‘Sessiz Kuşak’ İle Başladı…
Yılların göz açıp kapayana kadar geçtiği söylenir hep sohbetlerde… Gerçekten zaman su gibi akıp gidiyor. Bu yıl ‘Türkiye’den Almanya’ya İşçi Göçü Anlaşması’nın 60. Yılı… Anlaşma 30 Ekim 1961 imzalanmıştı… Gerçi anlaşma öncesi de sayıları azımsanmayacak kadar Türk, Almanya’ya gitmişti. Göç başlamıştı. Anlaşma da bu düzensiz göçü düzenli hale getirmek amacıyla imzalanmıştı…. Ellerinde tahta bavullarla belirsizliğe yola çıkanların torunlarının çocukları oldu artık… Türkiye nüfusunun yaklaşık yüzde 8’i ülke dışında yaşıyor… Bunlar içinde en kalabalık grup Almanya’da… Almanya’da yaşayan 2,7 milyon Türk veya Türk kökenli yaşıyor… Genel sınıflandırmak gerekirse Türkler artık dört kuşaktır Almanya’da… Türk Dil Kurumu’na göre, aynı dönemlerde yaşayan bireylerin oluşturduğu gruplar kuşak olarak tanımlanıyor…
Almanya’daki ilk kuşağı ‘Sessiz Kuşak’ olarak nitelemek yanlış olmaz… Almanya’ya ilk gelenler… Bunlar genel olarak 1927-1945 arası doğanlar… Maalesef çoğu vefat etti… Bir tarihin tanıklarıydı onlar… Bu kuşağın temel değerleri olarak yönetime saygı, sadakat, çok çalışma gibi değerler gösterilebilir… Taşıdıkları duygu ‘yaşamak için çalışmak’ olarak tarif edilebilir… Anlaşma çerçevesinde ‘misafir işçi’ statüsü ile Almanya’ya gitmeye başlayan bu kuşak zamanla misafir işçi statüsünden çıkarak Almanya’da kalıcı olarak yaşamaya başlarlar. 1961 yılında Almanya’da bulunan Türk sayısı 6.800 iken, bu sayı 1971 yılında yaklaşık 650 bin, 1981 yılında 1.5 milyonu aşar, 1991 yılında ise bu sayı 1.8 milyona ulaşır… Birinci kuşak Türkler, Alman halkı tarafından da merakla karşılanır. Çünkü farklı bir sosyo-kültürel toplumdan gelen bu kuşak farklı din, inanç, dil, geleneklere sahiptir. Almanca da bilmeyen birinci kuşak, işyerinden eve, işçi yurtlarına ve buralardan işyerine gidip gelen, Alman topluma mesafeli bir yaşam içinde hayatlarını devam ettirirler… Bazen bir şeyi anlatmak, kolay gibi gözükse de aslında zordur… Türkiye’den Almanya’ya işgücü göçü de böyle…
Hiç Takdir Görmediler…
30 Ekim 1961’de imzalanan anlaşmayla daha önce Almanya’ya başlayan göç düzene kavuşuyordu… Zaten göç akınını fark eden Almanya daha 15 Temmuz 1961’de, İstanbul’un Tophane semtinde ‘Alman İrtibat Bürosu’nu açmıştı… Büro Almanya’nın ihtiyaç duyduğu iş gücünün seçilmesi ve sevk edilmesinden sorumluydu… Dönemin Akşam gazetesi 26 Temmuz’da aynen şöyle yazıyordu… ‘Şehrimizde kurulmuş olan Alman İş Bulma Kurumu, Batı Almanya’ya işçi sevkiyatına gelecek haftadan itibaren başlayacaktır’ Kabul edilenlere ‘Davet Mektubu’ gönderiliyor, ardından Mecidiyeköy’deki büroda Alman doktorlar çok yönlü muayeneden geçiriyordu… Daha sonra Samatya ve Nişantaşı İşçi Sigortaları Hastaneleri de devreye girecekti… Bu aşamaları geçebilenlere bir çalışma sözleşmesi imzalatılıyor, yolluk olarak bir yiyecek paketi ve iki litre su ile Sirkeci’den trenle Münih’e doğru yola çıkıyorlardı… Türkiye’nin de bu gidenlerle yeterince ilgilendiği söylenemez… Bir yandan 1960’larda siyasi atmosfer, iç politik gelişmeler, diğer yandan ‘Nasılsa geçici gidiyorlar’ düşüncesi hâkimdi… Onlar da bir yandan vatandan, aileden, sevgiliden ayrılmanın derin hüznünü taşıyorlardı ama bir yandan da bir şeyler başarma umudu, coşkusu içindeydi…
‘Türkiye’de Almancı, Almanya’da yabancı’ olan bu ilk kuşak hem Almanya’ya hem de Türkiye’ye çok şey yaptılar… Buna karşılık hakkıyla hiç takdir edilmediler… Halbuki onlar, hem Almanya’nın ‘ekonomik mucize’yi gerçekleştirmesine omuz verdiler… Ama hem de Türkiye’ye de milyarlarla ifade edilecek döviz göndererek toplumsal dengenin korunması için destek verdiler… O dönemler yurtdışında Türkler için yayınlanan ‘Anadolu’ gazetesi 1 Ağustos 1963 günü birinci sayfadan Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in mesajını yayınlıyordu… Gürsel, işçilerin yurtdışında Türk milletini temsil ettiklerini bu nedenle gurbetçilere ciddiyeti ve çalışkanlığı meşale gibi ellerinden tutmalarını tavsiye ediyordu… Ayrıca ‘Avrupa ile Türkiye arasındaki mesafeyi süratle kapatmak için memleket sizden çok şey bekliyor’ diyordu… Herkes onlardan bir şey bekliyordu… Almanya’da çalıştığı firmadaki ustabaşı daha çok çalışmasını, firmaya daha çok kazandırmasını, Türk hükumeti de daha çok ‘Mark’ göndermesini bekliyordu… Onlara ‘iktisadi’ gözle bakılıyordu… Bir de vatanda geride bıraktıklarının geçimi için para göndermesi gerekiyordu… Onların ise bir şey bekleyecek durumları yoktu… Kimseden de birşey beklemediler… Almanya demek çalışmak demekti… Çok çalıştılar, az harcadılar, hep biriktirdiler, vatana gönderdiler… ‘Hele memlekete bir döneyim’ hayaliyle yıllarını geçirdiler… Sadece takdir beklediler… Onu bile görmediler… Artık onların gelecek kuşaklarca anılmasını sağlayacak görkemli bir şeyler yapılmalı… Altmış yıl sonra olsa bile…. Hiçbiri unutulmamalı… Hiç takdir edilemeyen bu sessiz birinci kuşaktan yaşayanlara Allah uzun ömür versin… Vefat edenlerin ruhları şad olsun…
Allahaısmarladık Vatan….
Almanya’ya ‘Misafir işçi’ olarak gideceklerin daha sonra buluştukları ortak mekan Sirkeci Garı’ydı… Hayallarin başladığı yer burasıydı… 3 Kasım 1890’da hizmete giren garı August Carl Friedrich Jasmund isimli Alman mimar tasarlamış… Alman İrtibat Bürosu’nun seçtiği, Alman doktorların Almanya’dan özel getirilen tıbbi cihazlarla kontrol ettiği insanlar, Alman mimarın tasarladığı gardan, çoğu Alman malı trenlere binerek bilinmeyene doğru yola çıkıyorlardı… Alman İrtibat Bürosu aracılığıyla ilk kafilede 68 işçi 3 Kasım 1961 Cuma günü bu gardan gitti… Köln’de Ford fabrikasına gittiler… ‘Wirtschaftswunder’e (ekonomi mucizesi) omuz verenlerin yola çıkış noktasıydı… ‘Allahaısmarladık Vatan’ dedikleri yerdi… İstanbul- Münih seferini yapan İstanbul Ekspresi her gün saat 14:30’da hareket ediyordu… Tarifeye göre 50 saat sonra 09:12’de Münih Garı’nda 11. Peron’da olması gerekiyordu… Ama çoğu zaman on saati aşkın rötar yapıyordu… Alman İrtibat Bürosu, gönderdiği her işçi için Alman işverenden 100 Mark bilet ücreti alıyordu… Ayrıca 50 Mark da işlem parası… Her gün tren kalkışında gar anababa günü oluyordu… Hareket eden tren gözden kaybolduktan sonrada müthiş bir sessizliğe gömülüyordü… Hüzün, sıla, hasret, özlem gibi ne kadar kelime varsa harman oluyordu… Garlar kavuşmanın, ayrılığın, tedirginliğin, umudun ve heyecanın birbirine karıştığı yerler değilmi zaten… Halkalı’ya kadar elektrikli lokomotifin çektiği tren, Filibe’ye kadar kömürlü lokomotifle gider… Bazen dizel, bazen elektrikli lokomotifle Rosenbach sınırından Avusturya’va girer… Ardında elektrikli hatta Villach, Salzburg, Rosenheim üzerinden Münih’e varır…
İstanbul Ekspresi’nde 50 saati aşan yolculukta yaşananları, anıları, duyguları Bekir Yıldız’ın dışında kimse yazmadı. 1998’de vefat eden Bekir Yıldız Göçmen Edebiyatı’nın ilk kuşak yazarlarından biridir… 1962-65 arası Heidelberg Matbaa Makineleri fabrikasında çalışır… Bekir Yıldız’ın 1966’da yazdığı ‘Türkler Almanya’da’ romanını tavsiye ederim… Almanya’daki göçmen yazınının bilinen ilk eseridir denebilir… İlk kuşak yazarlardan Habib Bektaş da trenin Münih Garı’na girişini şöyle anlatıyordu… ‘Münih tren istasyonu puslu bir Mayıs sabahını yaşıyordu. İstasyona yanaşan treninin pencerelerinden bakanlar perondaki insanlara korkuyla bakıyorlardı. Bildik bir yüz arar gibiydiler, bildik bir bakış, korkuyu öteleyecek. Oysa perondaki kalabalık alabildiğine yabancıydı. Kimileri ‘İşte, geldik’ diyorlardı perondaki insanlarınn anlamadığı bir dilde. İçlerinden en genci Selim’di. Bir yere varmak, orada bir bekleyenin varsa varmaktı. Oysa orada, Münih istasyonunda Selim’i kimse beklemiyordu.’ Onlara ‘Misafir işçi’ denildi… Göçmenliğe giden yola çıktıklarını bilmiyorlardı. Ne Almanya’nın ne de Türkiye’nin politikacıları, sosyologları, bilim insanları bilmiyorlardı bu insanların yollarının nereye çıkacağını…. Çetin bir yola çıkmışlardı… Bugünlere gelindi… Aradan 60 yıl geçti…
