunda neler söylersiniz?
Sözünü ettiğimiz gibi, genelde İslam dünyasını özelde Rusya’nın egemenliği altındaki Türkleri kurtarmaya yönelik yenilenme düşüncesi ve ihtiyacı, bölgede Ceditçilik olarak ete-kemiğe büründü. Başlangıçta İdil Boyu Tatarları arasında Ş. Mercani, A. Otuzimeni, A. Kursavi gibi âlimlerin ki bunların önemli bir kısmı Buhara’da eğitim almıştır, başlattığı tecdit girişimi başka bir soruyu gündeme getirdi: Nasıl olacak, nereden başlamalı? İşte o zaman medreselerin mekân, malzeme ve müfredat yönlerinden yenilenmesini ifade eden “usul-i cedit” başlatıldı. Yine mazide başarıldığı gibi ilim, eğitim yoluyla ayağa kalkmak…
Bu inisiyatif sahiplerine “Ceditçiler” adı verildi. Bunlar, düşüncelerini bir sisteme kavuşturmaya yönelik fikirler ifade etmeye başladılar. Bir ileri adımla geleneksel düşünceyi de gözden geçirmeyi, özünü bozmadan ve değiştirmeden çağın gereklerine ve ihtiyaçlarına cevap verebilecek içeriğe kavuşturmayı teklif ettiler. Bu meyanda mesela, sembol hâline geldiği için zikredelim, medreselerde rahle yerine sıra (masa-sandalye) kullanmayı; müfredata coğrafya, tarih, fizik vb. dersler koymayı önerdiler.
Bu yeni metoda ve muhtevaya bir kısım çevreler, özünü bozacağı ve Frenk taklidi olduğu gerekçesiyle karşı çıktılar. Bu kesime de “Kadimciler” dendi. Kadimciler eskiden olduğu gibi, kadim(eski) üzere devamın daha emin ve sağlıklı yol olduğunu hararetle savundular.
İki kesim arasında bu tartışmalar sürdü gitti. Bu süreçte, Kırım mirzalarından (bey oğlu, beyzade) Gaspıralı İsmail Bey, dikkatleri çekerek ön plana çıktı. O özellikle usul-i cedit veya usul-i savtiye denilen öğretim metodunu kendi bölgesinde medreselerde uyguladı ve büyük başarılar elde etti. İsmail Bey daha sonra fikirlerini “Avrupa Medeniyeti’ne Bir Nazar-ı Muvazene”, Rusya Müslümanları”, “Doğu-Batı İlişkileri” gibi eserlerinde Doğu ve Batı medeniyetlerini Ruslar örneğini öne çıkararak mukayese etti. Her iki kesimin tarih boyunca birbirlerinden etkilendiklerini, iletişim ve ilişki içinde olduklarını, karşılıklı alışverişte bulunduklarını göstermeye çalıştı. Düşmanlık yanında karşılıklı dostluk sayfalarının daha çok olduğunu insanlık adına birbirleriyle yardımlaşmalarında bir sakınca görmediğini belirtti.
Şimdilerde de Müslümanların Rusya’dan veya Avrupa’dan bazı şeyleri almalarını “ödüncün geri alınması” olarak tanımladı. “Zaten bizimdi, bizden almışlardı, şimdi ödünç verdiklerimizi geri alıyoruz. Bunda ne var?” demeye getirdi. Rusların da bu konuda Müslümanlara yardıma hazır olduklarını ileri sürdü. Aslında bu iş birliği fikri daha sonra Türkistan ceditçilerinden Buharalı Abdurruf Fıtrat tarafından da dile getirilmiştir. İsmail Bey hem fikir hem fiil insanıydı. Düşüncelerini hayata geçirmek için zaman zaman Rus yetkililerle görüşmüş, onlara layihalar/raporlar sunmuştur. Bu arada Osmanlı Türkiyesi ile de yakın temas içinde olmuştur.
