1.
Allah’a sımsıkı bağlı iki Rönesans hümanisti: Stefan Zweig ve Bediüzzaman…
Biri 1881’de diğeri 1876’da doğdu. Biri Avrupa medeniyeti değerlerinin yeryüzüne örnek olacağına inandı ve bu uğurda mücadele etti. Diğeri Avrupa medeniyetinin tüm kusurlarıyla beraber hümanizmi bir yere kadar taşıdığını, gelecekte kurulacak İslam medeniyetinin ise ‘büyük hümanizm’i insanlığa hediye edeceğine inandı ve bu uğurda savaştı. Her ikisi de demokrat ve kozmopolitti. Zweig uluslarüstü bir Avrupa milletine, Bediüzzaman ise dinlerüstü bir insanlık kardeşliğine inanıyordu. Bir Alman olan Zweig, Almanların ezeli düşmanı olan Fransızların mistik yazarı Romain Rolland’ın yakın dostuydu. Bir Müslüman Kürt olan Bediüzzaman ise, Ermenileri candan dostu olarak görüyordu.
Zweig, Birinci Dünya Savaşında ırkçılığın Avrupa medeniyetini nasıl paramparça ettiğini gördü. Henüz yeni tanınmaya başlayan bir yazardı. Savaşın kitlelerde yarattığı tüm düşmanlığa karşı durarak Avrupa halklarının kardeş olduğunu haykırdı. Bediüzzaman ise, Birinci Dünya Savaşında geleceğine sımsıkı bağlandığı Osmanlı devletinin yıkıldığını ve İslam aleminin paramparça olduğunu gördü. En yakın talebelerini savaşta yitirdi. Ermeni dostlarını yitirdi. Ve iki buçuk sene boyunca Rusya’da esaret hayatı yaşadı.
Birinci Dünya Savaşından sonra Zweig, Avrupa ölçekli tanınan bir yazar oldu. Ve Faşizmin, Nazizmin, Bolşevikliğin hükmettiği iki savaş arasının kasvetli ortamında, bir peygamber gibi, Avrupa’yı Avrupa yapan değerleri haykıran biyografiler kaleme aldı. Bediüzzaman ise, savaştan sonra ciddi bir varoluşsal değişim yaşadı. Ve artık siyaset değil de, siyasetin kendisinden doğduğu metafizik, kozmolojik ve varoluşsal meseleleri kaleme almaya başladı. Hedefi yine İslam medeniyetini yeniden inşa etmekti. Fakat sadece siyasetin değil, siyasetin kendisinden doğduğu felsefi temellerin de sarsıntıda olduğunu farketmiş, mesaisini bu yöne teksif etmişti.
Zweig, iki dünya savaşı arasında Almanya’da totaliter devlet tarafından düşman edinildiğini ve kitaplarının yakıldığını müşahede etti. İkinci savaş çıkmadan bir süre önce de Latin Amerika’ya hicret etmek zorunda kaldı. Bediüzzaman ise, onu anlamaya çalışmayan tek parti yönetimi altında otuz seneye yakın sürgün hayatı yaşadı. Üç yıla yakın da hücre hapsinde tutuldu.
Stefan Zweig, 1942 yılında Hitler neredeyse tüm Avrupa’yı işgal etmiş ve geleceğe yönelik tüm ümitler çökmüşken yaşadığı acıya dayanamadı ve intihar etti. Bazı kaynaklar, Birinci Dünya Savaşındaki esaret hayatında geleceğe yönelik tüm ümitlerini yitirmiş Bediüzzaman’ın defalarca intihara teşebbüs ettiğini yazarlar. Allah kendi kendini öldürmeye izin vermediği için, Rus askerleri onu öldürsün diye defalarca onları kışkırtacak eylemlerde bulunmuş. Fakat Allah onun intihar etmesine izin vermedi. Bunun yerine o, esaret dönüşünde ciddi bir kişilik dönüşümü geçirdi. Ve Allah ve ahiret merkezli bir düşünce sistemi inşa etti.
Elbette ki, her ikisinin de düşünsel kusurları vardı. Bir aristokrat ve yüksek burjuva çocuğu olan Zweig, Avrupa’da işçilerin yaşadığı sefalete ve Avrupa emperyalizminin Batı-dışı dünyada yarattığı tahribata yeteri kadar duyarlı değildi. Dört mezhep geleneğinden gelen Bediüzzaman ise, bir Avrupa-İslam barışı yaratmaya ve işçi sınıfının burjuva tahakkümünden kurtulmasına çalışsa da, kadın haklarına yeteri kadar duyarlı değildi. Fakat yine de her ikisi de eserleri aracılığıyla yaşamaya ve ruh dünyamızı aydınlatmaya devam ediyor.
Ahiret varsa -ki bir mümin olarak benim için var- kendini yüksek ideallere adamış, yani ömürleri boyunca ‘salatı ikâme etmiş’ bu iki insan, çok kuvvetle muhtemel, şu anda Allah’ın huzurunda karşılıklı tahtlarda şarap tokuşturup dostça sohbet ediyorlar. Biz, bu dünyadaki faniler olarak, İslamofobi atmosferinin boğuculuğunda birbirimizle didişip dursak da; onlar çoktan bu çatışmayı aşmış durumda olmalılar. Çünkü her ikisi de yeryüzünü, bedenlerimizi, dürtülerimizi, akıllarımızı ve biyografilerimizi kutsayan ve Allah’ın yaratısı olduğu için insanı sevmeyi buyuran bir Allah’ın, Rönesans’ın Tanrısının hizmetinde yazdılar ne yazdılarsa…
II.
Biyografilerimizin, akıllarımızın, bedenlerimizi, dürtülerimizin değeri nedir? Bir 19. Yüzyıl mahsulü olan materyalist felsefe sadece bir ontoloji değildi, aynı zamanda bir ahlak, etik ve değer yargısıydı. Asırlarca Hıristiyanlığın ruhu kutsayan ve bedeni şeytan işi sayarak hor gören ya da züht tasavvufunun hakikati ve mutluluğu duyu ötesinde ve ölüm ötesinde arayan felsefesine bir başkaldırıydı materyalizm. 19. Yüzyıl materyalizmi için duyu ötesi ve ölüm ötesine itilen hakikat ve mutluluk bu dünyada aranmalı ve bulunabilmeliydi. Cennet yeryüzünün dışında değil, yeryüzünde yaratılabilir olmalıydı. Asırlarca hor görülmüş bedenlerimiz, dürtülerimiz, doğayı keşfeden akıllarımız ve yeryüzündeki yaşamlarımız, yani biyografilerimiz o ana kadar Tanrı’ya atfedilmiş kutsallığa sahip olmalıydı.
Materyalist ontoloji ve doğa felsefesi işte bu ahlakın düşünsel bileşeni olarak değer kazanıyordu. Marx’ın ve Nietzsche’nin din düşmanlığını motive eden güç sadece teorik değildi. Yani din, hakikat noktasında batıl ve hurafe olmasından öte bir problem kaynağıydı. Dinin yaşam ideali ve dinlerin maddi yaşamdan beklentileri bu düşünürler için dine hasım olunmaya yeterliydi. “Artık insanlar, İsa gibi çarmıhta acı çeken ve yaşamı acı çekmekten ibaret sayan bir Tanrı’yı sevmiyorlar” diyordu Nietzsche. Nietzsche için “Tanrı’nın ölümü”nün asıl sebebi buydu. Marx içinse; Tanrı, insanın kendi mükemmellik sıfatlarını kendi ötesinde duran bir duyu-ötesi varlığa atfetmesinden ve Cennet, insanın sınıflı toplumu yarattığında yitirdiği komünal cennet yaşamını ölüm ötesine taşımasından ibaretti.
Hem Marx hem de Nietzsche, bu düşünsel süreci tersine çevirmek ve bu dünyada bedeniyle yaşayan insanı kutsamak ve tanrısallaştırmak için mücadele ediyorlardı. Bu sebeple her ikisi için de Tanrı inancına kanıt sayılabilecek her türlü unsurun Tanrı-dışı bir açıklamasının bulunması kendi felsefeleri için bir zafer anlamına geliyordu.
Marx Darwin’in yaşamın gelişimini maddi nedensellik zincirlerine bağlayan teorisini öğrendiğinde işte bu sebeple Kapital’ini Darwin’e adadı. İşte bu sebeple Engels, Feuerbach Üzerine Tezler’inde doğa bilimindeki son keşifleri övdükten sonra (benim tahrifatımla) “bir gün bilincin ve zihnin ortaya çıkışı da açıklanacak. Ve o gün dinin ve idealizmin son kalesi de yıkılmış olacak” dedi.
Marx ve Nietzsche, Rönesans’ın, Aydınlanma’nın, Romantizmin ve İdealizmin egemen olduğu bir çağda düşünüyorlardı. Kurumsal dinlerin aksine yeryüzünü ve insanın yeryüzündeki varoluşunu kutsayan bu akımlar kaynağını Tanrı’dan alıyordu. Ve Tanrı merkezli olarak aklı, bedeni, dürtüleri, yaşam hikâyelerimizi kutsuyordu. Marx ve Nietzsche de miras alınmış bu kutsamayı kendi materyalist felsefelerini zorunlu sonucuna götürmeden devam ettiriyordu. Fakat sonrasında materyalizm yeni bir dünya yarattı. Ve bu yeni dünyada bu kutsama hükmünü tamamen yitirdi. Duyuötesi dünya ve ölüm sonrası yaşam dinin kritiğiyle büyübozumuna uğramıştı. Çağdaş materyalizm eliyle ise kutsallığın son sığınak noktası olan yeryüzündeki yaşamlarımız da tam bir büyübozumuna uğradı.
Bu büyübozumunun ilk işaretlerinden birini Nietzsche’de görüyoruz: (benim tahrifatımla) “Akıl, akıl, akıl… Çok kutsadınız şu aklı. Oysa akıl insan türünün evriminde ve hayatta kalma mücadelesinde etrafındaki engellerle ve düşmanlarla başa çıkmak için gelişmiş ve hakikati keşfetme yeteneği olmayan basit ve değersiz bir organdan ibarettir.”
Nietzsche akılla mücadelesinde bir kutsallık kaynağı olan bedene ve onun dürtülerine yaslanmak istemişti. Fakat bu son kutsallık kaynağını da Nietzsche’nin üstadı kötümser Schopenhauer’in izinde giden Freud tam bir büyübozumuna uğratacaktı: “dürtüler diyerek kutsadığımız akıldışı varoluş, bedenin mekanik hareketlerinden ve bu mekanik hareketlerin gerilimi ve deşarjından oluşan bir atıktan ve yan üründen başka bir şey değildir. Dürtülerin herhangi bir kutsallığı yoktur. Ve insanın dürtüleriyle barışık mutlu bir yaşam kurma şansı da yoktur. İnsan libido ve süperego arasında, eros ve thanatosun gerilimi altında zavallı bir varoluştan öte bir yaşam beklentisine sahip olamaz. Uygarlık, içinde mutluluk düşünülemeyen hoşnutsuz bir varoluşa yazgılıdır.”
Nietzsche’nin ve Freud’un aklın ve dürtülerin kutsallığını yok eden düşünceleri sadece bir ilk tezahürdü. Gökleri ve yeri var eden ve kutsallığın, hakikatin ve mutluluğun garantörü olan Tanrı düşüncesini kendi açıklama sisteminden külliyen dışlayan çağdaş bilimsel pozitivizmin gözünde insan evrenin kıyısında köşesinde tesadüfen ortaya çıkmış bir yan ürün olduğunu kabul etmek zorundadır (John Gribbin, Bilim Tarihi). İnsan yaşamı kendini sürekli yeniden üretmeye programlanmış genlerin bir yan ürününden ibarettir (Richard Dawkins, Bencil Gen). Bizler insan bilinci diye bir şeyin var olduğunu ‘sanıyoruz’, ama aslında bilinç diye bir şey yoktur, gerçekte varolan sadece beyindeki kimyasal etkileşmelerdir (Paul Churchland, Madde ve Bilinç). Zamanın akışı ve yaşam hikayesi, termodinamik yasalarının işleyişinden, ve entropinin ve düzensizliğin artışından başka bir şey değildir (Carlo Rovelli, Gerçeklik Göründüğü Gibi Değildir). Mutluluk, beyindeki serotonin hormonunun salgılanmasından başka bir şey değildir ve yapay olarak üretilebilirdir (Biyolojik Psikoloji).
Gökleri ve yeri var eden bilinç sahibi, özgür ve sanatkar yaratıcı olan Tanrı’yı açıklama sisteminden tamamen dışlayınca bu sonuçları kabul etmekten başka bir seçenek yoktur. Tanrı’yı kabul etmeden insan varoluşunun manevi boyutlarını kurtarmaya çalışan varoluşçu bir felsefenin ise yaşamı Sartre gibi anlamsız bir saçmalık olarak kabul etmekten başka bir seçeneği yoktur.
III.
Bilim adamları düşünce sistemlerinin temellerini inorganik doğanın incelemesi sonucu inşa ettiler. İnorganik doğada işleyen sistemlerini dönüp insan varoluşuna yansıttılar. Eğer insan varoluşu maddenin bu mantıkla kavranışı sonucunda tamamen kuşatılabilseydi, yukarıda saydığımız sonuçları kabul etmek zorunda kalırdık. Fakat çağdaş bilimin açıklamaktan aciz kaldığı, aciz kalmanın da ötesinde hakkında anlamlı tek bir cümle edemediği bazı boyutları olduğu içindir ki insan yaşamını, onun biyografisinin, dürtülerinin, bedeninin ve aklının hakikatinin başka türlü olduğunu düşünmek zorunda kalıyoruz.
21. yüzyılın başlarında Daniel Chalmers isimli bir zihin felsefecisi zihin-beyin tartışmalarının akışını değiştiren bir düşünceyi dile getirdi: (benim tahrifatımla) “Bilinç-beyin ilişkisi hakkında kolay sorunun yanıtını biliyoruz: beyin ile bilinç arasında bir ilişki var mı? Var. Fakat aynı konuda daha zor bir soru var ki bu soru hakkında konuşamıyoruz bile: “Peki bilinç halleri beynin nörokimyasal etkileşimlerinden nasıl türüyor?” Chalmers devam ediyor: bu soruya yanıt vermek istiyorsak madde bilimini baştan aşağı yeniden düşünmemiz lazım. Maddeyi cansız, ruhsuz, hissiz vs bir şey olarak kavradığımız sürece bilinci ve bilinç hallerini beyinden ve onun maddi etkileşimlerinden türetemeyeceğiz.”
Benzer bir sorunu Evelyn Fox Keller Genin Yüzyılı adlı ufuk açıcı kitabında dile getirdi: (benim tahrifatımla) “Canlılığın işlemesi için gerekli olan pek çok mekanizma zincirini canlının bütününden ayırıp irdeleyebiliyor ve bu bilgimiz sayesinde canlıya müdahale edebiliyoruz. Fakat bu mekanizma zincirlerini bir bütünün işlevleri olarak koordine eden ve canlıyı ‘amaçlar etrafında örgütleyen’ sibernetiğin nasıl oluştuğu ve nasıl çalıştığı hakkında anlamlı tek cümle edemiyoruz. Sırf bu soruya yanıt verebilmek için bile biyolojide Darwin ölçekli çığıraçıcı devrimler lazım.
Benzer bir sorunu fizik biliminde Herşeyin Teorisi adlı kitabıyla Frank Close dile getirdi: (benim tahrifatımla) “Elimizde Newton mekaniği, kuantum mekaniği, görelilik fiziği, standart model ve termodinamik yasaları var. Fakat tüm b kuramsal zaferlere rağmen galaksileri ve gezegen sistemlerini ahenkle birarada tutan güç ve neden-sonuç ilişkisi hakkında tek bir anlamlı cümle edemiyoruz. Doğanın hakikati elimizdeki kuramlarla sınırlı olsaydı, güneş sistemindeki gezegenlerin ya saçılıp darmadağın olması ya da güneşe doğru büzüşüp içe çökmesi gerekirdi. Oysa bu olmuyor ve bilmediğimiz bir güç ve nedensellik mantığı gezegenleri ve yıldızları, güneş ve galaksiler etrafında ahenkle dans ettiriyor. Sırf bunu açıklamak için bile Newton, kuantum ve görelilik ayarında yepyeni kuramlara, yepyeni bir temel fiziğe ve yepyeni bir nedensellik mantığına ihtiyacımız var.”
Yani kainattaki nedenselliğin oluşumu, organizmanın oluşumu ve bilincin oluşumu konularında modern fiziğin 500 yıllık başarıları karşısında bile hala zırcahiliz.
Çağdaş bilim adamlarına felsefe öğretilmiyor. Çağdaş filozoflar da doğa bilimlerini günümüzün uzmanlık sınırları içerisinde oldukça sığ bir şekilde öğrenebiliyor. Oysa eğer günümüzün bu temel sorunları karşısında doğa bilimleriyle içiçe gelişen modern filozoflara bakılsaydı bugün bize yeniymiş gibi gelen tüm bu sorunların ufuk, çok boyutluluk ve derinlik sahibi bu geçmiş filozoflar tarafından tartışılmış olduğunu bulacaklardı.
Descartes daha modern bilimin şafağında maddenin ve mekanizmanın Aristo-sonrası yeni kavranışının hiçbir şekilde insan bilincinin oluşumunu ve işleyişini açıklayamayacağını söylüyordu. Modern bilimin derinlikli tilmizlerinden olan Leibniz çağdaş mekanik kavrayışın hiçbir şekilde bir organizmanın oluşumunu ve çalışma mantığını kavrayamayacağını söylüyordu. Leibniz’in bu konuda izinde giden Kant ise Alman Romantizmine ve İdealizmine yön çizen Yargı Gücünün Eleştirisi adlı kitabında elimizdeki mekanik bilim mantığının asla ve kat’a bir ot gibi en basit bir organizmayı bile açıklayamayacağını, bir organizmayı açıklamak için doğada işleyen kozmik bir akıl ve arzuyu varsaymamız gerektiğini söylüyordu. Zira en basitinden bile bir organizma bir sanat şaheseri gibi görünüyordu, bedeninin şekliyle ve eylemleriyle amaçsal bir bütünlük arz ediyordu, evrendeki he şeyi kendi aracı ve gereciymiş gibi kullanıyordu, canlıdaki neden-sonuç ilişkisi mekanik nedensellikten bambaşka bir mantıkla işliyordu ve bu yolla canlı evrenin merkeziymiş gibi hareket ediyordu. Yine Kant hem Anglosakson hem de Kıta Avrupası felsefesinde devrim yaratan Saf Aklın Kritiği’nde doğa biliminin temeli sayılan nedensellik ve mekanizma kavrayışının asli temel olmadığını, nedensellik ve mekanizmanın ancak ve ancak bir ruhta, öznede bilinçte temellendirilirse anlaşılabilir olacağını söylüyordu.
Hegel Tinin Görüngübilimi’nde tüm bu meseleleri tek bir düşünce zinciri altında bütünleştirdi. Görüngübilim’in “Kuvvet ve Anlama” bölümüne gelindiğinde doğayı deneyimleyen ve henüz kendi farkında olmayan bilinç duyuların dolaysız verilerini ve kavramlarla algılanan bağımsız nesneleri aşmış, görünen evrende nesnelerin birbirinden bağımsız bir varoluşu olmadığını; görünen evrenin yıldızı, ayı, güneşi, denizi, karasıyla vs bir bütünlük arz ettiğini, ve görünen evrenin arkasında kendisi görülmeyen, fakat nesneleri birbirine bağladığı ve nesnelerin niteliklerin dönüşümüne sebep olduğu için etkisi hissedilen ‘kuvvet’lerin var olduğunu anladığı bir aşamaya geçmiş durumdadır.
Bilinç “Evrenin görülmeyen arka yüzünde duran bu kuvvet de neyin nesi?” diye sorar kendi kendine. Ve ‘kuvvet’ kavramı onu ‘yasa’ fikrine götürür. Örneğin yerçekimi kuvveti, yerçekimi yasasına göre maddi nesnelerin birbirini çekmesidir. Peki bu ‘yasa’ da neyin nesidir? O da evrende işleyen yerçekimi kuvvetinden dolayı maddi nesnelerin birbirini çekiyor olmasıdır. Yani kuvvet fikri bilinci yasa fikrine götürür; yasa fikri de bilinci kuvvet fikrine geri götürür. Kuvvet kavramı kendi içine doğru kıvrılır bu düşünce sürecinde. Peki bu bir totoloji midir? Hegel’e göre değil. Zira kuvvet ve yasa fikri aracılığıyla bilinç bir yandan görünen evrenin arka yüzünü görmüş, bir yandan da bu iki fikrin oyunu aracığıyla evrendeki tüm tikel oluşumları açıklayarak kendi içindeki bir ‘arzu’yu doyurmuştur. Bir fizik kitabını okuyup anladığımızda yaşadığımız arzu doyumudur bu. “O halde,” der bilinç, “kuvvet ve yasa fikri tüm evrenin arkayüzünde yatan kozmik bir bilincin, yani Tanrı’nın, kendi kendiyle ‘konuşma’sından ve bu konuşmanın yarattığı ‘arzu doyumu’ndan ibarettir.” Antik felsefenin deyimiyle konuşacaksak Logos ve Eros’un birliğidir bu. Bu aşamada bilinç, kendi düşünce ve konuşmasını ve kendi arzusunu, yani kendi ‘kendi’ni keşfeder. Yani bilinç kendi içine kıvrılır ve ‘özbilinç’ olur. Dolayısıyla kişinin özbilinci, kozmik bilinç olarak Tanrı’nın bir izdüşümü, yansıması ve tecellisidir. Ve bilincin duyusal deneyimlerden, algısal nesnelerden, görünen evrenin bütününden ve evrenin arkayüzü olarak kuvvet, yasa ve Tanrı’dan geçen bu aşamaya kadarki varlığı ve yaşam hikâyesi Tanrı’ya ulaşmanın hikayesine dönüşür. Hemen sonrasında bilinç evrenin arkayüzünde yatan ve Logos’un ve Eros’un birliği olan Tanrı üzerine düşünmeye başlar. İşte bu süreçte bu arkayüz, yani duyuötesi alem, duyusal alem üzerine kıvrılır ve duyuötesi alem her boyutuyla görünen evrenin üzerinde belirmeye başlar. Bu aşamada görüyor olduğumuz alem, duyuötesi alemin tezahüründen ibaret bir şey olarak görünmeye başlar. Hegel için, doğru okunduğunda, evrendeki her şey duyuötesi alemin, Tanrı’nın, Logos’un ve Eros’un tezahüründen başka bir şey değildir. Kısa söyleyecek olursak ilim, irade, kudret gibi tüm sıfatlarıyla Tanrı, maddi evrenin ötesinde, ona hiç ulaşamayacağımız bir varlık olarak değil; maddi evrenin Ruhu olarak kavranmaya başlar düşüncenin bu aşamasında. İnsan ise tüm yetenekleri ve potansiyelleriyle, evreni bir bütün olarak var eden Tanrı’nın bir nokta etrafında temerküz etmesinden başka bir şey değildir. Yani insan teomorfik bir varlıktır. Görüngübilim için bilincin bu düşünme süreci duyuötesi ve duyu alemiyle bir bütün olarak Varlık’ın, yani Logos ve Eros bütünlüğü olarak Tanrı’nın, madde etrafında bir daire gibi kıvrılması ve merkezileşmesi sürecidir. İşte bu bütünsel süreç, maddenin amaçsal bir bütünlük olarak ‘organize oluş’ sürecidir, yani maddi evrende yaşamın ve organizmanın ortaya çıkışı ve evrendeki her şeyin yaşama ve insana hizmet eder bir hale dönüşüm süreci…
Hegel’e göre mekanizma, organizma, insan bilinci ve arzuları, ve insanın yaşam hikayesinin mahiyeti Tanrı fikri etrafında böyle inşa edilir. Hegel için ‘mekanizma’ Tanrı’nın iradesinin (Eros) ve bilgeliğinin (Logos) tezahürüdür. ‘Organizma’ Tanrı’nın evreni bir nokta etrafında kıvırmasının ve merkezileştirmesinin ürünüdür. Hegel için bu merkezileşmenin ürünü olan insan aklı kutsaldır ve hakikatleri bilmeye yeteneklidir. Çünkü akıl evreni yöneten kozmik aklın bir cisimleşmesidir. İnsan benliği ve özbilinci, Tanrısal benliğin bir tecellisi olduğu için insan sevgisi, yani hümanizm, Tanrı’nın insan üzerinden kendine duyduğu kozmik muhabbetin bir tecessümüdür ve kutsaldır. İnsan bedeni kutsaldır bu felsefede, çünkü o tanrının maddede cisimleşmesidir. Arzular ve dürtüler Tanrısal arzunun yansımalarıdır. Ve eğitilmeleri, güzelleştirilmeleri ve yüceleştirilmeleri koşuluyla kutsaldırlar. Acıları ve mutluluklarıyla insanın yaşam hikayesi, onun Tanrı’yla bütünleşmeye yönelmişliğinin hikayesidir. Hegel için tüm boyutlarıyla insanın değeri budur. İnsan yeryüzünde dolaşan Tanrı aynasıdır. Fakat şu anda o bunun farkında değildir, yani kendine yabancılaşmıştır. Ve bu yüzden acı çekmektedir, mutsuz bir bilinç olarak tezahür etmektedir. Felsefenin mücadelesi, Tanrı’ya yabancılaşmayı aşmak ve Tanrı’yla bütünleşmeyi sağlamak olmalıdır.
Hegel’den sonra, Gayb alemi/duyuötesi alem (Tanrı), evren ve insan arasındaki ilişkiyi inşa eden bu harita belli nüanslarla da olsa korunur. Bergson, Heidegger, Gadamer, Levinas, Deleuze, Derrida, Foucault, Bediüzzaman vs… aynı haritayı Hegelci ‘akl’ın ‘diyalektik bütünleştirme’sine referans vermeden yeniden inşa etmeye çalışırlar. Zira onlara göre, ‘duyuötesi varlık’ın tüm evreni var ettikten ve evrende tüm gizli hazinelerini sergiledikten sonra, dönüp tüm varoluşu insan etrafında merkezileştirmesi fikri hakikattir ve korunmalıdır; yani Heidegger’in ‘Varlığın çobanı olarak insan’ düşüncesi ya da Deleuze’un Foucault kitabında adlandırdığı üzere ‘evrendeki her varlıktan sorumlu Tanrı-insan’ düşüncesi, insanın evrendeki yerini doğru bir biçimde ifade etmektedir. Fakat bu düşünürlere göre, Görüngübilim’in leitmotifi olan ‘diyalektik bütünleştirme;’ bazen çokluğu (multitude) hakkıyla örgütleyemediği, bazen salt imgeleme dayalı keyfi bir kurgu gibi göründüğü, bazen toplumda kurumlaşmış yozlukları siyasi olarak yok etmeye izin vermediği ve bazen tikel bireyi akli bütünün tahakkümü altına aldığı için ‘ortadan kaldırılma’sı gereken bir düşünce biçimidir.
Hegel’in kendisi de bu haritayı kendisi uydurmaz; aksine, yeryüzünü ve bedeni Tanrı aynası olarak kutsamayı bayrak edinen Rönesans düşüncesi başta olmak üzere bu haritayı geçmişten tevarüs eder. Yunanlıların ‘zoon logon’, yani ‘tüm Varlığı kendinde toplayan canlı,’ Stoacıların ‘mikrokozmoz olarak insan,’ İbn-i Arabi’nin ‘makam-ı cem,’ yani ‘tüm Varlığın kendinde toplanışı olarak Tanrı’nın gözbebeği olan insan’ düşüncelerinin belli nüanslarla bir yeniden ifadelendirilişidir Hegel’in haritası. Yani ezeli bir hikmetin modern zamanlarda dışavurumudur insanın evren içindeki ve Tanrı karşısındaki bu kavranışı…
Eğer çağdaş doğa bilimi nedenselliğin ve mekanizmanın oluşumunu, yani gezegenleri yıldızlar etrafında ahenkle dans ettiren ilkeyi; organizmanın oluşumunu, yani canlının parçalarının ortak amaçlar etrafında nasıl işlevselleşebildiğini ve evrimin her aşamasında bu işlevselliğin nasıl korunabiliyor olduğunu; ve insan bilincinin, hafızasının, dürtülerinin ve arzularının maddeden ve insan beyninden nasıl türeyebiliyor olduğunu açıklayabiliyor olsaydı; yani çağdaş materyalist bilim kendi ontolojik temelleri hakkında anlamlı tek bir söz söyleyebiliyor olsaydı, bu haritayı burada zikretme gereği duymazdık. Fakat çağdaş bilim için, kendi temellerine ait birer muamma olan bu meseleler, ister istemez doğanın ve insanın madde biliminden daha da temelde yatan öznel, ruhsal ve tinsel bir hakikati olduğunu düşünmeye zorluyor. Yani Hegel’i ve Hegel’le beraber insanın evrendeki yeri hususunda tüm bu düşünce geleneğini canlı tutmaya… Ve eğer bu düşünce geleneğini reddedeceksek insanın değerinin çağdaş pozitivist bilimin merhametsiz ellerinde hiçe indiğini kabul etmek zorunda kalıyoruz.
IV.
İnsanın 19. Yüzyılda materyalist doğa biliminin hakim oluşundan ve bu bilimin toplumsal dünyayı istila etmesinden sonra yaşadığı en büyük yabancılaşma Tanrı’ya yabancılaşmasıdır. Ve insanın kendisinin Tanrı aynası olduğu fikrine yabancılaşması… Ve Tanrı, Sonsuz Yaşam olduğu için, insanın kendi sonsuz yaşamına, yani ölüm sonrası yaşamına yabancılaşmasıdır 19. Asır sonrası en büyük yabancılaşma… Hannah Arendt’in İnsanlık Durumu’nda dediği gibi: “İnsan bu dünyadaki mutluluğa ulaşmak için Tanrı’yı ve ahireti reddetti. Fakat Tanrı’yı ve ahireti yitirince bu dünyadaki mutluluğunu da yitirdi. İnsan için elde bedensel itkilerin anlık tatmininden başka bir şey kalmadı.” Ortaçağ Hıristiyanlığı ve züht tasavvufu Tanrı’yla bütünleşmek ve sonsuz mutluluğu yakalamak için bu dünyayı, bedenlerimizi, dürtülerimizi, seküler akıllarımızı ve yaşam hikayelerimizi tahkir etmek zorunda kalmışlardı. Rönesans’tan 19. Yüzyıl materyalizmine kadar giden süreçte ise yeryüzünün kutsanışı Tanrı’yla ve ölüm ötesi yaşamla barışıktı. Bugün doğa bilimi ve evrensel insan hakları düşüncesi dahil modern dünyada uğruna yaşatılmaya değer olan neredeyse tüm Batılı düşünceler, Tanrı’ya ve ahirete inanan ama aynı zamanda ‘madde ve yeryüzü aşığı’ insanların ya kendilerinin, ya da bu insanların düşüncelerini tevarüs etse de, bu düşüncelerin tanrısal kaynaklarını hesaba katmayan Marx ve Nietzsche gibi tilmizlerinin mücadelelerinin ürünüdür. 19. Yüzyılın sonlarında bu üç boyut arasındaki bağlantı koptu. Yaşam, sadece bu dünyadaki duyusal varoluşu tanıyan tek boyutlu bir hale geldi. Ve çağdaş kapitalizmin, araçsal aklın, evreni ve insanı bir enerji deposu olarak çerçeveleyen zihniyetin ve bilime dayalı biyoiktidarın tahakkümü altında insan, maddi haz-maddi acı dışında başka değişkeni olmayan; servet, prestij ve güç dışında başka yaşam ideali tanımayan; karşılıklı menfaat dışında başka bir dostluk ilişkisi bilmeyen; acının ve ıstırabın insanı terbiye edici boyutunu bilmediği için dert taşımaktan, mefkure sahibi olmaktan ve mefkureler için mücadelenin verdiği yüksek insani mutluluklardan kaçan; bilinçdışı dürtülerin terbiye edilerek güzelleştirilmesi ve tanrısallaştırılması fikrine yabancı; atomize hale gelmiş ve yaşlanırken yapayalnız yok olmaya doğru gittiğini vehmeden tek boyutlu ve sefil bir varlığa dönüştü.
Tanrı’nın ve ölüm ötesi yaşamın hesaba katıldığı üç boyutlu bir yaşam; yeryüzünü, bedeni, arzu ve dürtüleri, seküler aklı, seküler hazları ve yaşam hikayelerimizi hor ve hakir görmek zorunda olan bir yaşam değildir. Tam aksine… Böylesi bir bakış için ‘madde,’ “Gizli bir hazineydim. Bilinmek istediğim için evreni yarattım” diyen Tanrı’nın saklı güzelliklerinin sergilendiği bir sanat şaheseridir. Tanrı’ya ve ahirete inançsız bir yaşamın maddeden tadacağı lezzetin çok daha yüksek bir biçimde deneyimlenebildiği bir ‘maddeye meftuniyet ideali’ sunar Tanrı’ya ve ahirete yabancılaşmanın aşılması hali. Bu yaşam biçiminin madde karşısında takındığı tavır bir reddediş değil, maddeyle ilişkiyi başka ve çok daha insana layık bir mantıkta kurmaktan ibarettir.
Fakat Tanrı’yla ve ahiretle yabancılaşmanın aşılması durumu sadece maddenin güzelliklerinin ve yaşamın cemalinin kemale ermesine sebep olmaz. Nietzsche üstüne basa basa sadece Güzel’le ve Apollon’la değil, bizi bazen paramparça edebilen Dionysos’la, Yüce’yle ve Celal ile barışmamız ve acılarımız üzerinde raks edebilmeyi öğrenmemiz gerektiğini söylüyordu. Ve kendi felsefesini idealler için mücadele ederken ağır sarsıntılar yaşayan yüksek ruhlu insanlar için dile getirdiğini söylüyordu. 21. Yüzyıl insanı ise idealizmi ve idealler peşinde yıkımı göze alma ve kendini yeniden daha yüksek bir bütünlük olarak inşa edebilme yeteneğini neredeyse tamamen yitirmiştir.
Tanrı’ya, ahirete ve kendine yabancılaşmış yeryüzü şu an için bir cehennem görüntüsü veriyor. Bu yabancılaşmanın aşılması öncelikle Hegel’in dediği gibi bilinç biçimlerimizi dönüştürmeyi zorunlu kılıyor. Teorik dönüşüm elzem olsa da, Marx’ın dediği gibi pratik, siyasi ve maddi mücadele olmadan bu cehennem görüntüsünün değişmesi ve yeryüzünün bağrında saklı olan cenneti açığa çıkarabilmesi de mümkün değil. İdealler için mücadele ahlakının küresel olarak yittiği bir yerde bu cennetin tezahür edebilmesi ise hiç mümkün değil.
Uzun zamandır insan kendini Tanrı’ya referans vermeyen bir fizik ve biyoloji bilimiyle, Tanrı’ya referans vermeyen bir iktisadi ve toplumsal yapıyla, Tanrı’ya referans vermeyen bir psikanaliz ve psikoloji bilimiyle, Tanrı’ya referans vermeyen bir tarih anlatısıyla, ve hedonist bir küresel medyayla tanımlıyor. Kendi hayat ideallerini bu görünüşten devşiriyor. Bu bilgi birikiminin ve bu görünüşün yarattığı bu yaşam biçiminden kendisi de mutlu değil. Ve bugünün insanı kendisinin, görünüşünün ötesindeki ‘hakikat’inin ne olduğunun hiç ama hiç farkında değil. Ve kendi hakikatinin keşfedilmesinin yaratacağı bilinç dönüşümü olmadan, hiç kimseden idealler için mücadele azmi kazanmasını; servet, prestij ve gücün dışında da yaşam hedefleri olduğunun farkına varmasını ve Celal ve Dionysos ile barışmasını bekleme şansımız yok. Bu teorik dönüşüm sağlanmadığı sürece de, yeryüzündeki cennet potansiyelini ortaya çıkaracak bir pratik mücadelenin ortaya çıkabilmesi mümkün değil.
Tanrı’yı tanımayan sol, yeryüzündeki cennet hayallerini Soğuk Savaş’ın bitimiyle büyük ölçüde yitirmişti. Bir yeryüzü cenneti hayali olsa da, maddeyi tanımayan ve Tanrı’yı yanlış tanıyan İslam ise Arap Baharı Suriye’de krize girdikten sonra… Her iki grup da idealizmini bu çöküşlerden sonra aşama aşama yitirdi. Ve geriye, gelecekteki cennet uğruna değerli olduğu addedildiği için katlanılan geçmiş acıların anlamsızlığının eşlik ettiği kapkara bir ümitsizlik hali kaldı. Bu parçalanmışlıktan yeni bir doğum ortaya çıkacaksa; madde için de, Tanrı için de bir bilinç dönüşümünün yaşanması ve Tanrı’nın maddeyle, İslam’ın maddeci sol ütopyayla barışması elzemdir. Aksi takdirde yeryüzünün bugünkü gerilimlerinden eninde sonunda İkinci Dünya Savaşına benzer kapkaranlık günlerin gelmesinden başka bir gelecek ufku yoktur.
V.
Kuran, ütopyanın ve yeryüzündeki cennetin gerçekleştiği dönemlere İbrahim Suresinde “Allah’ın Günleri” adını verir. Firavun’un zulmünden kurtulmuş İsrailoğulları için Allah’ın Günleri, Tih Çölünde Musa’nın gözetiminde gerçek özgürlük için eğitildikleri kırk yıllık dönemdi. İsrailoğulları Firavun’dan çok çekmişti. Kasas Suresinde söylendiği gibi Firavun, yönetebilmek için İsrailoğullarını birbiriyle çatışan gruplara ayırıyor, bu gruplar arasında hiyerarşi yaratıyor ve onların erkeklerini (direnenleri) madden ve manen öldürüyor, kadınlarını (Firavun’a itaat edenleri) ise hedonist biyoiktidarının kölesi haline getiriyordu. Herbert Marcuse’nin Tek Boyutlu İnsan’da dediği gibi haz adına insan özgürlüğünü dumur eden bir kölelikti bu. Oysa Allah, kuvvetten düşürülmüş bu halkın yeryüzünün varisi olmasını istiyordu. Ve onları Firavun’un zulmünden kurtardı. Allah on yıllarca büyük acılar yaşamış bu halka, Bakara Suresinde denildiği gibi Tih Çölünde rızık olarak ‘menn ve selva’ indirdi. Düz anlamıyla ‘helva’ olarak çevrilen ‘menn,’ geleceğe yönelik temenni ve ‘ümit’ler; ‘bıldırcın eti’ olarak çevrilen ‘selva’ ise geçmiş acıların anlamını ve değerini bildiren ‘teselli’ler anlamına geliyordu. Geçmiş acılar anlamını bulduğu için haz ve mutluluk kaynağına dönüşmüş; geleceğe ümitle bakıldığı için de tüm yaşamsal dürtüler motive olmuş ve harekete geçmişti. Bu sürecin nihayetinde Allah, İsrailoğullarını, Maide Suresinde dediği gibi birey birey ‘krallar’ haline getirdi, kimseden emir almayan özgür ve özerk insanlar haline, yani Kral Tanrı’nın aynası haline… Bir kavmin mitolojik bilinçten gerçek özgürlüğe ve evrensel vicdana ulaşmasının hikayesi olan Tevrat, Allah’ın İsrailoğullarına, ve İsrailoğulları örneği üzerinden her kavme sunduğu teselli ve ümitlerin bilançosudur.
İsrailoğullarının kurtuluşu (emancipation) bir adamın mücadelesine dayalıydı: Musa’nın… Mısır prensiyken işlediği bir suç yüzünden her şeyini yitirmiş ve sokaktaki kediden korkar hale gelecek kadar düşmüş Musa, Taha Suresinde dendiği gibi, Allah tarafından defalarca sınandıktan sonra Tur Dağında Allah’la buluşmuş ve Allah’ın şu sözlerine muhatap olmuştu: “Evet, defalarca musibet yaşadın, defalarca sınandın. Ama bunların hepsi benim dostluğuma yükselebilmen içindi. Seni sırf benim has dostum ve sırdaşım olabilecek kıvama gelebilesin diye bir sanat eseri olarak inşa ettim. Yaşam hikayenin değeri işte budur: Çilelerle ve idealler için mücadeleyle bezenmiş hikayen, köle olarak doğmuş bir insanın Tanrısallığa yükselişinin hikayesidir.”
Yahudi peygamberlerinin Tevrat’ta bir kavmin hikayesi olarak dile getirdiği tanrısallaşmayı, bu sefer Tevrat’ı yeni gözlerle tefsir eden İsa, bir bireyin hikayesi olarak yeniden ifade edecekti.” Allah,” diyecekti İsa, “sadece bir kavmin tarihinde tezahür etmez. Aynı Musa gibi her bir birey de kendi yaşam hikayesini bir tanrısallaşma hikayesi olarak şekillendirilebilir.”
(Daha öncesinde Konfüçyüs, toplumsal ilişkiler ağında; Lao-tze, doğada; Hindu geleneği ve Buda ise bilinçdışında tezahür eden Tanrı’yı bizlere gösterecekti. Kuran ise dinlerin barışının manifestosu olarak, bunların her birine ayrı işaretler koyacak ve İslam’ın yayıldığı her toplum Kuran’da kendi miras edindiği dinin açılımlarını görüp, geçmiş mirasını İslam’a mal edecekti.)
‘Firavun’ yerine yeryüzünün tek küresel gücü olan ve yeryüzünün tüm kurumlarını ifsat eden Hardt ve Negri’nin ‘İmparatorluk’unu ve onun bugün için taşıyıcısı olduğu jeopolitik ve medeniyetler arası savaşı, neoliberal kapitalizmi ve küresel ısınmayı; ‘İsrailoğulları’ yerine, bugünün madun tüm uluslarını ve Hardt ve Negri’nin ‘Çokluk’unu koyarak, Kuran’ın Firavun ve İsrailoğulları üzerinden anlattığı hikayeyi eksiksiz bir biçimde güncel hale getirebilirsiniz. Ve eğer idealler uğruna mücadele etmeyi seçmiş veya seçecek bir insansanız, Musa ve İsa gibi Tanrı’nın dostluğunu içinizde hissedebilir ve bu hissin ışığında aydınlanan hayatınızda tüm acıların yaşanmaya değer olduğunu deneyimleyebilirsiniz, yani Mevlana ve Nietzsche gibi ‘acılarınızın üzerinde raksedebilirsiniz’.. İdealler için mücadele sergüzeştinde, bugün farkında olmasanız da, biyografinizin bir tanrısallaşma ve Tanrı’ya ulaşma hikayesi olarak metafizik bir değere sahip olduğunu görebilirsiniz.
Ve Tanrı’nın tezahürü olarak şu evrende idealler uğruna ne acılar çekmiş Stefan Zweig’ın ve Bediüzzaman’ın çabalarının hiç de boşa gitmemiş olduğunu; son birkaç yıldır Türkiye’de yaşadığı Rönesans’ın bizi gökte izleyen Zweig’ı cennette ‘şu anda’ mesrur ettiğini ya da bu yazıya Dördüncü Şua’ıyla ilham veren Bediüzzaman’ın ruhunun, bu yazıyı okurken ‘şu anda’ şad olduğunu; ve Bediüzzaman’ın ve Zweig’ın ‘şu anda’ Tanrı katında, mak’ad-ı sıdk’ta kadeh tokuşturduğu hayalinin kişisel bir fanteziden ibaret olmadığına ihtimal verebileceksiniz, idealler için yaşadığınızda.
Ve kim bilir insanlığın, İslam aleminin ve ülkemizin şu anda içinde bulunduğu kapkaranlık atmosfer, ‘karanlıktan aydınlığa çıkış’ olarak da adlandırılan Allah’ın Günleri’nin fecir vakti ve doğum sancısıdır. Bunu bilmiyoruz. Ama ideallerimiz için mücadele ettiğimizde (yani salatı ikame ettiğimizde), Tanrı eninde sonunda yeryüzüne ve yaşam hikayelerimize inecek, akıllarımızı ve hayallerimizi kutsayacak ve Mevlana’nın Mesnevi’sinin girişinde ifade ettiği gibi, bedenlerimizi ve dürtülerimizi ışıkla tutuşturacaktır.
Esat ARSLAN
Harika tespitler, momentum yakalanmıştır
Öncelikle sitenizden bir arkadaşımın gönderdiği linkten haber oldum. uzun yazınızı okudum. İstifa edilecek bir yazı. Stefan Zweng’in bir kaç kitabını da okumuştum. Evet bu zat ile Said Nursi’nin belki tek ortak noktaları farklı kulvarlarda olsalar da davalarında samimi oluşları ve haksızlık karşısında susmayışları. yalnız yazınızdaki bir kaç noktaya itirazım var. İkisinin de cennete kadeh tokuşturmaları doğru değil. Zira Stefan, Hintler korkusu yüzünden kendisi ve eşi intihar etmiştir. Dinimize göre de intihar edenin cenaze namazı bile kılınmaz. Üstadın defalarca intihara teşebbüs ettiği de doğru değildir. Sadece çektiği sıkıntıların derecesini anlatmak için şöyle demiştir: ” Eğer dinim beni intihardan men etmeseydi Said bugün toprak altında olurdu.” İntihar değilde defalarca zehirlenmiştir.
Ermeni dostu olduğu da doğru değildir. Zira doğuda Rus ve Ermenilerle savaşmıştır. Hatta bir bir su kanalında ayağı kırık bir vaziyette Ruslara teslim olurken Rus komutanına kendilerinin aradan çekilmesini Ermenilerle bizleri baş başa bırakmasını söylemiş, Ermenilerin yaptıkları zulümden bahsetmiştir. Yine dinler üstü bir gayretinin olduğu da safsatadır. Kendi döneminde görüştüğü baş piskopoza Kuranı ve peygamberimizi kabul ettikleri takdir ehli necat olacaklarını söylemiştir. Dinler üstü falan Fetönün işi…
Bediüzzamanın hayatı ile ilgili beş altı ay önce yedi yılık bir çalışma neticesinde bir roman yazdım. Türkiye de bu alanda yazılan roman sayısı oldukça az. Orada da ve başka dergilerde ve internet sitelerinde üstadın ne olup ne olmadığını uzunca anlattım. Ancak maalesef bizler toplum olarak taassuptan kurtulamıyoruz.. Bugün nurcularda dahil kimsenin üstadı anladığı falan yok. Kendi şahsımda dahil. Oluşan algı şu üzerinde cübbe, elinde asa, başında sarık klasik bir medrese hocası. Oysa üstad zamının ruhunu okuyabilmiş, bu noktada dini ve fenni ilimleri okumuş modern bir insandır. Daha kendi döneminde kimsenin aklına bile gelmediği üniversite kurma fikrini devrin padişahlarına söylemiştir. Altının kıymetini sarraflar anlar kabilinden üstadın değerini de gerçek manada aydınlar anlamıştır. Cemil meriç bunlardan biridir. Üstadı öve öve bitiremez. İnternetten sözlerini bulabilirsiniz. Şunu da ifade edeyim. maalesef ön yargılarımız, taasuplarımız gerçeği görmemize engel. Bunu bizzat üstatla ilgili yazdığım kitapta gördüm. Bir kısım insanlar yazdığım kitabın sanat kumaşına bakmadan fikri açıdan beni afaroz ettiler. Yüzüme söylemeseler dahi bakışlarından bunu anlayabiliyordum. Bir cemaatin adamı olan birinin romanını yazmışsın diye bakıyorlardı bana. kitabın reklamını bile nurcuların bir kısmı yaparken diğer bir kısmı bizden olmadığı gerekçesiyle yayımlamıyorlardı. Ben bunları hep konferanslarda hem imza söyleşilerinde anlattım. Ancak gel gör ki doğru söylediğin zaman ne İsa ya ne Musa ya yaranabiliyorsun. Vesselam… Necati İLMEN