Tarihin Tanığı Tahta Bavullar …
Geçen Pazar kaldığım yerden devam ediyorum… Her gün Sirkeci’den kalkan İstanbul Ekspresi, Münih’te 11 nolu perona girerdi… Burası Türkiye’den trenle gelenlerin Almanya’da ilk ayak bastıkları yer… Bavullarını sımsıkı tutarak inerler, üç güne yakın yolculuk yaptıkları trene dönüp bakarlardı son kez… Onlar için artık yeni bir hayat başlıyordu… Birkaç parça kıyafet, belki iğne oyalı bir havlu, eşi ve çocuğuyla çerçeveli fotoğraftır ellerindeki tahta bavullara konulan… Tahta bavulu sevmek, değerini bilmek, geçmişe olan saygıdır… Tahta bavul gurbetin sembolüdür, tarihin tanığıdır… 11. Peron de sembol bir yer… İtalya, Yugoslavya, Yunanistan ve Türkiye’den işçileri taşıyan trenler bu perona yanaşıyordu… İtalyanlar buraya ‘Binario della Speranza’ yani ‘Umut Peronu’ adını vermişler… Bazen günde bin işçi geliyordu… Bu peron seçilmişti. Çünkü hemen altında bir sığınak vardı… Gelenlerin elde bavulla ortalıkta dolaşması istenmiyordu… Köle ticareti veya ikinci dünya dünya savaşında zorla çalıştırılanları çağrıştırma endişesi vardı… Hemen bu sığınağa yönlendiriliyordu… Alman Çalışma Dairesi, sığınağı elden geçirip gelenlerin dinlenmelerine tahsis etmişti… Merkezi Nürnberg’deki Çalışma Dairesi’nin garda üç odalı üç teleksli dış bürosunda yaklaşık 25 görevli çalışıyordu… Kurt Spennesberger de görevlilerden biriydi… Trende görevli olarak birkaç kez İstanbul’a da gidip gelmiş… Kırık dökük Türkçe öğrenmiş… ‘Gelenler şehre dağılmadan hemen sığınağa indiriliyor… Bir iki saat dinleniyorlar… Onlara bir kağıt torbada iki ekmekçik, bir parça peynir, salam, iki muz, orta büyüklükte pakette kek veya büskivi, çikolata veriliyordu… İsteyen süzme kahve içebiliyordu… Daha sonra gidecekleri kente göre trenlere bindiriyorduk… Batı Berlin’e gidecekleri ise havaalanına götürüp BEA, PanAm veya Air France uçaklarına bindiriyorduk’ diyor… Hemen gidemeyenler için ranzalı 50 yatak varmış sığınakta… ‘İşçi alımının durduğu 1973’e kadar çalıştım’ diyor…
Alman yönetmen Christine Umpfenbach ‘11. Peron’ adıyla bir eseri sahneledi… Kendisi 1951 Münih doğumluydu… Eser 2010 Haziran’da sahnelendi… 11. Peron’un altındaki sığınakta… Reji asistanı Pınar Karabulut’tu… Nilgün Dikmen, Adalet Günel, Ethem Koçer, Makbule Kurnaz ve Faruk Önder Sirkeci ve Münih Garı’nda yaşadıklarını, duygularını anlattı… Oyunda Türk tercüman rolünü o günleri yaşayan Remzi Özbay canlandırdı. Bayan Günel ‘Cennet bekliyordum, sığınakla karşılaştım. Şok oldum’ diyor… Göç bir gerçek, oyuncular gerçek, mekan da gerçek… Elinde bavul trenden inenler biraz para biriktirip döneceğini düşünüyordu… Alman hükümeti de, Türkiye de öyle düşünüyordu… Kimsenin düşünemediğini düşünen biri vardı ama… O yıllar İstanbul’daki Alman İrtibat Bürosu Müdürü Theodor Marquard… Akın akın Almanya’ya gönderdiklerine bakıp aynen şöyle demiş… ‘Sanmayın ki gidenler geri dönecekler. Birçokları Almanya’da yeni bir hayat kuracaklar, kök salacaklar ve vatanlarını sadece misafir olarak ziyaret edecekler..’ Sosyologların, siyasetçilerin, tarihçilerin öngöremediğini üç cümlede özetlemiş… Zaman hızlı akıyor… 60 yıl oldu bile…
Halit ÇELİKBUDAK
Son Yorumlar