Gaspıralı’nın bir inancı vardı: Yiğit düştüğü yerden kalkar. Bu gerçekten hareketle bir zamanlar sadece Türkistan’ı değil bütün İslam dünyasını hatta dünyanın tamamını aydınlatan, yeni ufuklara taşıyan Türkistan’a yöneldi. Başta Buhara Emirliği olmak üzere bölgenin siyasetçileri, ilim ve fikir insanları ile görüştü. Ceditçililiği ve ceditçileri burada güçlendirmek, cesaretlendirmek için bölgeyi gezdi. 20. yüzyıl başlarında Türkistan Uleması adlı bir kitap yayımlayarak bölgede yetişen âlimler, arifler/mutasavvıflar, filozoflar, mütefekkirler, edebiyatçılar ve şairleri tekrar dünyaya hatırlattı. Türkistanlılara “Haydi, bir daha, başardınız yine başaracaksınız, herkesin umudu sizsiniz, size ihtiyacımız var.” demeye çalıştı. Aslında bu çağrısına Türkistan’dan da hanlar-emirler, siyasetçiler, âlimler, mütefekkirler, şairler, edebiyatçılardan da olumlu cevaplar geldi.
Tam da bu aşamada Bolşevik-sosyalist devrim her şeyi başka bir mecraya sürükledi ve bu süreç Türkistanlıların neredeyse bir asrını aldı, 20. yüzyılını kapattı.
Gaspıralı’nın “Daru’r Rahat Müslümanları” adlı ütopik sayılabilecek bir kitabı var. Bilgi verir misiniz bu kitap hakkında?
Çarlık Rusya hâkimiyetinde kalan Müslümanları bazen realist bazen romantik bazen de ütopik oldukları bir vakıadır. Bu olgu ile mesela Gaspıralı İsmail Bey’de de karşılaşıyoruz. Onun derdi genelde bütün Müslümanları özelde Rusya Müslümanlarını mevcut durumlarından kurtarıp, insanları, medeniyetleri ileriye taşıyan tarih misyonlarına kavuşturmaktır. Bu konuda realisttir. Önce kendi evinin içini, kendi sokağını temizlemekle başlamak ister. ‘Ben Rusya Müslümanlarını nasıl kurtarabilirim?’ sorusuna verdiği cevapları 19. Yüzyıl sonlarında on beş arayla yayınladığı iki risalede dile getirir: Russkoe Musulmanstvo. Mısli, zametki i nablyudeniya/Rus(ya) Müslümanları: Fikirler, Yazılar, Gözlemler ve Russko-vostoçnoe Soglaşenie Mısli, zametki i pojelaniya / Rus-Doğu Uzlaşısı: Fikirler, Yazılar, Arzular.
İsmail Bey bu gerilikten kurtuluş mücadelesinde Rusya veya Ruslardan yardım ister, uzlaşı ve işbirliği teklif eder. İlk risalesinde Rusya’yı bir Ortodoks Hristiyan devleti olduğu kadar bir Müslüman devleti olarak görür. Rusya Müslümanlarının aydınlamalarının elzem olduğu bunun da Rus devletinin yükümlüğünde olduğunu belirtir. Müslüman okullarının yani medrese eğitim sisteminin modernleştirilmesini, Tatarca’nın (Türkçe) ders olarak okutulması, Müslüman matbuatın üzerindeki sansürün kaldırılmasını ister. Diğer eserde, Çarlık Rusya’nın Müslüman tebaasına yönelik politikalarının Rusya’nın Şark ile ilişkilerini bile tayin etme potansiyeli bulunduğunu ileri sürer. Der ki; “Müslümanlarla Hristiyanlar arasında da çok iyi ilişkiler kurulabilir. Müslümanlar için Rus kültürü Avrupa kültürü ve medeniyetinden daha yakındır. Rusların ekonomik ve endüstriyel hedefleri Avrupanınkinden daha az tehlikelidir. Müslümanlarla Ruslar birlikte veya yan yana üretebilir, ticaret yapabilirler. Böylece hem bölgeye hem dünyaya refah getirebilirler.”
Gaspıralı’nın diriliş için ümit kaynaklarından biri belki de en önemlisi Türkistan’dır. Bu düşüncelerini de Frengistan Mektupları-Daru’r-Rahat Müslümanları/Molla Abbas adıyla bilinen eserinde ifade etmiştir. Çarlık Rusya hakimiyetinde yaşayan Türklerin ilk romanı olan bu eser önce Tercüman’da “Frengistan Mektupları” adıyla tefrika edilmeye başlandı; bunu “Daru’r-Rahat Müslümanları” takip etti. Daru’r-Rahat Müslümanları kitap halinde neşredildi. Ütopik hikâye mahiyetindeki eserinde de genelde bütün Türklerin özelde Türkistan’ın tecdidi/yenileşme sorununa değinmiştir. Esas olarak eğitim, ilim, fen, teknoloji, sosyal hayat, kadın, yönetim, İslam medeniyeti ile Avrupa medeniyeti arasındaki etkileşim ve Türkistan’ın geri kalma sebepleri gibi hususlar üzerinde durmuştur.
Rahat Ülkesi anlamındaki Daru’r-Rahat’ın ana kurgusu Taşkentli Molla Abbas’ın bilinmedik bir ülkeyi Endülüs’ü Gırnatalı Molla Abbas Fransevî adıyla seyahatidir. Güney İspanya’da dağlar arasında kurulmuş kimsenin bilmediği bir İslam ülkesinde Müslümanlar müterakki, müreffeh, hür ve huzurlu yaşamaktadırlar. Kimseye tabi olmadan, kimsenin boyunduruğuna girmeden, kimseden yardım almadan ilim, teknikte ilerlemişler, kendi teknolojilerini ve medeniyetlerini kurmuşlardır. Gaspıralı’nın bu eserindeki amacı Müslümanların da ileri düzeyde çağdaş bir devlet kurabilecekleri ve çağdaş hayat yaşayabilecekleri, belki de o zamanların basmakalıp “İslam terakkiye manidir” suçlamasına da bir cevap, bir başka yönden de Müslümanlar özgüven vermekti. Bunu göstermek için de İslamiyet’e uygun olarak kurulan bir toplumun her bakımdan Avrupa’dan geride kalmamış ilerlemiştir. Daru’r-Rahat’ın hayat standartları karşısında ‘Türkistan’ın bedevi, Frengistan’ın çok aşağı kaldığı” bir ülke idi. Ülkede basın ve yayın ilerlemiş, posta hizmetleri bedava yapılmaktadır. Buradaki Müslümanlar kendi başlarına Avrupalılar kadar sosyal, kültürel alanlarda olduğu gibi ilim ve teknolojide ilerlemişlerdir. Kimya, ziraat ve tıp gayet yüksektir. Elektrik enerjisi, telgraf ve telefon yaygın bir şekilde kullanılmaktadır. Teknolojide de Avrupa’yı geçmiştir.
Gaspıralı Daru’r-Rahat gibi bir muhayyel ülkeyi gündeme getirirken muhtemelen şunu söylemektedir: Nasıl ki Endülüs İspanyollar tarafından istila edilince bunun arkasından Daru’r-Rahat gibi bir ülke çıkmışsa Rusların istilası altındaki bir Müslüman coğrafyasından (Türkistan’dan) da benzeri bir başarı çıkabilir. Daru’r-Rahat örneğinde olduğu gibi İslam girdiği bir coğrafyada kolay kolay yok edilemez, bir şekilde yeniden dirilir, Hıristiyanlığın siyasi, kültürel ve askeri üstünlüğü karşısında silinmez.
Türkistan uleması Sovyet Rusya rejimini, işgali ve komünizmi, Bolşevikliği nasıl değerlendiriyordu? Ulema arasında bu konularda bir birlikten söz edilebilir mi?
Yukarıda özetlediğimiz şartlardaki bölge Türkleri 20. yüzyıl başlarında biraz da hazırlıksız bir şekilde bir gelişme ile karşılaştılar. Ekim 1917’de Marksist Rus Bolşevikler, Çarlığı yıkarak sosyalist bir devrim yaptılar. Bu devrimi siyaseten de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) şeklinde teşkilatlandırdılar.
Türkler bu süreçte Kadimciler ve Ceditçiler olarak âdeta ortadan ikiye ayrıldılar veya Ruslarca bölündüler. Kadimciler, kaldığımız yerden başlayalım diyerek yine “hanlık” rejimlerini ihya etme sevdasına düştüler. Ceditçiler ise kendi aralarında sosyalist ve millî eğilimde ikiye ayrıldılar. Sosyalist eğilimliler Rus sosyalistlerle iş birliğini önerirken, millîler daha millî çizgide bağımsızlıktan yana tavır aldılar. İçlerinden bir kısmı da (Rusların kasıtlı olarak “Basmacılar” olarak adlandırdığı kesim) da “millî mücahede (kutsal ülküler uğruna savaşma) ve mücadele” başlattılar. Ancak istedikleri aşamaya gelemeden Ruslar tarafından bastırıldılar. Ruslarla iş birliği ile hareket etmekten yana olan sosyalistler ise “millî komünizm” inancıyla sosyalist “millî devletlerini” kurarak SSCB’ye katıldılar. Ruslar buna da tahammül edemediler. 1928-1938 arasında Stalin’in resmî adı “yerlileştirme (korenizatsiya)” olan ancak halkın dilindeki şekliyle “kızıl kırgın (repressiya)” siyaseti çerçevesinde bu kesimi soykırıma tabi tuttular. Bu soykırımla yüz binlerce Türkistanlı ziyalının/aydının yok edildiğini biliyoruz.
Ulemanın tutumuna gelince, onlar da bu ayrışma ve kamplaşmalarda yer edindiler. İçlerinden kadimcilerden yana olanlar da ceditçilerden yana olanlar da vardı. Ulemadan bir kısmı komünizmin ve sosyalizmin İslami bakımdan uygun bulunamayacağını, bunun dehrîlik/Tengrisizlik/Hüdasızlık/Allahsızlık olduğu söylerken bir kısmı da İslamiyet ile bağdaştırmanın yolarını aradılar. Hatta sosyalist ilkeleri tarihte ilk defa hayata geçirenin Hz. Peygamber olduğunu iddia ettiler. Ancak günün sonunda bu kesim de kızıl kırgından kurtulamadı. Daha da ağır cezalandırıldılar.
Son olarak neler söylersiniz?
Sovyet Sosyalist rejiminin genelde din karşısında başarısız kaldığını ve yıkıldığını düşünüyorum. Bunda en büyük pay da İslamiyet’in… İslamiyet; sadece mezarlıklarda, türbelerde, mukaddes ziyaret yerlerinde, ninelerin/dedelerin hatıralarında, hafızalarında kaldığı kadarıyla ve kültürel boyutu ile, onca olumsuz şartlara rağmen, Türkistan’ı Rus emperyal boyunduruğundan kurtarmıştır. İslamiyet’in mazideki gibi itikatta Maturidi, amelde Hanefi, ahlakta Yesevi yorumuna ihtiyacı her zamankinden daha elzem görünüyor. Bu yorum aşırılık yanlısı hareketlerin önünü keseceği gibi, bölgeyi iç ve dış köktenci akımlardan koruyacak, dinî ve millî kimliğine tekrar kavuşturacaktır ümidini taşıyorum.
Teşekkür ederim.
Biz teşekkür ederiz.
Muaz ERGÜ
Prof. Dr. Seyfettin ERŞAHİN
-
- 1960’da Ankara-Kızılcahamam’da doğdu.
- İlkokulu doğum yerinde, orta öğrenimini Pazar Orta Okulu (1971-1974) ve Ankara İmam-Hatip Lisesi’nde (1974-1978), lisansını ise Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde (1979-1984) tamamladı.
- 1978-1985 yıllarında T.C. Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı olarak çeşitli yerlerde imam-hatiplik ve 1985-1988 yıllarında müftülük görevlerinde bulundu.
- 1988-1990’de İngiltere’de Manchester Üniversitesi, Department of Middle Eastern Studies’de yüksek lisansını yaptı.
- 1992’de A.Ü. İlahiyat Fakültesi’nde İslam Tarihi Anabilim Dalı’na araştırma görevlisi olarak atandı.
- 1994 Ocak-Temmuz arasında, Türkistan cumhuriyetlerinde belge ve kaynak toplayıp gözlemlerde bulundu.
- 1996-Ekim’de İslam Tarihi Bilim Dalında doktor oldu.
- 1996’da TRT Türkiye’nin Sesi Radyosu’nda Çocuklar İçin adıyla dini sohbet programı yaptı.
- 1996-1997 eğitim-öğretim yılında Kırgızistan’da Oş Devlet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde lisans dersleri verdi. 1997’den itibaren de söz konusu fakültenin Türkiye’de okutulmakta olan öğrencilerinin İslam Tarihi derslerine girdi.
- 1999 Kasım’da İslam tarihi doçenti unvanını aldı.
- 2004-2005’de Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde İslam Tarihi ve Sanatları Anabilim dalında yüksek lisans dersleri verdi. Aynı enstitünün ilgili anabilim dalında 2005’ten itibaren tez danışmanlığı yaptı.
- 2004’de Türk Tarih Kurumu Kütüphanesi’nde bulunan el yazmalarını kataloglama çalışmalarına katıldı.
- 2006’da ilahiyat profesörlüğü kadrosuna atandı.
- TÜBİTAK tarafından desteklenen “İngiliz ve Alman Oryantalizminde Siyer Çalışmaları ve Bu Çalışmaların Türk ve Avrupa Birliği Haklarına Etkileri” adlı üç yıllık proje çerçevesinde Eylül-Aralık 2005’te arasında İngiltere’de araştırmalar yaptı. 2008’de tamamlanan söz konusu projenin üç yürütücüsünden biri olarak yer aldı.
- Arapça, İngilizce ve Türk lehçelerini bilmektedir.
- Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde öğretim üyesi olarak başta İslam Tarihi, Türk Cumhuriyetleri Tarihi ve Türk Tarihi ve Kültürü olmak üzere sahasıyla ilgili dersler verdi. Yüksek lisans ve doktora tezleri yönetti.
- Türkçe ve İngilizce kitap makale, bildiri, konferans vb. şeklinde çok sayıda yayın yaptı.
- 2008-2012 tarihleri arasında T.C. Londra Büyükelçiliği Din Hizmetleri Müşavirliği görevini yürüttü.
- 2013’ten beri Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır.
- Evli ve üç çocuk babasıdır.
Yayınlar
Kitaplar
-
- Türkistan’da İslam ve Müslümanlar (Sovyet Dönemi), Ankara, 1999, 482 s, İlahiyat Vakfı yay.
- Kırgızlar ve İslamiyet, Göçebe Bir Türk Boyunun İslamlaşma Tarihi Üzerine Bir Deneme, Ankara, 1999, SEK yay.
- Buhara’da Cedidcilik-Eğitim Reformu Münazara ve Hind Seyyahının Kıssası, Ankara, 2000, Kültür Bakanlığı yay.
- Akkoyunlular, Siyasal, Kültürel, Ekonomik ve Sosyal Tarih, Ankara, 2002, Bizim Büro yay.
- İngiltere’de Din-Diyanet Hizmetleri Üzerine, İngiltere Diyanet Vakfı yay, Ankara, 2012.
- İslam Tarihini Anlama Kılavuzu, OTTO yay, Ankara, 2017.
- İki Cihan Devleti Arasında Hz. Muhammed, OTTO yay, Ankara, 2017.
- Rusya İmparatorluğunda Müslümanlar Çoban Yıldızı, Ankara, Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi yay, Ankara, 2015.
- İslam Akidesi, Ankara, ESYAV yay, Ankara, 2018.
- Türkistan Ulemasının İslam Medeniyetindeki Yeri, İstanbul, 2019.
- Müslüman Azınlıkların Yargı Çıkmazı, Ankara, 2019.
- History of Islamic Civilisation, Berikan yay, Ankara, 2020.
- The Ulama of Turkey and Türkistan in Reform Age, Berikan yay, Ankara, 2020.
- İslam Medeniyeti Tarihi, (İ. Sarıçam ile) Ankara, 2006, TDV yay.
- İngiliz ve Alman Oryantalistlerin Hz. Muhammed Tasavvuru, (İ. Sarıçam ve M. Özdemir ile) Nobel yay. Ankara 2011.
- Kent ve Maneviyat, (ed. Z. Erşahin ile) İdeal Kent Yay, Ankara, 2020.
- İslam Tarihi ve Medeniyeti, (15. Cilt Osmanlı Medeniyeti cilt editörü), Siyer yay, İstanbul, 2018.
- Tarihte Müslümanlar, (7-8 ciltler 18-21 yüzyıllar editörü) OTTO yay, Ankara, 2020,
Yabancı Dilde Makaleler
-
- “The Ottoman Ulama and the Reforms of Mahmud II”, Hamdard Islamicus, XXII/2, 1999, ss. 19-40.
- “The Official Interpretation of Islam under the Soviet Regime: A Base for Understanding of Contemporary Central Asian Islam”, Hamdard Islamicus XXVIII/4, October-December 2005, ss. 7-25.
- “Islamic Support on the Westernization Policy in the Otoman Empire: Making Mahmud II a Reformer Caliph-Sultan by Islamic Virtue Tradition”, Journal of Religious Culture, sayı 78, 2005
- “Westernization, Mahmud II and the Islamic Virtue Tradition”, American Journal of Islamic Social Sciences, 23/2, Spring 2006
- “Ottoman Foundation of the Turkish Republic’s Diyanet: Ziya Gokalp’s Diyanet Ishları Nazâratı”, The Muslim World, Volume 98, Numbers 2-3, April 2008, pp. 182-198(17)
- “K Voprosu ob Istari Reform Tuyurskoy Grafiki”, Vnedrenie Novikh Teknologiy v Uçebniy Prosses kak Sredstvo Povişeniya Kaçestvo Obuçeniya, Sbornik Nauçnik Turudov, vpusk 5, Oşski Gasudarstvenniy Universitet, Fakultet Mirovih Yazıkov, Oş, 1996, ss. 97-103.
Türkistan Yakın Tarihi
-
- “Türkistan Cumhuriyetlerinde Kadınların Din Eğitimi Sorunu”, Diyanet İlmi Dergi, XXXII/1, 1996, ss. 77-96.
- “Sovyetler Birliği’nde Kur’an’a Yaklaşımlar”, İslami Araştırmalar, (Kur’an’ın Anlaşılmasında Yöntem Sorunu Özel Sayısı), IX/1-4, 1996, ss. 231-239.
- “Rusya’da Müslümanlar: Tatar Kavimlerinin Tarihçesi”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, XXXV, 1996, ss. 561-602.
- “Rusya Türklerinin Mecelle Hazırlama Girişimleri”, Ahmet Cevdet Paşa (1823-1895) Sempozyumu, Ankara, 1997, ss. 361-369.
- “Bağımsızlık Sonrasında Türkistan Cumhuriyetlerinde Dini Yapılanma”, Türk Dünyasının Dini Meseleleri, (Kutlu Doğum Haftası Sempozyumu, 1997), yay. Ömer Turan, Ankara, 1998, ss. 25-58.
- “Sovyet Türkistanında İslam ve Dindarlık”, İslami Araştırmalar, XI/1-2, 1998, ss. 127-137.
- “Sovyetlerin Orta Asya Türk Aile Yapısını Değiştirme ve Dinsizleştirme Çabaları Üzerine Bazı Değerlendirmeler”, Tarih Boyunca Türklerde Ev ve Aile Semineri Bildirleri, İstanbul, 2000, ss. 373-405. (Ayrıca, Diyanet İlmi Dergi, XXXIV/3, 1998, ss. 27-52) (İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Araştırmaları Merkezi tarafından 24-26 Mayıs 1998 tarihinde düzenlenen Tarih Boyunca Türklerde Ev ve Aile seminerine tebliğ olarak sunulmuştur.)
- “Türkistan’da Misyonerlik Faaliyetleri (Kırgızistan Örneği)”, Diyanet İlmi Dergi, XXXIV/3, 1998, ss. 95-114. (25-29 Mayıs 1998 tarihinde Ankara’da toplanan III. Avrasya İslam Şurası’na tebliğ olarak sunulmuştur.)
- “Buhara’da Cedidcilik-Eğitim Islahatı Tartışmaları ve Abdurrauf Fıtrat (XX. yüzyıl Başları)”, Dini Araştırmalar, I/3, 1999, ss. 213-255.
- “1998 Türk Dünyası”, Türkiye Yazarlar Birliği Türkiye Kültür ve Sanat Yıllığı 1998-1999, Ankara, 1999, ss. 100-114.
- “Sovyetlerin Vakıf Politikası ve Türkistan’da Vakıflarının Kamulaştırılması”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, XLII, 2001, ss. 131-143. T. C. Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından 1-7 Aralık 1997’de düzenlenen XV. Vakıf Haftası’na tebliğ olarak sunulmuştur.)
- “Osmanlı Devleti ve Türkistan Müslümanlarının Hac Seferleri (Çarlık Döneminden Günümüze)”, Diyanet İlmi Dergi, (Osmanlı Özel Sayısı), XXXV/1, 1999.
- Osmanlı Tarihi Hakkında
-
- “Meşihat-ı İslamiye’den Diyanet Riyasetine: Ziya Gökalp’in Şeyhulislamlık Tasarısı”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, XXXVIII, 1998, ss. 333-359. (Makalenin muhtasarı “Ziya Gökalp’in Şeyhulislamlık Projesi” adıyla Osmanlı VII, ed. Güler Eren, Ankara 1999, ss. 448-456)
- “Osmanlı Uleması ve Yenileşme: II. Mahmud’un Bazı Islahatı Karşısında Ulemanın Tutumu Üzerine Tespitler”, Diyanet İlmi Dergi, (Osmanlı Özel Sayısı), XXXX/1, 1999, ss. 249-270.
- “Türk Hakimiyet Geleneğinde Bilge Kişi: Osmanlı Hakimiyetinde Şeyh Edebali Örneği”, İslami Araştırmalar, XII/3-4, ss. 303-308.
- Müteferrik Konular
-
- “İslamın Sosyal Dayanışma İlkeleri ve Tarihimizdeki Uygulamaları”, Fakirlik Problemi ve Çağdaş Çözüm Yolları, yay. İbrahim Ateş, Ankara, 1998, ss. 83-107.
- “Ankara Esnafının Bir İktidar Denemesi: Ankara Ahiler Hükümeti (14. Yüzyılın İlk Yarısı)”, Dönemeç, Ankara Esnaf ve Sanatkarlar Odaları Birliği Yayın Organı, yıl 3, S. 27, Mart 1999, ss.19-21.
- “Bir Sosyal Dayanışma ve Yardımlaşma Kurumu Olarak Osmanlı Hilal-i Ahmer cemiyeti”, Osmanlılar Döneminde Yoksullukla Mücadele Yolunda Yapılan Çalışmalar, yay. İbrahim Ateş, Ankara, 2000, ss. 113-124.
- “Türklerin Hz. Muhammed Hakkındaki Bilgi Kaynaklarından Kısas-ı Enbiyalar: Kısas-ı Rabguzi Örneği”, Diyanet İlmi Dergi, Hz. Peygamber Özel Sayısı, 2000.
- “Türk Hakimiyet Tecrübesine XV. Yüzyıldan Bir Örnek: Akkoyunlu Hakimiyet Anlayışı ve Yönetim Yapısı”, Türkler VII, editörler, H. C. Güzel, K. Çiçek, S. Koca, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002, ss. 200-221.
- “Vakıf Düşüncesini Doğuran Temel Dinamikler”, Vakıf Medeniyeti Sempozyumu 12-13 Mayıs 2003, Ankara, T.C. Vakıflar Genel Müdürlüğü Yayınları, ss. 27-47.







Müthiş bir konuşma ,ufuk açıcı, yol gösterici. Sevgili Muaz gizli kalmış hazineleri gün ışığına çıkarıyorsun kutlarım. Söyleşilerine bereket. Selamlar ve sevgiler.
Söyleşiyi ilgi ve istifade ile okudum. Söyleşi kapsamındaki gerek sualler gerekse de suallere verilen cevaplar gayet isabetli, kapsayıcı ve doyurucu idi. Sn. ERGÜ ve Sn. ERŞAHİN’e tebrik ve teşekkürler.