Yurtçu: “Rüya, Hangi Çekmeceye Koyacağımı Seçemediğim Bir Dünya”

Kitabınızdaki ilk öyküde Müslüm Gürses seven bir karakter var. Sonat Yurtçu Müslüm sever ve dinler mi? Müslüm’ün ifade ettiği anlam hakkında neler söylersiniz?

Arabesk müzikle ilişkim anneannemin mahallesinde maruz kaldığım bir türdü. Bir süre sonra bunu bir kültür olarak öğreniyorsunuz. Ama Müslüm Gürses bir figür haline geldiği için onu kullanmayı tercih ettim.

Ek olarak annem ve ailesi Adana’da oturduğu dönem Müslüm Gürses’le komşularmış. Sanırım aklımda kalmış annemin anlattıkları. Sürekli dinlemiyorum; ama bazı zamanlar anneannemi ve mahalleyi özlediğimde açıp dinliyorum.

Öykülerinizde yaşadığımız hayatın, kültürün ağır eleştirisi söz konusu. Yer yer ironik bir dil de kullanıyorsunuz. Zıt yaşamlar üzerinden insanların ikiyüzlülüğü, sahtekârlığı… Neler söylersiniz?

Bir şeyi yüceltirken diğerini aşağılamak bana rasyonel gelmiyor. Neden buna ihtiyaç duyuyoruz, anlamıyorum. Arabesk müzikte de böyle bir durum söz konusu. Üstüne yazılan kitaplar, anlatılanlar bir yerde işin kültürünü mü, müziğin kendisini mi küçümsüyoruz ve bunu neden yapıyoruz, bilmiyorum. Getirdiği olumsuzlukları bir kenara bırakırsak bunun var olduğunu kabul etmemiz gerekiyor.

Evet, yaşadığım semtte “mış” gibi yapan insanlarla çok oturup kalktım. Bir vakit sonra söyledikleri komik geliyor. Daha gençken sinirleniyordum. Ama şöyle bir uzaktan bakınca masanın etrafındaki herkesin hayatta kalabilmek için riyakârlık yaptığını anlıyorum.

Genelde her öykünüzde karakterlerin rüyaları anlatılıyor. Hatta bir öykünüzün adı “İnşallah Bu Bir Rüyadır”. Neden rüyaya bu kadar yer veriyorsunuz?

Rüyalar mühimdir. Başucumda uyandığımda rüyalarımla ilgili notlar almak için bir defter bulunduruyorum. Sonrasında okuyunca ilginç şeyler ortaya çıkıyor. “İnşallah Bu Bir Rüyadır” aslında rüyadan çok geçmişte yaşadığı politik olayları nostaljik bir şekilde veren bir öykü.

Spoiler vermemek için devamını söylemeyeyim. Burroughs’un “Benim Eğitimim” rüyalarını yazdığı kitabını tavsiye ederim. Rüya, hangi çekmeceye koyacağımı seçemediğim bir dünya.

Günümüzün en trend ilgi alanlarından biri kişisel gelişim. Her yerde kişisel gelişim kaynaklı mesajlar uçuşuyor: Evinizi sevin, kendinizi sevin, evrene pozitif mesajlar gönderin, engelleri aşın, kendinizle barışın… “Aramızdaki Fikret” adlı öykünüzü okuyunca bu kişisel gelişim sloganlarının gerçek hayatta yeri olmadığını görüyoruz. İronik bir dille bu durumu dile getirmişsiniz. Karısının terkettiği, hastanede tek başına yatan, taburcu olup eve gelince aidat isteyen yöneticiye maruz kalan bir adam. Gerçek yaşamla gelişim sloganları arasında hiç kapanmayan bir mesafe mi var? Nedir bu durumlar?

Kişisel gelişimle ilgili değilim. Öykümdeki arabesk müzik gibi maruz kalıyorum. Herkesin hayatını güzelleştirmek için mücadele yöntemleri geliştirdiğini biliyorum; ama vaktiyle Zen Budizmi’ni bize allayıp pullayıp kredi kartına taksitlere bölerek satmalarını komik buluyorum. Herkesin tutunduğu bir dalı var. Demek ki onlar da öyle mutlu oluyorlar.

Kişisel gelişim kalıp olarak kötü bir anlama gelmiyor; ama zaman geçtikçe anlamı değişmiş, içi boşaltılmış. Salonda kişisel gelişimcilerin ya da yaşam koçlarının söylediklerini uygularken akşam sokakta birilerinin küfürlerle kavga ettiğine şahit olmak arasındaki o mesafeyi aşamıyorum.

Toplumsal sorunlara duyarlı bir anlatımınız var. İnsanların karşılaşabileceği sıkıntılar, engeller, olumsuzluklar hem ironik hem de çok sert bir üslupla anlatılıyor. Sizin öykülerinizde yaşanan haksızlıklar karşısında toplumun değer yargıları ve hukuki anlayış haksızlığa uğrayanların yanında durmuyor. Neler söylersiniz bu hususta?

Adil olan nedir? Hukuk nedir? Birçok soru sorabiliriz de karşılığını nerede bulacağız, onu bilmiyorum. Toplum baskısı, devlet baskısı, aile baskısı bitip tükenmeyen bir baskı var. Bu kadar baskı elbette ki direnişi doğuracaktır. Ben de bunu evirip çevirmek yerine, buyurun alın, aslında durum bu dedim. Bunun çözümü öykülerdeki gibi olmasa da yazarak böyle bir adalet sağlamayı tercih ettim. Sanırım kısaca bahsedilmeyecek kadar önemli bir konu.

Aramızdaki Fikret “Yaşamalısın” öyküsüyle başlıyor “O Denli Güzel” öyküsüyle bitiyor. Genel anlamda bütün öykülere karamsar bir hava hâkim olsa da bir çok sıkıntı yaşansa da yine de yaşamak mı diyorsunuz?

Buna direkt kitabın girişindeki Ali Teoman alıntısıyla cevap vereyim: “Yaşamak, her şeye karşın, çok ama çok güzeldi. O denli güzel, o denli güzeldi ki…”

Öyküleriniz ötekileri, dışlanmışları, dışarıda kalmışları, sokakları mesken edinmişleri anlatıyor. Klarnetçi, Santurcu Beyhan… Neden böyle karakterler seçtiniz? Neden ötekilerin öyküleri?

Bunların hepsi öteki olduğu kadar sıradan insanlar. Her gün gördüğümüz ya da görüp unuttuğumuz farkına varamadığımız ötekiler.

Ben onları anlatmasam kimse dışlanmış olduklarını bilmeyecekti. Çünkü aramızdan görünmeden geçip gidiyorlar.

Bir de beyin böyle bir şey gördüğü her şeyi işe yarasın yaramasın kaydediyor. Onlar da benim aklımın bir köşesinde kendilerine yer bulmuş.

Son olarak neler söylersiniz?

Fikret’i dışlamayın, aranıza alın. O da sizin gibi yaşamaya çalışıyor.

Sorular için teşekkür ederim. Selamlar, sevgiler.

Biz teşekkür ederiz.

Muaz ERGÜ

Sonat YURTÇU

    • 1990 yılında İskenderun’da doğdu.
    • 2007 yılında ailesi ile Kıbrıs’a,
    • 2013 yılında tek başına Kadıköy’e taşındı.
    • İlk öyküsü Peyniraltıedebiyatı, ilk şiiri Diri Ozanlar Derneği dergilerinde yayımlandı.
    • Yedi yaşından beri TRT Radyo-3 dinliyor.
    • İstanbul Üniversitesi’nde Felsefe Bölümünü okuyor ve bitirmeyi planlıyor.
    • Fenerbahçe Parkında vakit geçirmeyi ve trenleri seviyor. 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir