2021’de yayımlanan “Beni Hatırla” romanınızdan sonra geçtiğimiz aylarda “Kara Kışın Gün Işığı” adlı öykü kitabınız raflarda yerini aldı. Hem roman hem öykü yazarı Başar Yılmaz için yazmak ne ifade ediyor? Yazmaya nasıl başladınız ve neden yazıyorsunuz?
Yazmak, benim adıma bir çözüm yolu; çare yani. Bu tanımın “kaçış” olarak hissedilmesinden korkarım; bilakis bazı şeylerin üstüne gitmek denebilir. Edebiyat benim için bir mevzi. Hayata gerçek manada atılan o ilk adımdan itibaren en basit dertlerle başlayan ve durmaksızın çoğalan o çekişmenin ortasında elimde tuttuğum bir kılıç. Huzursuzluğumla burun buruna geldiğim o ilk gençlik zamanlarında kınından çıktı, gerisin geri de girmedi bir daha.
“Kara Kışın Gün Işığı” ilgi çekici bir ad. İçinde tezatlık barındırıyor. Aynı zamanda öykü adlarınız da dikkat çekici: “Mutluluktan Öleceğiz”, “Sağır Pencere”, “Hiç Yaşanmamış Gibi”… Kitap adındaki tezatlık öykü adlarında da kendini gösteriyor. Neler söylersiniz kitap ve öykü adları için?
Hikâye çoğunlukla ismiyle vücut bulmaya başlar bende. İsmin, metnini ana kucağı gibi sarmasını isterim. Sahiplenen, koruyan, yatıştırıcı ve bütünleştirici bir kimyadan söz ediyorum. Mutlaka merak uyandırmalı veya çarpıcı olmalı denildiğinde o kimya bozulabilir.
“Gün Işığı” benim sözlüğümde, hayat veren, aydınlatan, sıcaklık katandır. Saflık, beyazlık, maviliktir. Umut ve beklenendir. İsmini verdiği bu kitabın barındırdığı her bir hikâyede bu tefsirin bağrında konuşlanan başka başka görüntüler var. Bu farklılık aynı zamanda bir bütünlük peşinde. Anlaşılan tezatlık dediğimiz olgu burada baş gösteriyor ve yansımalar oluşturuyor.
Öykülerinizdeki karakterler, kurgu atmosferi, anlatım teknikleri birbirinden farklı. Aynı zamanda bu kadar farklılığa rağmen yaşananlarla baş etme, her şeye rağmen ayakta kalabilme mücadelesi ortak temalar olarak görülebilir. Ne dersiniz bu tespitlerimizle alakalı?
![]()
Edebiyat, genele yayarsak: sanat, bir duygu veya derdi başka birilerinin daha önce tasarlamadığı bir form ve estetikte yansıtmak için var bana göre.
Karacaoğlan hepimiz adına dört asır önce söylemiş: “Üç derdim var birbirinden seçilmez. Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm.” Sanatın yatağında gezdireceği sular bilindik. O belirginlikten bir başkalık meydana getirebilmekse bir alametifarika. Biricik olabilmek özetle. Yazmanın keyfi de çilesi de bu gayenin kaynağından doğuyor bana göre.
Öykülerinizde hüzün kendini çok hissettiriyor. Cümleler bittikten sonra yoğun bir duygusallık başlıyor içimizde. Kısa hatta tek kelimeden müteşekkil cümleler içimizdeki hüzünle, acıyla tamamlanıyor. Neler söylersiniz metinlerinizin bu yönüyle alakalı?
Bir önceki sorunuzda değindiğiniz üzere öykülerin geneli bir “baş etme” haliyle örülü. Herkesin farklı bir baş etme refleksinin olduğu düşünüldüğünde, bu uğraşın barındırdığı birçok duygu (pişmanlık, yoksunluk, öfke, huzursuzluk…) farklı biçimde ortaya çıkıyor.
Okur, karakterin o ruh halinden bazen belli duygudaşlıklar kurabildiği gibi kimi zaman kendi benliği ile karakterin hislerini veya başvurduğu yöntemleri onaylamayabilir de. Her iki ihtimal de okurun o hikâyeyi sahiplendiğinin göstergesidir bana göre.
Okur, kurgulanmış karakteri gerçek olarak ele almaktan hoşlanır, bunu bekler, hakkıdır bir yerde. Okurun düşünce ve duygularını canlandırmaya başlamak ise yazarın sorumluluğudur. Bu gerçekleştiğinde yazar ve okur arasında o meşhur akit hayat bulmuş demektir: “Yazdıklarıma inandıracağım-Yazdıklarına inanacağım.” Kurmaca gerçek ile okurun kendi gerçeği arasında kurulan bu bağın meyvesidir bahsettiğiniz duygular. Bunu hissettirebilmişsem ne mutlu.
Özellikle “Mutluluktan Öleceğiz” adlı öykünüz hem dil hem öykü havası olarak çok farklı. Bir mektup, bir iç dökme metni… Bu öyküyü okurken geçmiş zamanlarda yazılmış ölçülü, hissiyatı karşıdakine aktarırken utangaç, sımsıcak ama duyguları abartmayan bir metin okuyor gibiyiz. Aşk, tutku, hüzün, vefa, fedakârlık… ama abartmadan, seviye kaybetmeden. Neler söylersiniz bu öyküyle ilgili?
Benim açımdan oldukça özel bir öykü. Başta dil olmak üzere üzerinde titizlikle çalıştığım bir metindi Mutluluktan Öleceğiz. Eski (fakat eskimeyen) edebiyat kuşağımıza bir selam göndermek amacıyla meşhur “Kadıköy Hatay Restoran” efsanesinden yola çıkarak kurgulanmış bir hikâye. Günümüzden bakıldığında melodram olarak addedilebilir belki. Fakat o dönemin ruhunu, dilini taşıyan bir atmosfer yaratmak istedim her şeyden önce.
Şairimizin hayranlık ve tutkusunun biçimlendiği o mesafe, yakın ama bir o kadar da uzak. Yaşanmamışlıklar üzerinden bir temize çekme haline şahit oluyoruz. Bu da bir “baş etme” yöntemi.

Edebiyatın sahip olduğu bir olanaktan da yararlandım. Şöyle ki öyküyü okuyanların çoğu o iç döküşü başta o kadın yazarın karşısında, sonlara doğru ise mezarının başında olduğunu gözünde canlandırırken aslında her ikisi de değil. Öyküde de vurgulanan, gerçek bir gelenek olan, Hatay Restoran’ın anı sayfalarına yazılmış bir metin olarak kaleme aldım.
“Ertelenmiş Bir Cenaze Töreni” adlı öyküde “ıssız ev Hasip İçin kazanç kapısı, Derya içinse otantik bir tur mekânıydı. Ama benim gözümde giderek bir hüzün kumpanyasına dönüşüyordu. Gözümü çevirdiğim her eşya, farklı bir hatırayı çıkarmaya koyulmuştu gömülü oldukları yerden.” Bu cümleleri okuduğumda her insanın eşyaya bakışının ayrı olduğu, eşyaların da bir ruhu olduğu ve bu ruhu herkesin göremediği düşüncesi aklıma geldi. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?
Anılar gibi eşyalar da onlara yüklediğimiz anlamlarla farklı bir boyut kazanıyor, belleğimizde yer ediniyor. Kastettiğiniz ruhu üfleyen bizleriz.
Hayatı ele alış biçimimiz, kodlamalarımız önce duygularımız, sonrasında da belleğimiz vasıtasıyla şekillenip belli bir forma bürünüyor.
Hikâyedeki sandık, o karakterin çocukluğunda önce hayatlarını değiştirebilecek bir mucize iken sonrasında babası ile özdeşleştirdiği bir naaş haline geliyor bahsettiğim perspektifte.
İnsanlık her daim anlam bulmanın ve katmanın peşinde olacak doğası gereği.
“Quasimodo” hem adıyla hem kurgusuyla ilginç bir öykü. İntihar etmeyi düşünürken hayatının ikinci yarısına başlayan Nasip’in öyküsü. İroni, hüzün, dışlanma var… Neler söylersiniz hem öykü ile hem de öykünün adı ile ilgili?
Quasimodo, bildiğiniz üzere Victor Hugo’nun Notre Dame’ın Kamburu romanında Esmeralda’ya âşık kambur, aksak bir zangoç. Fransızca’da bu ismin kelime anlamı tamamlanmamış-eksik adamdır.
Metinlerarasılığın verdiği yetkiye dayanarak ona her açıdan bir hayli benzeyen Nasip’e farklı bir son yazmak istedim. Bir son mu bundan da emin değilim. Bir şans demek daha doğru olur.
Hem gerçek hem de mecazi olarak yere bakarak yaşayan Nasip, bir çan kulesine çıkacak. Diğerlerini görebileceği, diğerlerinin onu görebildiği bir seviyede bangır bangır o çanı çalacak. En azından ona yazılmış bir hikâyede bu şansı hak ediyor.
Kimleri okursunuz Başar Bey? Hangi konularla ilgili kitaplar ilginizi çeker? Sürekli takip erittiğiniz yazar var mı?
Yazmaya yoğunlaştığım dönemlerde okumalarım en çok tez ve makalelerle geçiyor diyebilirim.
Yazdığım döneme ve mekâna göre kurguya katkı sunması veya hataların önüne geçmesi için başvurduğum bu yöntem, sonrasında yazacağım metinlere nüve oluşturması açısından bir alışkanlığa dönüştü. Pek çok ilham edindim; bazı sıkılaşmış düğümleri bu tarz akademik metinlerden edindiğim bilgi ve anekdotlarla çözdüm. Yazma pratiğim içinde bu kurgu dışı okumaların faydası yadsınamaz.
Tarih tutkunuyum diyebilirim. Özellikle 19. ve 20. yy… Halil İnalcık, Oral Sandler, Tanıl Bora, Cemil Koçak, Feroz Ahmad, Mark Mazower, Geert Mak…
Kendi bahçemize dönersek çağdaşlarımı olabildiğince takip etmeye çalışıyorum. Mahir Ünsal Eriş, Barış Bıçakçı, Ömür İklim Demir çağdaş öykücülüğümüzde beğeni ile okuduğum yazarlar.
Kemal Varol, Şule Gürbüz, Hikmet Hükümenoğlu, Arlin Çiçekçi ve Fatih Gezer yeni dönem romancılığımızda hiç düşünmeden sayabileceğim isimlerin başında gelir. Fatih ve Arlin ile dostluğumuz bu cevaba halel getirmesin. Dostluğumuz başlamadan kitaplarımızı okuyup, önce metinlerimizi sevdiğimizi her yerde söyledim 🙂
Melih Cevdet Anday, Orhan Kemal, Adnan Özyalçıner, Selçuk Baran, Yusuf Atılgan, Firuzan, Sabahattin Ali, Tanpınar… Dönüp dönüp okuduğumuz ustalarımız, hazinelerimiz.
![]()
Japon edebiyatını oldukça katmanlı buluyorum. Yukio Mişima ve Osamu Dazai ilk başta sayabileceğim isimler. Delilikle dahilik arasında bir yerde zihinler. Özellikle Mişima’nın hayatı bu tespiti doğrular nitelikte.
Erlend Loe, İskandinav edebiyatına önyargılarımı kırmıştır.
Necib Mahfuz’un Cebelavi Sokağı’nın Çocukları, Maalouf’un Semerkant’ı ve Çehov’un tüm öyküleri Dünya edebiyatı için ulaşılması zor çıtalardır.
Bu konuda sabaha kadar konuşabilirim. En iyisi burada kesmek 🙂
Son olarak neler söylersiniz?
Nazik davetiniz için teşekkür ediyorum. dibace.net’e yayın hayatında başarılar dilerim. Sevgilerimle…
Biz teşekkür ederiz.
Muaz ERGÜ
Başar YILMAZ
-
- 1981’de Balıkesir’de doğdu.
- İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Mezunu.
- Kasım 2021’de ilk romanı “Beni Hatırla” yayımlandı.
- Eskişehir Sanat Derneği’nin düzenlediği Dorlion Öykü Yarışmasında “Babam Öldü mü?” öyküsü ile mansiyon, Karşıyaka Belediyesi’nin düzenlendiği Sancar Maruflu Öykü ve Oyun Yazma Yarışmasında “Pencere” isimli öyküsü ile yarışma birinciliği, Mahal Edebiyat Öykü Yarışması’nda “Âlemin O En Yağmurlu Gecesi” öyküsü ile yarışma birinciliği ödüllerini kazanmıştır. “Âlemin O En Yağmurlu Gecesi” öyküsü, yarışmada derece alan diğer öykülerle beraber oluşturulan öykü antolojisine adını vererek 2022 Eylül ayında Mahal Edebiyat tarafından yayımlandı.
- Kasım 2023’te Kara Kışın Gün Işığı kitabı yayımlandı.
- Öyküleri Litera Edebiyat, Münzevi Sanat, Mahal Edebiyat, Kar Öykü, Yaşam Fanzin gibi edebiyat dergileri ve platformlarında yayımlandı.
- Yaşamını İzmir’de sürdürmektedir.




Son Yorumlar