Yılmaz: “Okumasaydım ve Yazmasaydım Sıkıntıdan Ölürdüm Herhalde.”

Geçtiğimiz aylarda “Doğa Yürüyüşleri” adlı deneme kitabınız yayımlandı. Hayırlı olsun, okuru bol olsun. Okurlar sizi romancı olarak tanıyor. Hatta ödüllü bir romancısınız. Cadı, Gerçek Hayat, Ağaçların Rüyası romanlarından sonra neden bir deneme kitabı yayımladınız? Bu kitabı ortaya çıkaran duygular neydi? Bahseder misiniz “Doğa Yürüyüşleri”nden?

Hem bir romancı hem de bir okur olarak en çok hayranlık duyduğum yazarlar, kurmaca metinlerin yanı sıra edebiyat üzerine deneyimlerini, dertlerini, okuma biçimlerini, düşüncelerini paylaşan yazarlar olmuştur hep. Edebiyat üzerine yazılmış, felsefî katmanları olan ve dil estetiğine sahip metinler beni büyüler. İşte bu türden hayranlıkları uzun yıllardır içimde büyüterek nihayet Doğa Yürüyüşleri’ni kaleme aldım.

Deneme ve eleştiri bir edebiyatçı için okurla daha doğrudan, daha farklı bir bağ kurma biçimi, bunu denemek istedim. Bir de her şeyin ötesinde edebiyat eleştirisine kendi dilimi, sesimi ekleyerek edebiyat yolculuğuma devam etmek istedim. Eleştirinin neredeyse öldüğü, akademiye hapsolduğu bir çağda yaşayan bir edebiyatçı olarak sesimi yükseltmek istedim.

Yukarıdaki soruyla bağlantılı bir soru daha sormak isteriz. Romancı, denemeci Oylum Yılmaz için yazı, yazmak neyi ifade ediyor? Niçin yazıyor Oylum Yılmaz?

Yıllar içinde pek çok kez bu soruya farklı zamanlarda cevap verdim ve cevabım hiç değişmedi. Dünyayı değiştirmek için yazıyorum. Çünkü dünyanın dille ve hikâye anlatma biçimlerimizle şekillendiğini, değişimin de önce ve evvela buradan geleceğini düşünüyorum. Her yazarın politik ve sanatsal bir meselesi olmalı ancak içten gelen ilham, güç, yetenek, ışıltı ne derseniz deyin, bunlarla birleşebilmeli.

Diğer yandan gündelik bir yaşama pratiği olarak yazmak sizin için ne ifade ediyor diye sorarsanız, okumasaydım ve yazmasaydım sıkıntıdan ölürdüm herhalde. 

Yaratıcılıkla yalnızlık arasında hep bir bağ kurulur. Bu bağ özgürlükle yalnızlık arasında da geçerli görülür. Özgürlüğe ulaşmak için yalnızlığı tecrübe etmenin gereği vurgulanır. Bir kadın olarak, bir kadın yazar olarak bu hususta ne düşünüyorsunuz? Kadın kendisine çizilmiş toplumsal rollerden arınıp yalnızlığı tecrübe ederek özgürlüğe ulaşabilir mi?

Bu çok bireysel gibi görünen ancak son derece politik ve sınıfsal bir soru her şeyden önce. Üstelik sadece kadın için değil, tüm insanlık için de sorulabilir ve cevap yine tüm insanlığı kapsayacaktır. Toplumu yaratan ya da toplumun yarattığı ayrıcalıklı sınıfları, cinsel kimlikleri, rolleri bir yana koyup geri kalanlarımızın bunlara rağmen nasıl özgürleşeceğini düşünmemiz gerekiyor elbette. Evlenmemek, aileden çıkmak, aile kurmamak, düzenli bir işe girmemek, yalnızlığı tercih etmek, alıp başını doğaya gitmek vs. elbette bunlar bireysel bir özgürlük hikâyesi olabilir. Ancak büyük kalabalıklar için özgürlüğün ve kurtuluşun yolu toplum içinde bu türden özgürleşme alanlarının ayrıcalıklı kesimlerin tekelinden çıkarılmasından, dolayısıyla da örgütlü mücadeleden geçiyor. Bu noktada da başı her zaman edebiyat ehli, düşünen ve okuyan ve yazan insanlar çeker.

Kadın özgürleşmesi de kolektif bir hareket ve mücadeledir ki dediğim gibi tek başına atılan adımlar kişisel bir başarı, kişisel bir deneyimin ötesinde ayrıcalıklı olmayan kesimlere umut ve güç vermelidir. Diğer yandan yaratıcılık ve yalnızlık arasındaki bağa gelince, mutlak yalnızlık hem bir hayal hem bir korkudur. Ancak gündelik hayatın sorumluluklarından, zamanınıza, bedeninize hükmeden toplumsal gerekliliklerden kurtulmak tartışılmaz bir şekilde yaratıcılığın önünü açar.  Kısacası sanatçının, edebiyatçının yaratım sürecinde yalnızlığı aradığı doğrudur. Toplumunsa kadını yalnızlıkta ve yaratımda, yalnız ve rahat bırakmadığı kadar doğru…

Kitabınız içinde Latife Tekin’in olduğu denemeyle başlıyor. Latife Tekin’le ilgili neler söylersiniz? Tekin edebiyatımıza ne getirdi? Ya da Latife Tekin deyince neler geliyor aklınıza?

Latife Tekin benim için bir büyücüdür her şeyden önce. Bundan birkaç sene önce denemeler kaleme almak istediğimi ancak nereden başlamam gerektiğini bilmediğimi onunla paylaştığımda, Doğa Yürüyüşleri’ni seçmem gerektiğini söylemişti bana.

Bir büyücüdür diyorum çünkü edebiyata dair aklı, sezgileri en güçlü yazarlarımızdan biridir benim için. Diğer yandan onunla kurduğum kişisel ilişkinin, bağın ötesinde edebiyatımızda hikayeden çıkıp imgeye varmak isteyen, imgenin peşine düşen nadir, nadide edebiyatçılarımızdan biridir. Üstelik bunu kulakta çınladığı gibi çok sofistike, çok üstenci bir yerden değil, yoksulları, yoksulluğu merkeze alarak yapar. Özgündür, kendine özgüdür ancak edebiyata yön verecek kadar da etki alanı çok geniştir. Çok yaşasın.

Denemelerinizde İngiliz edebiyatının ünlü romancılarından üç kadın kardeş (Charlotte Brontë, Emily Brontë, Anne Brontë)’den Charlotte Brontë, Emily Brontë’nin kitaplarını derinlemesine inceliyorsunuz. Bunun sebebi nedir? İngiltere’nin doğasının ve bu yazarların kadın olmasının bu incelemeye etkisi var mı?

Bronte kardeşlerin bu iki romanı beni hem bir okur hem bir yazar hem de bir edebiyat eleştirmeni olarak derinden etkiler. Ancak Doğa Yürüyüşleri’ni sadece beni etkileyen metinler üzerinden yazmadım elbette. Bu yazarların ve yazdıklarının denemelerime konu olmalarının sebebi doğayla ve insan doğasıyla kurdukları olağanüstü ilişki biçimiydi her şeyden önce.

Diğer yandan da birer kadın yazar olarak kendi zamanlarını aşma yetenekleri ve inatları duruyordu. Zamanını aşan, çok anlamlı, çok katmanlı romanlardır Uğultulu Tepeler ile Jane Eyre ve onları okuyup da ilişki kuramayacak bir okur yoktur.

Kadın bir yazar olarak kadının hem toplumdaki hem edebiyattaki yeriyle yakından ilgilisiniz. Kitabınızdaki bütün denemelerde satır aralarında kadın konusundaki düşüncelerinizi, tartışmalarını yakalayabiliyoruz. Bunların yanında kitabınızdaki üçüncü denemede Charlotte Brontë’nin “Jane Eyre” romanı üzerinden kadın kavramını derinlemesine dile getiriyorsunuz. Doğa ve kadın bu denemenin baskın kavramları aslında. Egemen eril dili, edebiyatın eril dilini, edebiyattaki kadın imgesini sorguluyorsunuz. Eril dilin silikleştirdiği, kadına sınırların konulduğu dünyamızda bir benliğe sahip, bağımsız, bilgi ve bilgeliyi arayan bir kadın tasavvurunu gündeme getiriyorsunuz. Bu nasıl olacak? Neler düşünüyorsunuz? Doğayla kadın arasındaki ilişkiye de değinir misiniz?

Nurdan Gürbilek’in dediği gibi bir edebi anne tasavvuru bu. Edebiyatın eril tarafında durmayanların aradığı bir imge. Edebi bir anne, belki bir büyücü, bir cadı ve bilim insanı…

Yoksulların, ezilenlerin, cinsel ve etnik kimliği nedeniyle ayrımcılığa uğrayanların, çocukların, engelleri olanların sesi. Yani edebiyatın kendisinden bahsediyorum aslında. 

Kitabınızda “Edebiyat doğanın dili olabilir mi?” diye bir soru soruyorsunuz. Burada doğa derken neyi kastediyorsunuz? Nasıl bir doğa ve dil? Sizce olabilir mi edebiyat doğanın dili?

Bunu çok merak ediyorum ve ben de kendi kendime hep soruyorum. Bu belki de bir hayalden ibaret. Ancak bu hayali dile getirerek, yazarak, düşünerek, tartışarak büyütmek, yaşatmak mümkün. Ve kim bilir bir gün, gerçekleştirmek.

İnsan, dünyada kendisi dışında bir bilinç, bir dil kurmalı. Bunu yapamazsak, o bulamadığımız dil ve bilinç bizi yutacak çünkü.   

Kitabınızdaki dikkat çeken denemelerden bir de Halikarnas Balıkçısı’nın derinlemesine ele alındığı ikinci deneme. Bodrum’la Halikarnas Balıkçısı bütünleşmiş bir durumda. Siz bu bütünleşme hakkında neler düşünüyorsunuz? Halikarnas Balıkçısı ne yaptı da Bodrum’la bütünleşti?

Halikarnas Balıkçısı‘nı nadide kılan iki özelliği var. Biri edebiyatçının mekânla kurduğu ilişki bağlamında, mekânı hem doğuran hem de o mekânın doğurduğu bir dil, bir varlık olarak yeniden hayat bulmuş olması. Diğeri ise düşündüğü gibi yaşayan bir insan imgesinde Cevat Şakir’in Halikarnas Balıkçısı’na dönüşümü. Gerçek, doğrudan, samimi ve kesinlikle olağanüstü.

Onun yazdıklarına ve yaşadıklarına baktıkça bugünün yazarlarının (kendimi de içlerine katarak söylüyorum) anlata anlata bitiremedikleri “kahramanın yolculuğu” izleğinin gerçek birer örneği olduğunu görüyoruz. Bugünün yazarı,  yazarlık kariyerinin peşine düşmektense, kendi yolunun peşine düşmeli. 

“Doğa Yürüyüşleri” ülkemizdeki betonlaşma, bağların bahçelerin yok edilip her yerin betona, asfalta dönüşmesi gerçeğini bir kez daha hatırlattı. Ülkenin her yeri şantiyeye dönüştü adeta. Doğa talan edilmiş durumda. Yürüyüşe çıkacağımız bir doğa kalmayacak sanırım. Neler düşünüyorsunuz bu hususta? Neler söylersiniz?

Doğa üzerine düşünmenin pastoral ya da romantik bir hevesin ötesinde, son derece politik bir şey olduğunun altını çizmek istiyorum tam burada. Doğayla insanlık arasında bir savaş var, insanlık güçlendikçe savaşın verdiği tahribat artıyor ancak bu savaşın kaybedeni her zaman biz oluyoruz.

Emily Jane Brontë’nin Uğultulu Tepeler romanını ele aldığınız denemede “’Emily Jane Brontë’nin en büyük dehası insanı aynı anda hem iyi hem kötü olarak gösterebilmesinde değildir ama, burada bir yanılgıya düşmek kolaydır; hayır, iyi ve kötünün iç içeliğinde değil, sır, çocukluğumuzdadır.” diyorsunuz. Nedir çocukluk? Çocuklukta yaşanan iyi yada kötü şeyler bir ömür boyu etkiler mi insanı? Neler söylersiniz?

Bu noktada psikolojik genellemeler batağına saplanmadan cevap vermek isterim. Uğultulu Tepeler bir cehennemdir, aile cehennemi, aşk cehennemi, evlilik ve miras ilişkileri cehennemi, işçi-patron ilişkisi cehennemi. Ama en önemlisi doğa ve insan arasındaki kopukluğun daha çocukluktan başlayarak insan üzerinde yarattığı öfkenin, hayal kırıklığının, çaresizliğin cehennemidir.

Emily Bronte doğaya bakar ve orada insan-doğa ayrışmasının sonsuz çaresizliğini, devasızlığını görür. Buna karşı bir ilacı, bir reçetesi, umudu da yoktur. Romans gibi görünen son derece sert bu metnin acısı çocukluktadır, acısını çocukluktan çıkarır.

Son olarak neler söylersiniz? 

Bu derinlikli, deyim yerindeyse, sıkı sorular için çok teşekkür ediyorum.

Biz teşekkür ederiz.

Muaz ERGÜ

Oylum YILMAZ

    • Yazar ve edebiyat eleştirmeni.
    • İstanbul, Büyükada’da doğdu.
    • Büyükada İlkokulu ve İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunu.
    • İlk olarak Radikal Cumartesi ve Radikal İki’de çalıştı, Radikal Kitap Eki’nin editörlüğünü yaptı.
    • Referans/Birgün gibi gazeteler, çeşitli dergiler ve siteler için kültür/sanat/edebiyat sayfaları, edebiyat köşeleri hazırladı.
    • Çeşitli yayınevlerinde serbest olarak editörlük yaptı.
    • Sekiz yıl boyunca düzenli olarak Sabitfikir dergisi için Şahane Bir Kitap ve Fikri Sabit köşelerini kaleme aldı.
    • 2020 yılında Londra’da, bir edebiyat ve içerik üretim platformu olarak Kultura Litera’yı kurdu.
    • İlk romanı, Cadı 2012 (İletişim Yayınları)
    • Duygu Asena Roman Ödülü’ne layık görülen ikinci romanı, Gerçek Hayat 2017 (İletişim Yayınları).
    • Üçüncü romanı Ağaçların Rüyası 2023 (Doğan Kitap)
    • Deneme kitabı Doğa Yürüyüşleri 2025 (Doğan Kitap)
    • E-Kitapları: Şahane Bir Kitap (2012) ve Fikri Sabit Yazıları (2012).

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir