“…Neyi bekliyoruz böyle toplanmış Pazar yerine/ bugün barbarlar
geliyormuş buraya/ neden hiç kıpırtı yok senatoda/ senatörler
neden yasa yapmadan oturuyorlar? /çünkü barbarlar geliyormuş
bugün /senatörler neden yasa yapsınlar/ barbarlar geldi
mi bir kez, yasaları onlar yapacaklar/
Neden böyle erken kalkmış imparatorumuz?/şehrin en büyük
kapısında neden kurulmuş tahtına? başında tacı törene hazır/
çünkü barbarlar geliyormuş bugün /onların başbuğunu karşılamaya
çıkmış imparatorumuz/ birde koca ferman hazırlatmış/
ona rütbeler, ayrıcalıklar bağışlayan/..ünlü konuşmacılarımız
nerde peki/ neden her zaman ki gibi söylev çekmiyorlar? Çünkü
barbarlar geliyormuş bugün/ onlar pek aldırmazmış güzel sözlere/…
nedir bu beklenmedik şaşkınlık,
bu kargaşa/ (nasılda asıldı yüzü herkesin)/ neden böyle hızla
boşalıyor sokaklar, alanlar/ neden herkes dalgın dönüyor evine?
/çünkü hava karardı barbarlar gelmedi/ sınır boyundan dönen
habercilere göre /barbarlar diye kimseler yokmuş artık /peki biz
ne yapacağız şimdi barbarlar olmadan? /bir çeşit çözümdü onlar
sorunlarımıza…/”
(Kavafis, Barbarları Beklerken)
Bay Michel Tournier,
Alman şair-filozof Goethe’nin aynı isimli ünlü balad’ından mülhem bu alegorik romanınız, Nazizme farklı bir bakış sunuyor. Otorite, saf kan, ari ırk, seçkinlik; son derece erkeksi ve sert görünen faşizmin, esasta ‘naif, efemine, körpe bir oğlan çocuğu’ imgesi üzerinden tam tersi bir durumun maskesi olduğu tezine yabancı değiliz. W. Reich’in ‘Faşizmin kitle ruhu anlayışı’nda ya da Salvador Dali’nin ‘makyajlı, işveli’ Hitler resimlerinde betimlenen Nazizm’le pasif eşcinsellik arasında paralellik kurma yaklaşımı, belki nefretin duygusallığını taşıyor fakat gerçeklik payı da yok değil. Goethe’nin ‘Kızılağaçlar Kralı’ isimli baladı, ‘bir babanın kucağından oğlunu kapan doğaüstü çocuk avcısı bir dev’i simgeler. Bu simgeden yola çıkarak kurgulanan romanınızda, II. Dünya savaşından hemen önce sıradan ama düş gücü yoğun bir Fransız olan Abel Tiffauges’in şahsında Nazizm’le ironik ama bir o kadar sert bir mesafeden hesaplaşma serüveni başlar. Oldukça karmaşık imgeler, semboller, metaforlarla seyreden bu serüven, Abel’in Almanlara esir düşmesi ve Prusya’da bir esir kampında Hitler’e adanan körpe erkek çocukların ailelerinden toplanarak Nazizm’e hazırlanışına tanıklık edişiyle sürer. Abel, Habil’den geliyor ve göçebeliği simgeliyor. Roman kahramanı her tür otoriteye ve kuruma keskin eleştirileriyle mesafe koymuş bir ‘göçebe kimlik’, Nazizm ise onun karşıtı, yani Kabil; yerleşiklik ve üstünlük. Paris’teki tamirhanesinden Prusya ormanlarındaki esaretine uzanan serüven boyunca Abel, ‘ürkünç yazılar’ adını taktığı küçük notlar tutuyor. Örneğin, faşizme, savaşa, otoriteye ve Nazi yöneticilerine dönük öfkesini onlar kadar ürkünç cümlelere döküyor;
“…6 Mayıs 1938. Bugün bütün gazetelerin ilk sayfalarında çarşaf çarşaf yeni bakanlar kurulu üyelerinin fotoğrafları var. Bir ipten, kazıktan kurtulmuşlar sergisi sanki! Daha önceleri de başka ‘düzenlemeler’de
en az yirmi kez hayran hayran seyretme fırsatı bulduğumuz bu yirmi iki suratta adilik, alçaklık ve aptallık farklı biçimlerde canlanmışlar. İçlerinden çoğu zaten aynı bakanlıkta kalmışlar. Bir ‘Ürkünç Anayasa’ tasarlaman gerek. Giriş bölümü şu altı öneriyi içermeli:
1. Azizlik, tek başına yaşayan, bedensel erkten yoksun olan bireye özgü bir niteliktir.
2. Buna karşın, siyasal erk tümüyle Mammon’dan gelir. Siyasal erkle donanmış olanlar, toplumdaki bütün haksızlıklardan, her gün toplum adına işlenen bütün suçlardan sorumludurlar. Bunun için bir ulusun en büyük suçlusu siyasal sıralamada en tepede bulunanı, yani Cumhurbaşkanıdır; Ondan sonra, bakanlar gelir, onlardan sonra da toplum bünyesindeki tüm yetkililer, her biri Mammon’un hizmetinde olan, her biri Kurulu Düzen denen çamurlu magmanın canlı simgesi, her biri tepeden tırnağa kana bulanmış olan hukukçular, generaller, din adamları…
3. Bu korkunç görevlere kesin uyum gösterecek kurumlar oluşturulur. Mesleklerin en aşağılığının gereklerini layıkıyla yerine getirmek için, tersine uygulanan bir işlemle ve büyük bir titizlikle, ulusun içinde bulunabilecek en beter pislikten damıtılmış sütü bozuk çalışma birimleri kurulur. Bir bakanlar kurulu, bir piskoposlar yüksek kurulu toplantısından, en üst düzeydeki tüm uluslararası konferanslardan, en pespaye akbabaları bile kaçırtan bir leş kokusunun yayıldığı kanıtlarla saptanmıştır. Daha alt düzeydeyse, yönetim kurulları, genelkurmaylar, tüm kurulu düzen örgütlerinin toplantıları, orta derecede dürüst bir adamın bile katılmaktan utanç duyacağı rezil yerlerdir.
4. Bir kişi, kendini yasanın üzerinde saydığı anda yasadışı kalır ve aynı nedenle yasanın korumasından çıkar. Bu nedenle, bir hamamböceğinin ya da bir bitin yaşamı, herhangi bir erki başkalarına uygulayan bir kişinin yaşamından daha değerlidir. Milletvekilliği dokunulmazlığına iyicil bir tersyüz etme uygulanmalı ve bu uygulama her vatandaşa, tüfeğinin namlusuna rastgelen her politikacıya, av belgesi gerekmeksizin ateş etme hakkı vermelidir. Bu yolda her siyasal cinayet, Meryem Ana ile cennetteki melekleri mutluluktan gülümseten bir tinsel sağlık hizmetidir.
5. 1875 anayasasına bir madde eklenmesi uygun olacaktır. Buna göre, düşürülen bir hükümetin tüm üyeleri yargılanmadan hemen kurşuna dizilmelidir. Ulusun artık güvenmediği insanların, ellerini kollarını sallaya sallaya evlerine dönmeleri, bir de üstelik kuşkulu bir iflasla perdahlanmış siyasal yaşamlarını sürdürme hakkına sahip olmaları düşünülemez. Bu düzenlemenin üç olumlu sonucu olacaktır: Ulusun bu kokuşmuş kanlı irinini yok etmek; aynı kellelerin durmadan her yeni hükümette karşımıza çıkagelmelerini önlemek ve siyasal yaşama en çok gereksindiği şeyi, ciddiliği getirmek.
6. Kendi isteğiyle herhangi bir üniformayı giyen herkes, bunu yapmakla kendisini Mammon’un, yani haksız zenginlik cininin kapıkulu olarak betimlediğini kabullenmeli, dolayısıyla da namuslu insanların her an kendisinden öç alabilme haklarını kullanabileceklerini bilmelidir. Yasa, aynasızları, papazları, park bekçilerini, hatta akademi üyelerini, her mevsim avlanabilecek leş gibi kokan hayvanlar arasında saymalıdır…” “… 13 Mayıs 1938. İyicil tersyüz etme. Bu işlem, daha önce kötücül tersyüz etmeyle tersine çevrilmiş değerlerin yeniden gerçek değerlerine kavuşturulmaları demektir. Dünyanın sahibi olan şeytan, buyruğundaki sürüyle hükümetler, yüksek görevlerdeki devlet memurları, din adamları, generaller ve polislerin yardımıyla, Tanrı’nın karşısına bir ayna tutmuş. Bunu yapınca da sağ sola dönüşmüş, sol da sağa, iyiliğin adı kötülük olmuş, kötülüğün adıysa iyilik… Karanlıklar Prensi’nin, yani şeytanın muziplikleri denilebilecek böyle gülünç şeyler olmadan şeytansı hiçbir şey olmaz… Savaş, gün ortasında Mammon’un yönettiği kara bir törenden başka bir şey değildir…

Not: Arılık düşüncesi, en bilinen ve en öldürücü kötücül tersyüz edilmelerin birinden doğmuştur. Arılık, masumluk durumunun kötücül tersyüz edilmesidir. Masumluk, varoluşu sevme, göksel ve yersel besinlerin gülümsemeyle kabulü, cehennemsel arılık ya da kirlilikten birini seçebilme olasılığından habersiz oluş demektir. Bu kendiliğinden olan ve sanki doğuştan gelen azizlikten, şeytan, bunun tam tersi olan ve kendisine benzeyen bir maskaralık üretmiştir: arılık saplantısı. Arılık saplantısı, yaşamdan nefrettir, insana kin duymadır, hastalıklı bir hiçlik duygusudur. Kimyada arı bir cisim, tümüyle doğala aykırı bu duruma gelebilmek için vahşice bir işlemden geçirilir. Sırtına arılık şeytanı binmiş insan çevresine yıkım ve ölüm saçar. Dinsel arılaşma, siyasal temizlik, ırkın arılığını koruma gibi pek çok çeşitlemesi vardır bu korkunç izleğin, ancak bunların hepsi, aynı biçimde, hem arılığın hem de cehennemin simgesi olan o ayrıcalıklı araç ateşle işlenen sayısız cinayetle son bulur…”
Bay Tournier,
İyicil ya da kötücül tersyüz etme dediğiniz, ‘görüneni’ ‘göstergesi’ üzerinden tersyüz ederek okuma çabasının bu başarılı edebi ürünündeki yöntem, insanlığın yaşadığı yeni bir kabusu da anlamamıza yardımcı olabilir. Romandaki ifadeyle, “Mutlak erk, onu elinde tutan Tiran’ı çıldırtır. Nedeni ise onu nasıl kullanacağını bilmeyişidir. Sınırsız bir yapabilme erk’i ile sınırlı bir beceri arasındaki dengesizlikten daha büyük gaddarlık olamaz.” Nazizm’in ‘sarışın, güzel, ari ırk” iddiasını tersyüz edince ortaya çıkan ‘körpe oğlan’ alegorisi gibi, bugün de tüm dünyayı kendi gaddarlıklarının esiri yapmaya soyunan ABD-İngiltere- İsrail küresel faşizminin perde arkasına inmemiz gerekiyor. III.Reich’in yani Hitler’in ‘Kutsal roma Cermen İmparatorluğu’ hayalini, bugün ‘Judeo- anglo küresel Roma imparatorluğu’ kurma hevesiyle taklit eden bu yeni Nazi’lerin gerçek yüzü nedir? Demokrasi, serbest piyasa, özgürleştirme gibi kötücül tersyüz edilmiş söylemler yeterince deşifre oldu sanırım. Peki, bunların ötesinde, bir ‘Dünya Hükümeti’ kurmaya kalkan bu yeni fallus özentilerinin gerçek özü, asıl suretleri ne olabilir? Acaba mütemadiyen mutlak ve sınırsız, süper güç olma propagandası yapan bu neo-nazilerin tersyüz edilmiş gerçek halleri, göründüklerinin tersine ‘mutlak bir iktidarsızlık’ olabilir mi? Bunların, sahip oldukları gücü abartarak yarattıkları ‘yenilmez, yıkılmaz, herşeyi kontrol eden Tanrı pozu’nun esasta düşük belli, küçük beyinli ihtirasların örgütlediği iktidar arayışını yansıttığı söylenemez mi? Aslında güçlü, muktedir, mutlak egemen olamayan, ama öyleymiş gibi blöf yapan bu örgütlü çetenin iktidarsızlığı, onlara ‘Tanrı’ gibi değil de oldukları gibi davranılınca büyüsü bozulacak türden bir ‘kral çıplak’ masalına benziyor.
Bay Tuornier,
Biliyorsunuz, bir süredir tüm dünya ‘tek kutuplu dünya’, ‘tek süper güç Amerika’ ve küreselleşme masalı ile uyutulan bir beşiğe dönmüştü. Adeta bir Kızılağaçlar kralı’nın ormanında yaşıyorduk. Goethe’nin dizelerindeki çocuk, tüm uluslar, baba ise devletler konumundaydı sanki;
“Kim bu atlı, rüzgarı geceye katmış giden?
O atlı bir baba; kucağında hasta oğlu,
sımsıkı, sıcacık sarmış onu.
-Neden sakladın oğlum yüzünü?
Nedir korktuğun?
-Bak işte baba, orada kızılağaçlar kralı.
Sırtında pelerini, başında tacı.
-Oğlum sistir senin pelerin sandığın.
-‘Gel tatlı çocuk, gel benimle!
Ne oyunlar oynarız seninle.
Orada, kıyıda ne çiçekler açıyor, bilsen.
Annem altınlar giydirir sana istersen’.
-Baba, baba, duymadın mı hala,
neler diyor kızılağaçlar kralı bana usulca?
-Tamam oğlum, telaşlanma,
bunlar senin kuruntun,
kuru yaprakların hışırtısıdır duyduğun.
-‘Nazlanma körpe oğlan çocuğu, gel benimle.
Katıl bizdeki eğlenceye
Dans eder kızlarım, şarkılar söyler,
bir dediğini iki etmezler’.
-Baba, baba görmedin mi daha,
kızılağaçlar kralının kızlarını kuytuda?
-Gördüm oğlum, gördüm tabii;
yaşlı söğütler birer insan sanki.
-‘Sevdim seni, çekti güzelliğin beni;
Zorla götürürüm sen istemezsen gelmeyi’.
-Babacığım, tuttu, götürüyor beni
kızılağaçlar kralı!Yardım et, çok yakıyor canımı!
Dehşete kapılan baba sürüyor atını hızla,
inleyen çocuk kollarında
Çiftliğe ulaştığında bin bir güçlükle,
oğlu can vermişti bile!..”
Bay Tournier,
Usta yalanların sihirli rakamları, istatistikler, Amerikan ekonomik göstergelerini, silah gücünü, üretim, ihracat, pazarlama oranlarını abarttı. Modern şamanlar olarak medyanın ‘amerikan rüyası’ görmemizdeki başarısı, malum. Bizim gibi ülkelerin, son derece saf ve sadık bir bağımlılık içinde bütün yumurtaları Amerikan sepetine doldurmaktan ibaret dış politikasını söylemeye gerek yok sanırım. Bir de şu, kişisel kaderlerini Amerika’ya ipotek eden körpelerin sergilediği olağanüstü eforu eklemeliyim. Irak, Afganistan işgali ve Gazze katliamlarında ortaya çıkan manzara, kralın çıplak olduğunu gösteriyor; Cephede elde edemediği başarıyı Hiroşima barbarlığı gibi yöntemlerle kapatmaya çalışabilecek karakterde gözü dönmüş bir acizler ve zalimler sürüsü, dünyanın bütün sokaklarında ayağa kalkan muazzam bir insanlık ahlakı ve ‘blöfü gördük’ diyen saklı iradelerin beklenmedik cesaretini alt alta dizip yukarda ki yalanların toplamıyla kıyaslayınca, ilginç bir sonuç çıkıyor: Amerika-İngiltere-İsrail’den oluşan küresel faşizm tanrısı, koca bir yalan ve profesyonel bir blöften ibaret! 18. yüzyılın anarşist filozofları, ‘şiddet yaratıcı bir tutkudur’ diyorlardı. 11 Eylül sonrası Afganistan’a, ardından Irak’a saldırıda somutlaşan ‘İktidarsızlığın şiddet kullanarak teşhiri’, yeni doğumların, yeniden doğumların ebesi olabilir mi acaba? Ne dersiniz, Bay Tournier, kendini seçilmiş zannedenlerin evhamı, seçkin ve üstün zannedenlerin ihtirası, kan ve kılıç üstünlüğüne inananların terörü, bu zalim ve alçak çetenin aptallığı, bize, bizim gibi ülkelere iyicil bir tersyüz etme cesareti hediye edebilir mi? İyi niyetle ve safça sorduğuma bakmayın, gerçeğin çok da ümit verici olmadığını biliyorum. Tabii ki daha alınacak çok mesafe var. Biliyorsunuz, bizim bütün alıcılarımız neredeyse iki yüz yıldır batıya çevrilmiş. Daha doğrusu batı dışı dünyayı unutmuş, tamamen silmişiz. Kendi çevremize dahi ancak batı dolayımıyla ve batı gözlüğüyle bakıyoruz. O derece bağımlı bir köle haline gelmişiz ki, Irak işgalinde 1 Mart tezkeresi reddedilirken, ardından Gazze katliamı sonrası ve en son insani yardım gemilerine yönelik katliam sonrası dahi namlı Amerikancılar ve Amerikancılığını yeni öğrendiklerimiz o kadar acınası bir titreme sesi çıkardılar ki, Amerika’dan kopunca yörüngesinden çıkıp boşluğa düşerek yok olacak bir uzay gemisinde olduğumuzu bize telkin etmeye kalktılar. Demem o ki, bizi hem iliklerimizden korkutmuşlar, hem de öyle bir bağlamışlar ki, Amerika deniz bizde içindeki balık imişiz de haberimiz yok! En kötüsü, bizatihi devletlerimizin bu bağımlılığın mekânı olması. Şimdi, bir fırsat geçti elimize, bağımlılıklardan kopup, bağımsız ve eşit bir taraf olarak düşünme ve davranma fırsatı. Hani insanlar en korktukları şeyle yüzleşince korkularını aşar ya, bize sinmiş bu büyük Amerikan- siyonist korkusunu aşmak için şöyle bir defa onlarla yüzleşmek, karşı karşıya gelmek yeter de artar bile… Batı büyüsü hazır bozulmuşken, bilemiyorum, iyimser olmanın vakti midir, ama bu şer mevsiminden beklenmedik hayırlar çıkabilir diye ümit ediyoruz. Bakarsın yarım kalmış hesaplarımız görülmeye başlanmış, unuttuğumuz hasletlerimiz su yüzüne çıkmış, kendi yörüngemize ve rotamıza yeniden girmişiz. Ne bileyim, şöyle önce devletlûlarımız, mesela Genelkurmayımız topluca Hacı Bayram’da Cuma namazını kılıp, oradan Hacı Bektaş-ı Veliyi ziyarete gitmiş, ardından Diyarbakır’a geçerek ulu camiinde cemaatle hasbihal etmiş olsa… Başörtülü bir öğrenciyle muhabbet edip, ardından bir Cem Törenine katılsa, Kürt köylüleri ile çay içip Kürtçe bir ağıtı birlikte dinlese… Şöyle Taksimde her görüşten milyonların katıldığı ortak “Biz varız ve buradayız” mitingi yapılsa… Sözgelimi her kesimden sanatçılarımız birlikte türküler söyleseler… Asya’dan Latin Amerika’ya, New York sokaklarından Londra, Paris, Berlin varoşlarına selam göndersek… Ve bu manzaraya uygun bir yeni sayfa açsak, anayasa, meclis, seçim kanunu, yeni ekonomik politika, kalkınma ve paylaşma projeleri tartışsak…

Şöyle birbirimizin soyunu sopunu, tipini, yaşam tarzını kurcalamayı bırakıp, emeği, yeteneği, mesleği ile ilgilensek. Ve bir sivil, gerçekten sivil bir irade çıkarsak bu süreçten. Bir demokratik ve adil kamu inşa etsek, başkanlık sistemi benzeri güçlü bir yürütme, yerinden yönetime dayalı idari bir reform ve hepsinden önemlisi, hepsini yapmak için önce namuslu vatansever küskün kadroların elitleştiği bir kan değişimi…
Bay Tournier, kızılağaçlar kralından artık korkmuyoruz. O ‘çocuk kaçıran büyüsü’ artık bozuldu. “Barbarların sorunlarımıza çözüm olmadığı” ortaya çıktı. Tek korkumuz, bu süreçten şu yukarıdaki rüyalarımız yerine, tersyüz olmuş yeni bir faşizmin de çıkabilecek olması. Yine bıçak sırtındayız ve çok az insanın çok basit tercihlerinin kaderimizi belirleyecek olması gibi ironik bir talihsizlik içindeyiz. Onun için ümitlerimizi korumak ve daha yüksek sesle düşünmek ve konuşmak zorundayız. Bizim savaşımız daha yeni başlıyor.
Hoşçakalın…
*Kızılağaçlar Kralı, Michel Tournier, ayrıntı yay., İst, 1996
Ahmet ÖZCAN

Son Yorumlar