Kör Kuyularda Taş Kesilmek

‘Kör kuyularda merdivensiz kalmak’ kimi zaman umutsuzluğu ifade eden bir deyim, kimi zaman bir beddua, kimi zaman da bir dua niyetine dilden dökülüp farklı  anlamlar kazanabilir. Deyim bir iki sözcük eksik haliyle Hasan  Ali Toptaş’ın son romanına isim olmuş. Kasım ayında Everest Yayınları’ndan çıktı roman, Toptaş’ın diğer romanları gibi.

‘Beni Kör Kuyularda’ romanı Hasan Ali Toptaş edebiyatına yeni bir soluk. Toptaş’ın imgesel anlatımının yalın bir Türkçe ile berrak bir su gibi aktığı roman, fantastik bir kurguya dayanıyor görünse de aslında toplumsal bir histeriye -seyir merakı- ve modern toplumun an be an çürüyen ve çürüten bünyesine Güldiyar’ın hikâyesi etrafında bir projektör tutmaktadır.

Mekân bir gecekondu mahallesi. Romanın ana konusu, metropolün kıyısında gibi görünen ama gerçekte şehirden ve şehrin çağrıştırdıklarından fersah fersah ırak olan, köyden -köklerinden- kopmuş olan ama bir türlü şehre daha doğrusu hiçbir yere ait olamamış insanların yokluklar, çaresizlikler, hayaller ve hakikatler arasında adına ‘yaşamak’ dedikleri iradesiz salınımlarıdır…

Babasının bir gün işe giderken unuttuğu sefer tasını iş yerine götüren Güldiyar’ın eve dönüşünde yaşadığı ve roman boyunca hakkında tek kelime öğrenemediğimiz, tamamen hayal  ve anlam dünyamıza havale edilen korkunç olay ile irkiliriz roman boyunca. Yaşadığı korkunç olaydan sonra tek kelime konuşamayan ve gözlerinden yaş yerine taş dökülen Güldiyar, bir anlamda merdivensiz bir kör kuyuya düşmüştür ve bu merdivensiz kör kuyuya düşen sadece Güldiyar da değil, bütün ailesidir. Aslında onlar başından beri kör kuyunun içindedirler de yeni farkına varıyorlardır.

‘Kuyu’ imgesi doğu kültürünün temel imgelerinden biridir. ‘Taş kesilme’ motifinin de aynı şekilde doğu kültür ve mitolojisi içinde yadsınamaz bir yeri mevcuttur. Kuyu öncelikle Yusuf peygamberin kıssasını hatırlatır bize. Kardeşleri tarafından kuyuya atılan sonradan Mısır’a sultan olan Yusuf. Bunun dışında da nice masal ve hikâyede, nice efsanede kuyuya düşen, kuyuya atılan veya kuyuya hapsedilen kahraman çıkar karşımıza. Ama bu masal ve hikayelerdeki kuyu çoğunlukla umudu beraberinde taşıyan bir ana rahmidir. Kahramanı sınayan bir zorlu imtihan mekânıdır. Anlatının sonunda mutlaka kuyudan çıkar kahraman ve onu kuyuya gönderenlerle bir şekilde hesaplaşır. Kuyu ne kadar kör ve derin olursa olsun kuyunun dibindekini gün yüzüne, aydınlığa çıkaracak bir merdiven, bir imkan vardır. Hani bir anlamda yaşamın içinde umut hep vardır. ‘Pandora’nın kutusu’ açılıp cümle kötülük yeryüzüne yayılsa da umut kıpırdamaz yerinden, kalıcıdır kutuda, yani insanın içinde bir yerde kazıtsanız bile sökemeyeceğiniz bir şekilde varlığın kendisi olmuştur. Ama Güldiyar’ın hikâyesinde ‘umut’da yerinde durmamıştır. Bütün kötülüklerle birlikte o da kutudan çıkmış ve arzın büyüklüğü ve bilinmezliği içinde kaybolmuştur. Bir anlamda içindeki kötülükler boşluğa salındıktan sonra umudun üzerine tekrardan kör kilitlerle kapatılmıştır Pandora’nın kutusu.

Roman boyunca bunu arar, bu  umudun peşine düşer okuyucu. Güldiyar’ın ve kızının gözlerinin önünde gün be gün,  an be an taş kesilmesinin trajedisine dayanamayıp ölen annesinin ve bütün bu ağır yükü omuzlarında taşıyıp iki büklüm olmuş, ölen karısının ardından “iyi ki  öldün de düştüğümüz bu çaresizliği görmedin” diyecek noktaya gelmiş, en sonunda da ölen kızının yerine taşlaşan Muzaffer’in kör kuyudaki çırpınışına bir merdiven arar, bir pencere açılsın ister okuyucu. Zaman zaman küçük parıltılar yakalayınca yükselir beklentisi. Sürrealist bir umuda dönüşür. Niçin ve nereye gittiğini bilmediğimiz umutla beklenen oğlu Hüseyin gelsin artık diye hızla çeviririz  sayfaları. Ya da eski çeyiz sandığının  kapağındaki geyikler canlansın da ortalığın tozunu dumana katsın dağıtsın bu kötü tiyatroyu isteriz. Hiç olmazsa  ara sıra sessizliğin içine doğan ince bir  ses olan klarnet sesinin sahibinin, Güldiyar için  “Ben bu evin kızını ta çocukluğumdan beri çok seviyorum, onu görünce benim içimdeki yeşiller dört parmak uzar be ağbi” diyen Cevher’in bir şeyler yapmasını bekler okuyucu. Kimi zaman da evin ve  mahallenin yakınındaki Hüseyin Gazi Türbesi’ne çevrilir bakışlar, ama nafile…

Dikkat edilirse kurulu düzen içindeki sistematikten bir beklentisi yoktur bu dünyanın. Zaten ısrarlı aramalar üzerine eve gelen görevliler hiçbir şey yapmadan geri dönerler. Kızın gözlerinden dökülen taşları görmek için para verip sıraya giren kalabalığa simit satan satıcının tırnaklarının temizliği veya kirliliği daha öncelikli bir mevzudur burada. Zevahiri kurtarmak hakikatin ürkünç yüzüyle karşılaşmaktan daha tercih edilirdir bu diyarda. Korkunun ağır ve kalın perdesinin sımsıkı örttüğü bir başka dünyadır burası. Kimsenin o kalın perdeyi aralamaya cesareti ve niyeti yoktur. Yaşanılanlara ve yaşatılanlara tahammül edemeyen ve bunu bağırarak dile getiren gözü pek bir delikanlının vücudunun her bir parçası farklı yerlerde çöpte bulunur birkaç gün sonra. Çünkü bu durum bir rant çarkına dönmüştür ve bu çarkın durmadan dönmesi gerekmektedir.  

Güldiyar’ın gözlerinden yaş yerine taş döküldüğünün duyulması toplumumuzdaki ‘seyretme hastalığını’ su yüzüne çıkarır. Romanın dikkat çekmek istediği temel konu da bu zaten. Hastalık derecesine varan seyretme huyumuz. Doğu toplumlarının olağanüstülüklere aşırı ilgisi ve seyir merakı. Başlangıçta masum bir merakla başlayan bu durum zamanla bir rant sarmalına dönüşür. Tabi bu rant sarmalının nemalananları, edilgenlikten, sahipsizlikten ve gecekondu kültürü ve gerçekliğinden faydalanan salt kaba kuvvete dayanan masrafsız bir çıkar düzeni kuran mafyatik yapılanmalardır.

Bu düzenin devamlılığını sağlayan korkudur. Korkunun ve gücün karşısında her kes ve her şey taş kesilmiştir. ‘Taş kesilme’ motifinin doğu kültür ve mitolojisi içinde yadsınamaz bir yeri olduğunu ifade etmiştik. Taş kesilme veya taşa çevrilme havsalanın alamayacağı, insan bünyesinin kaldıramayacağı bir korkunun veya dehşetin yansımasıdır mitolojik kültür içinde. Anadolu’nun her köşe bucağında taşa çevrilme veya taş kesilme ile irtibatlandırılan yontular, hikayeler, efsaneler mevcuttur. Bazen ilahi bir cezalandırma biçimi  olarak bazen de dehşetengiz bir duruma verilen tepkisizlik olarak karşımıza çıkar bu motif.

Toptaş’ın romanında da gözlerinden yaş yerine taş dökülen Güldiyar’ın hikâyesi biraz bu mitolojik arketiple bağlantılı gibime geliyor. En azından okuyucunun zihninde evvel emirde bu motif canlanmaktadır. Ama hikâyenin arka planında asıl görmemiz gereken ruhsuzlaşan modern insanın başkasının acılarından rant ve eğlence çıkarabilen sefil yapısıdır. Bu anlamda Güldiyar’ın acısını bir seyirlik oyuna dönüştüren karanlık insanlar ile o oyunun uzak diyarlardan, mahallelerden, beldelerden akın akın gelen sefil izleyicileri arasında bir fark yoktur.

Roman elbette somut bir son sunmaz okuyucuya. Zaten bu Toptaş’ın tarzına da bu kısır döngünün doğasına da aykırıdır. Rant çarkı ve seyir merakı yeni durumlara hızlı bir uyumla  evrilir anında. Sürgit devam eder bu devran. Yaşanılan acıya artık direnç gösteremeyen Güldiyar’ın küçücük bedeni evden çıkarıldığında avluda birikmiş meraklı kalabalığın seyir iştahını adeta taşa dönmüş bir halde kızının yatağına bakan ve onu hâlâ orada gördüğüne inanılan babası karşılayacaktır artık.

Romanın dili ile ilgili olarak veya genel olarak Hasan Ali Toptaş’ın roman dili ile ilgili olarak Almanya’nın önemli gazetelerinden “Frankfurter Allgemenie Zeitung” den alınan  kitabın kapağındaki şu satırları yinelemek yeterince kuşatıcıdır zaten, “Sadece Hasan Ali Toptaş okumak için bile Türkçe öğrenmeye değer.”

Fadıl KARLIDAĞ

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir