Kitap okumak, masum bir çocuğun huzur veren gülüşünde yaşamın anlamını bulmaktır çoğu zaman. Okumak ki bazen annemiz kadar içtendir ve soluksuz bir sevginin vefâkar adıdır, okumak ki her şeye bedel. Okumak bazen en acılı zamandaki dosttur, tek çıkarı bizim mutluluğumuz olan. Okumak bazen bir baba şefkatiyle sarılmaktır, yaralarımıza merhem olmaktadır. Okumak ki bazen bir yağmur olur usul usul yağar gönlümüze, ışık saçar ruhumuza. Okumak ki insanı insan eden derin bir aşktır sonu hiç bitmeyen, çağlara zamanlara meydan okuyan. Okumak var olmaktır tüm karanlıklara inat, geleceğin tertemiz, mis kokulu nesillerine en güzel mirastır canlara can katan.
Kitaplarla hayat bulanlardır ancak başka hayatlara can veren, susuz gönülleri yeşerten, en meşakkatli anların yol göstericisidir o. Okumak sarılmaktır huzura, yemyeşil ağaçların gölgesinde geleceği görmektir en pırıltılı haliyle. Okumak, sonsuz bir ışığın aydınlığında hep yeniden var olmaktır. Okumak doğanın tekrar sevgiyle canlanmasıdır, cennete giden yolda en huzurlu limandır. Okumak denizlerde rota olup mükemmel limanlara yol almak ve uçsuz bucaksız okyanusları aşmaktır tertemiz dünya özlemiyle. Okumak hayallerin hakikate ulaştığı bir rüyanın en güzel yanıdır ki kitaptır hüzünleri düğün yapan, tertemiz sevgileri geleceğe taşıyan.
Okumak ki dağ çayırlarındaki muhteşem çiçeklerin kokusunu, kuzuların meleyişini, güzelliğini işler ilmek ilmek gönüllere ki kitapla kapanır en derin yaralar, yaşanır en muhteşem sevgiler. Okumak ki dünyalara değişilmeyen eşsiz hazinedir. Ne mutlu okuyan yüreklere, okuyan ruhlara ki hakikati anlamada yegane yoldur o.
Neden evlerimizin büyük çoğunluğunda birden fazla televizyon olduğu halde çoğu evde kütüphane olmaz? Modern olmak, her yanımızı teknolojik cihazlarla donatmak demek değil, aksine beyinlerimizi bilgiyle, yüreklerimizi sevgiyle doldurmak demektir. Yüreği sevgisiz ve beyni bilgisiz insanların elindeki teknolojik aletler, ancak onların daha da çok içsel boşluk yaşamalarına neden olur, kendilerine yabancı olmalarına neden olur, iç huzuru öldürür. Bu hayatta her şey insan için hayatın anlamını keşfetmeye yardımcı olacak ipuçları içerir, ama hayatın anlamını sağlayacak unsurları araç değil de kişisel egoları için amaç haline getiren insan kendi özüne aykırı davranır, esiri olur zamanla bu ipuçlarının. Bilgi, para, doğa, aile vs. her şey araçtır, gerçeği anlamada yardımcı olmak adına.
Türkiye Hayatı Okuyarak mı, Yoksa İzleyerek mi Yaşıyor?
Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğünce hazırlanan “Türkiye Okuma Kültürü Haritası Projesi” tamamlandı. Geçen yıl 26 ilde 6212 kişiyle yapılan araştırma sonuçlarına göre günde 6 saat televizyon izleyip, 3 saat internete giren Türk insanı, kitap okumaya sadece 1,5 dakika ayırıyor. Çalışmada varılan bir diğer sonuçta ise Avrupa’da yüzde 21 olan okuma oranının Türkiye’de sadece binde bir olduğu ortaya çıktı. Dünyada en fazla kitap okuyan ülkelerin başında yüzde 21 oranıyla İngiltere ve Fransa yer alırken, bu ülkeleri sırasıyla Japonya yüzde 14, Amerika yüzde 12 ve İspanya yüzde 9 ile takip etti. Türkiye, yüzde 0,1 okuma oranı ile listenin son sıralarında yer buldu.
En fazla okuyan kesim % 87,5 ile 7-14 yaş grubundaki bireyler. Araştırma sonucuna göze çarpan ilginç detaylardan bazılarını sizlerle paylaşmak istiyorum. Araştırmaya göre, İstanbul ile Muş, Bitlis, Van ve Hakkâri’nin ortak bir noktası var; bu iller en çok “aşk” kitabı okuyor. Güneydoğu’daki illerden Batman, Siirt, Mardin ve Şırnak ise “psikoloji” temasını tercih ediyor.-Türkiye’de yılda 12-13 kitap ile en fazla kitabı Erzurum ve Erzincan okuyor, okunan kitapların çoğunu dini içerikli yayınlar oluşturuyor.
Buna göre, Türkiye’de her 4 kişiden birinin kitap alışkanlığının olduğu tespit edilirken, Türkiye’de yılda ortalama 7,2 kitap okunuyor. Bir defada kitap okuma süresi ise yüzde 47’lik oranla 30 dakika olarak belirlenirken, yüzde 22’lik kesim yaklaşık 1 saat kitap okuyor. Türkiye’de yılda ortalama yüzde 43’lük bir oran ile 1 ila 5 kitap arası satın alınırken, bunların büyük kısmını rastgele kitap seçen ve düzensiz okuyanlar oluşturdu. Okurların yüzde 85,7 ile Türkçe yazılmış kitapları tercih ederken, çeviri kitap okuyanlar yüzde 30 içinde yer aldı. Kitap seçiminde en etkili faktör ise yüzde 61,5 ile “tavsiye” oldu. Bunu, kitabın adı yani popüler oluşu takip etti.Türkiye’deki okurla kitap seçiminde yayınevi tercihi yapmazken, kitaplar en çok satın alma yöntemi ile okunuyor, bunu arkadaşlarla değiştirerek kitap okuma takip ediyor. Okuyucuların yüzde 33,7’si olmak üzere büyük çoğunluğu roman okumayı, ardından öykü ve şiir okumayı tercih ediyor.
Doğu Karadeniz Müzik Dinliyor
Türkiye’nin okuma haritasına göre, boş zamanlarını kitap, gazete ya da dergi okuyarak geçirenler Doğu Karadeniz Bölgesi’nden Ankara’ya uzanan şeridi kapsıyor.İstanbul hariç, Marmara ve Trakya bölgesi de boş vaktini okuyarak değerlendiriyor.İstanbul ve Ankara boş zamanında televizyon izlerken, Ege Bölgesi aile ile zaman geçiriyor.Boş zamanının çoğunu müzik dinleyerek geçiren tek bölge ise Doğu Karadeniz.
Çok Okuyan Dini Kştap Tercih Ediyor
Türkiye’de bir yıl içinde 12-13 kitap ile en fazla kitabı Erzurum ve Erzincan okuyor, okunan kitapların çoğunu dini içerikli yayınlar oluşturuyor. İkinci sırayı, yılda 10 ila 12 kitap ile Yalova, Kocaeli, Sakarya, Düzce ve Bolu illeri alıyor. Başkent Ankara üçüncü sıraya yerleşirken, beklenen performansı gösteremeyen Ege Bölgesi yılda ortalama 6 kitap okuyor.
En Çok Macera Kitapları Seviliyor
Okunan kitaplara tema olarak bakıldığında,
İlk sırayı macera kitapları alıyor. İkinci sırada, Trakya bölgesi, Çanakkale, Balıkesir, Kastamonu, Çankırı illeri, Orta ve Doğu Karadeniz’in bir bölümü ile Mersin, Adana ve Hatay illeri olmak üzere en fazla “tarih” temalı kitapların tercih edildiği görülüyor. Üçüncü sırayı polisiye alırken, Samsun, Amasya, Çorum ve Tokat bu temayı tercih ediyor.
Aşk ve Psikoloji
Araştırma sonucu ilginç bir buluşmayı da ortaya çıkardı. Buna göre Türkiye’de sadece Mardin, Batman, Siirt ve Şırnak illeri “en çok hangi temayı tercih ediyorsunuz?’ sorusuna “psikoloji’ yanıtını verdi. Muş, Bitlis, Van ve Hakkâri ise, İstanbul’la aynı yanıtı vererek en çok “Aşk Kitabı” okuduğunu söyledi. Araştırmanın bir başka üzerinde durduğu konu olan kütüphanelerine ilişkin sonuçlara bakıldığında, Türkiye’de yüzde 43,5 ile kütüphane kullanma alışkanlığı bulunmuyor. Kütüphaneler, çoğunlukla ders çalışma amaçlı kullanılıyor.
Halk Kütüphanelerinin büyük oranla varlığının bilinmesine karşın, halkın yüzde 47’si burada verilen hizmetlerin ücretsiz olduğu bilmiyor.
Artık ülkemizde çok satan kitaplara baktığımız zaman da içerik daha çok hayal mühendisliği, adeta pembe dizileri andıran heyecan fırtınası süreçleri, derin ütopik eserler göze çarpıyor. Tabii bu tarz kitapları okuyan bireyler kendini anlama, keşfetme, doğayı, dünyayı daha iyi anlama, sağlıklı sosyal ilişkiler kurma, üretken ve huzurlu yaşamak için gerekli donanımlardan mahrum kalabiliyor. Ayrıca tamamen ticari olarak yazılan ve aslında toplumun gerçek ihtiyaçlarını gidermeyen eserler popüler olabilmekte. Kalite anlayışını kitabın içeriğinden, özelliklerinden çok toplumun beklentilerine uygunluk, yazarın popüler olması ve de satış rakamlarının fazla olması etken rol oynamaktadır. Her şeyin özünü kaybettiği çağda artık romanlar, kitaplar insanın kendi gerçeğini, sosyal hayattaki konumunu, ruhsal süreçlerini sorgulayıp farkındalıklar sağlamaktan öte farklı amaçlara hizmet edebilmektedir.
Peki ülkemizdeki bu çok yetersiz olan ve de faydacı anlayıştan uzak okuma anlayışının kaynaklandığı etkenler nelerdir acaba? Aslında soruyu değiştirmek lazım: Niçin bilgili olmalıyız, neden okumalıyız? Çünkü kitap okumanın, bilgi edinmenin insan için önemini anlamazsak tam olarak insanımızın neden okumadığını anlayamayız. Şöyle izah etmek gerekirse; arıların bal yapması için, ineklerin süt vermesi için okumalarına, öğrenmelerine gereksinimleri asla yoktur. Çünkü hayvanlar Allah sayesinde iç güdüleriyle yapmaları gereken görevlerini yaparlar. Dünyada sadece insanoğlu insan olmak, ihtiyaçlarını karşılamak, alet bina, eser ortaya koymak için bilgiye, öğrenmeye okumaya ihtiyaç duyar. Yani bizler için bilgi su kadar gereklidir. Bilgi olmadan ulaşımdan tutun da her türlü ihtiyaçlarımızı karşılayamayız. Peki bizler için bu kadar hayati olan kitap okumak neden artık zorunlu haller dışında yapılmıyor?
Genel olarak baktığımızda aile de ülkemize özgü çocuk yetiştirme biçimimiz nesillerin neden kitap okumayı sevmediği konusunda fikir verebilir. Dünyaya merak eden, öğrenme güdüsüyle gelen çocuk daha sonra toplumsallaşma adı altında edilenleştiriliyor. Büyüklerin çocuğun iyiliği adına ve çocuğun sorgulamasına izin vermeden mantık dışı olsa dahi, dayattığı, empoze ettiği davranış kalıplarını, gelenekleri, inançları, yönlendirme yapması çocuğun içindeki merak, öğrenme, keşfetme güdüsünü önemli ölçüde öldürmekte. Özellikle bizim toplum gibi gelenekçi, aşırı koruyucu aile yapılarında girişimci, yaratıcı insanlar çok az çıkmakta. Birey olmada yetersiz olan ana – babalar çocuklarının da özgün birey olmalarına istemeden engel olmaktalar koruma adı altında.
Çocuğun kendisini, yeteneklerini keşfetmesini sağlayacak, merak güdüsünü öğrenmeye, okumaya, bilgiyi elde etmeye kanal ize edecek, yöneltecek psikolojik ve fiziksel ortamlar ne şekilde olursa olsun sağlanmazsa, ileriki yıllarda okuma, araştırma yönünden zayıf, özgüvensiz yaşantılar kaçınılmazdır. Aileler iyi niyetli olarak; ama yanlış, eksik bilgilerle çocuklarına davranarak onların içlerindeki cevherleri öldürüyor. Bu da haliyle bağımlı, edilgen yapıları ortaya çıkarıyor. Çocuk ileriki yaşlarda okuma gereksinimi yerine sürekli içlerindeki yetersiz kimlik ve ruhsal değerlerin tatmini için telafi yollarına başvuruyor. Kendisiyle uyum kurabilen insanlar gerçek manada bilginin, okumanın değerini bilir, bunu hayat amaçları arasına alır. Tabii aile içinde başlayan bu sürece etki eden tarihsel, sosyolojik, ekonomik etkenler var.
Ülkemizde ortalama günlük kitap okuma oranı kişi başına sadece 1,5 dakika. Buna karşılık televizyon izleme oranı günde ortalama 5 saat ile dünyada ABD’den sonra ikinciyiz. Kitap okumada dünyada sonlarda, Afrika ülkeleriyle aynı durumdayız; ama artık daha çok eğlence için kullanılan tv izlemedeyse dünya ikincisiyiz. Bu iki veri toplumumuzun kültürel seviyesini çok net gösteriyor. Sistematik olarak şiddetin, cinselliğin, futbol fanatizminin kitlelere afyon olarak empoze edildiği ülkemizde, nedenselliğe dayalı düşünce biçiminin son bulması ve pasifleştirilme durumu olağandır. Bundan dolayıdır ki kendine güveni olmayan, sürü psikolojisine bürünen kitleler siyasi, sosyal vs. yönlendirilmelere çok açıktır. Ayrıca bu süreçlerden sonra, toplumda oluşan kimlik kaybı, bireysel yabancılaşma, asosyalleşme döngüsü, güvensizliğe, bireyler arası tahammülsüzlüğe yol açmakta bu da yüzeysel düşünmeyi, cehaleti beraberinde getirmekte. Etnik mezhepsel, bölgesel kutuplaşmalara, ayrışmalara yol açmakta.
Okumayan toplum olarak burada tarihsel, siyasi, ekonomik, psikolojik, sosyolojik, geleneksel bir çok faktörün etkin rol oynadığını söyleyebilirim. Farklı mekanizmalarla dış güçlerin etkisindeki olan genel toplumsal yapımız, farklı yollarla geriletildi, toplumumuz ilerleyişi engellendi. İstenen toplum okumayan, araştırmayan, verimlilik yerine eldekiyle yetinen bir insan profiliydi. Okumayan toplumun sağlanması için her türlü yola başvuruldu. Korkutulan ve bundan dolayı özgüvenini yitirmiş, sindirilmiş insanlar geçmişin başarılarıyla sürekli avunur ve böyle toplumlar sürekli edilgen davranır, hep kurtarıcı bekler, çaresizliği sevmeseler de bu durumdan kurtulacak özgüvenleri olmadığı için kıvranırlar acı içinde. Kendisini güçlü görebilen ruhlar ancak hayatının iplerini eline alır, rotasını çizer, kendi varlıklarını devam ettirmek için başkalarına mutlak hakimiyet vermezler. İşte özgürlük denen olgu burada karşımıza çıkar.
Kendi içinde özgür olmayan, artık gelişmek için kitap okuma gereksinimi, motivasyonu olmayan toplum yapımızda televizyon mutsuz çoğunluğun huzurevi oldu adeta. Çok tv izlemenin mantığı iki türlü olur. Ülkede refah çoktur, insanları da eğlenceye daha çok zaman ayırabilir ki aynı zamanda kültürel etkinliklere de zaman ayırırlar ABD’deki gibi. Ülkemizdeyse çok tv izleme ekonomik yapının, refah seviyesinin iyi olmasından değil toplumsal çözülmenin, amaçsızlığın, edilenleşmiş, kimliksizleşmiş insan yapısının acılarını, korkularını, savrukluğunu bastıracağı yer olarak algılayabiliriz. Tüm zamanlarda bilgiye ulaşmak hiç bu kadar kolay olmamıştı; ama aynı zamanda bilgiyi reddetmek bu kadar etkin olmamıştır. İnsanların çoğu bilgiyi kendini tanımak, gelişmek için değil daha çok hayatlarında acı yaşama riski olunca veya acıyı yaşadıklarında gereklilik görünce almaya hazır hale geliyorlar. Bu sürece nasıl gelindiğine baktığımızda karşımıza öncelikle insanımızın olumsuz boyutta yer alan genel psikolojik yapısı çıkıyor.
Daha çok edilenleşmiş, ekonomik, mesleki kaygı korkularla yaşayan, hakkını arama noktasında pasif, ”başıma bir iş gelebilir’’ diye sosyal sorumluluklar almada geri planda kalan, sürekli ülkeyi kurtaracak birini beklemek alışkanlığı, ”ben tek bir şey yapamam” anlayışı, derin özgüvensizlik, sürü psikolojisi anlayışıyla yaşamak, dini milli, örfi ve yaşam felsefelerini daha çok kaynaklarından araştırarak değil kulaktan dolma bilgilerle, şahıslara endeksli algılayarakb enimseme durumları insanımızın negatif özelliklerini yansıtmakta.
Bu negatif yapı, tarihsel süreçte yaşanan siyasal gelişmelerle ortaya çıktı. Son 300 yılda Osmanlı Devleti’nin yıkılma sürecine girmesi Batılı değerlerin yegane kurtuluş çaresi olarak algılanması sorunun temelinioluşturdu. Batılılaşma, daha çok Batılı sistemi, kanunları aynen almak, bununla birlikte batının bilimini, evrensel doğrularını almak yerine eğlence sistemini, yaşayış şeklini almak durumu olarak algılandı.Bu durum insanımızın kendi değerleriyle çatışmasına yol açtı. Bir anlamda kendi tarihimizi, geçmişimizi yok sayıp ilerlemek için illa ki batılılaşma iddiası insanımızda batıya derin hayranlık ve bir o kadar aşağılık kompleksine bağlı olarak özgüvensizlik durumu oluşturdu. Ne Batılı, ne Doğulu olabilen insanımız, derin kimlik çatışması içinde var olma savaşı verirken evrensel hakikatleri anlamada sorun yaşadı.
Yaşanan kimlik çatışması amaçsızlığa, dağınıklığa yol açtı. Bu da haliyle insansımızın psikolojisine olumsuz etki yaptı. Bilgiyi anlamada, işlemede gerekli azim gösterilmedi. Bunun yanında Cumhuriyet’ten bu yana aralıklarla yapılan darbeler ve sonrasındaki baskı kanunları insanlarımızdaki özgüvensizliği derinleştirdi, toplumdaki güven, hoşgörü, kardeşlik duygularını azalttı. Bunun yerine kutuplaşmaları, sürtüşmeleri körükleyen anlayış ortaya çıktı. Bu süreçte okumak, gelişmek, aydınlanmak ihtiyacı insan olmak veya insanlığa katkı amaçlı değil daha çok kendi fikirlerini benimsetme amacına yönelik oldu. Tabii siyasi bunalımlar darbe kanunlarıyla özgürlüğüne el konulan halk, gerçek aydınlatıcı okumaktan gelişmekten mahrum bırakıldı. Aydınlarımız, entelektüellerimiz bile artık siyasi baskından dolayı gerçek toplumsal misyonlarını yapamaz hale geldi, sindirildi. Bazıları ise tek yönlü bakış açısına sahip olup evrensel – bütünsel değerleri savunmak yerine, kolektif düşünmeyi; kalkınmayı amaç edinmek yerine bilgilerini kendi ideolojilerini koşulsuz savunmak, empoze etmek amacıyla kullandı. Evrensel doğruları kendi öz değerlerimizde uyumlu hale getirebildiğimizde ölçüde bilimin, ilimin gerçek manada gerekliliğine inanır bu toplum.
Üniversiteler bile özgür bilim yapamayınca, akademik bilgiler ile sosyal gerçeklikler arasında uyumsuzluklar olunca yetişen öğrenciler de edilgen, amaçsız yapıya büründü. Üniversite artık sadece ekmek kapısı olarak, ekonomik gelir kapısı olarak algılandı zamanla. Çünkü öğrenciye çocukluktan itibaren mesleki kaygı aşılanmıştır. Üniversite kişinin kendisini her boyutta geliştireceği bir yer olarak algılanmaktan çıktı. Okuldan mezun olunca iş sahibi olanlar genelde okumayı da bırakıyor.
Ülkedeki siyasi istikrarsızlıklar ve sürtüşmeler neticesinde eğitim politikalarımız siyasi kavgalara kurban gidince üniversitelerde kalitenin düşmesi, akademik kadroların da verimliliğini azalttı. Akademik çevreler yeterli düzeyde halkı aydınlatma misyonunu gerçekleştiremedi. Artık akademik çevrelerde de kutuplaşmalar başladı, siyasi ayrışmaların kavgaların oldukları yer halinde geldi. Aydınlarımız, akademik çevreler giderek halktan koptu, gerçek işlevleri yerine, topluma ön ayak olma sorumluluğu yerine siyasi rollere bürünüp toplumsal bütünlüğü unuttular, bilgilerini gelişim, değişim için değil belli tarafın hükümranlığı için kullanmaya başladılar.
Böyle yapıdaki aydınlar, entelektüeller, akademik çevreler özgür ve düşünen, okuyan beyinler üretemez asla. Milli eğitim politikaları da siyasilerin yaz boz tahtası aline gelince uzun vadeli, kalıcı çözüm odaklı eğitim politikaları yapılmamakta, bunun yerine kısa vadeli, popülist politikalar ülkenin genel kültür seviyesini azaltmakta, dolayısıyla amaçsız toplum, okumayan toplum karşımıza çıkmakta. Tüm bu süreçler genel olarak toplumda çaresizlik fikirlerini besledi. “Ne yapılırsa yapılsın bu ülke düzelmez.” anlayışını doğurdu. Ve artık okumak, gelişmek, öğrenmek, kolektif düşünmek anlayışı yerine edilgen anlayışla egoist yaşamlar, düşünceler ortaya çıktı.
Artık sadece zorunluluktan dolayı okuyoruz, meslek edinmek için okuyoruz, makam sahibi olmak için okuyoruz. Ki bu egosal okuma durumları genel manada kişiliği geliştiren, sosyal sorumluluk anlayışını geliştiren yapıdan çok uzakta kalmakta. Bu şekilde oluşan toplumda artık aileler çocuklarına kişilik vermeden önce mesleği kaygılar aşılayarak ileride ekonomik açıdan rahat etmelerini öğütlüyor, bu uğurda paralar savruluyor. Mesleki kaygı neden verilir, geleceğe güvensizlikten dolayı. İnsan kendi varlığının gerekçesini arama ihtiyacı içinde olursa bilgiyi sever, okumayı sever. Ama bu insani, ruhsal güdü farklı mekanizmalarla insanda zedelenirse kişide okumak, gelişmek, öğrenmek çok uzak bir hayalden öteye geçmez. Ayrıca yeni nesillerin okuyan olması için öncelikle ana-babaların kitap okuması lazım. Kimse okumaktan muaf değildir ve çocuklar söylenilenleri değil; başkalarının, ebeveynlerinin yaptıklarını yaparak öğrenir.
Anne ve babaların da ciddi düzeyde sorumlulukları var çocukların okumaması konusunda. Sorumluluk almak özgürlüğü sağlar, gelişimi sağlar, kaliteyi arttırır. İnsanın bilgiyi, okumayı, gelişmeyi sevmesi için, belki de insanın ciddi düzeyde kendisini sevmesine, tanımasına, kendisiyle yüzleşmesine ihtiyacı var. Ailelerin de öncelikli amacı çocuğuna mesleki kaygı aşılamak değil, çocuğunun sağlam karakter kazanmasına olanak sağlamak olmalıdır. Sağlam olgunluğa, iradeye, özgüvene sahip olmayan akademik eğitim almış insanlarımızın özel ve mesleki konularda başarısız olmaları bu yüzdendir. Kendini, yaşadığı toplumu, dünyayı tanımak için insanlarımızın çok az bir bölümü okuma alışkanlığına sahiptir.
Çocukta sağlam karakter kazanımı için insani gereksinim, kültürel gelişim sağlamak gibi kaygılar yok gibi artık. Yani artık parasal sorunlar çözüldü mü, her şey çözülmüş anlayışı hakim durumda. Bu noktada ailede ebeveyn çocuğuna kendi özgünlüğünü, kişiliğini kazandıracak davranışlardan ziyade daha çok kuru nasihat, ”Dediğimi yap; yaptığımı yapma!” durumlarını yansıtmaya başlayarak zaten toplumdaki edilenleşmiş, özgüvensiz yapıyı beslemekten öteye gidemediler.
Evinde kütüphanesi olmayan, kendi kitap okumayan ana – baba çocuğuna ”kitap oku” demeye başladı. Kendi kitap okumayan, sınıfında kitap olmayan öğretmen öğrencisine kitap okumayı öğütlemeye başladı. Özgüven kazanamayan insan varlığın gerekçesini, hayat amacını bulmak adına asla arayışa girmez, kitap okumaz. Aile içinde çocuk ana baba tarafından kendi hayat deneyimlerinden yola çıkarak çocuklarının geleceğini daha iyi yapma adına türlü kaygıları, korkuları çocuklarına yansıtıyor. Bu da nesillerin özgüvensiz korku dolu, endişeli olmalarına yol açıyor. Silik kişilikler kitap okuma gelişme, hayatı sorgulama, kendisini tanıma sorumluluğu duymaz asla. Zaten edilgen yapılar sadece hazır olanı alır, eleştirme gereği duymaz, özgüven gelişmediği için özgün davranışlar içinde olmaz, ideal sahibi olmazlar. Bu yapıdaki cemiyet türlü sorunları bünyesinde taşır.Zihinleri verimli olmayan toplumda zehirli düşünceler çoğalır bu da haliyle acılara yol açar. Ama okumak şart olur bazen, neden? Para kazanmak için. Nereye kadar okumalı? Para kazanana kadar. Okumak şart, kendini kazanmak için değil; para kazanmak için!..
Kitap okumama sürecinde belki de son yıllarda medya büyük rol oynadı. Genel olarak psikolojik bakımdan gelişmeye, değişmeye kapalı hale gelen toplumsal dokunun üzerine televizyon yayınları eklenince âdeta narkoz verilmiş bir toplum haline geldik. Âdeta tv bağımlısı olduk; çünkü zaten daha önce içimizde türlü sebeplerle var olan boşluklarımız, kaygılarımız, amaçsızlığımız bir bakıma tv’deki gerekli gereksiz programların bizlere verdiği geçici hazlarla bastırılamaya başlandı. Ama derin boyutta yaramız kanamaya devam etti.
Gençlerimiz içlerindeki sevgi eksikliğini, ait olma ihtiyaçlarını, değerlilik eksikliğini dizi yıldızlarına hayran olarak, onlar gibi davranarak, onlar gibi olmaya çalışarak gidermeye çalışıyor. Adeta onlarla kendilerini bir tutuyor, özdeşim kuruyor onu taklit ederek kendi benliğini ayakta tutmaya çalışıyor. Hayranı olduğu kişi kötü yapıda olsa bile o davranışları normal görebiliyor hatta o da bunları yapabiliyor (şiddet, yanlış eğilimler vs.) Bu noktada genç; ailesini, değerlerini dışlayabiliyor, hayranı olduğu kişi gibi olmadıkları için, onun değerlerini taşımadığı için. Genç, hayranı olduğu kişi gibi olamayınca depresyona giriyor; çünkü ancak onun gibi olursa mutlu olacağını düşünüyor, değerli olacağını düşünüyor. Bu süreç giderek ağır psikolojik, kişilik sorunlarının temelini oluşturur. Ayrıca tutulan futbol takımlarına hayranlık, futbolcu sevgisi de aynı sorunları doğurur ileri boyutta. Takımı yenince mutlu olan, yenilince ağlayan kişi acaba huzurunu kimlere teslim etmiştir, acaba bu yapıdaki hayran kitlesi, takım tutanlar gerçekten özgür mü yaşıyorlar? Bu süreçlerin temelini kişileri değerli, sevgiye layık olacak bilgilerden yoksunluk oluşturmaktadır. Cehalet sevgisizliği, o da ağımlılıkları, aşırılıkları doğurur.
Ve medya, televizyon… Korkutulmuş, edilgenleşmiş, hakkını aramayan toplumu acıtmadan uyutmanın en iyi yolu tv idi. Bu masum(!) alet yaptığı yayınlarla koca toplumu düşünmekten, okumaktan sorgulamaktan alıkoydu. Çünkü yasal olduğu için ne kadar zararlı yayın da yapsa, insanlar kendilerine faydalı olup olmadığını irdelemeden her programı izliyor. Her gıda yenmez, öldürebilir; ama her program izleniyor; çünkü yasal.! Artık okuma gelişme, insanlara örnek olma sorumluklarımızı unuttuk, onun yerine medyaya esir verdik beyinlerimizi. Ama içten içe aslında kimse mutlu değil. Artık medya bizim gerçeğimiz, gerçek dünya sosyal hayatın getirdikleriyse hayalimiz oldu bir bakıma. Çocuklarımızın ruhsal ihtiyaçlarını giderme, sorumluk alma, sosyal diyaloglar, kültürlenme ise hayalden ibaret kaldı. Tv’siz hayat düşünemiyoruz çünkü boşluğumuz, amaçsızlığımız ancak böyle bir alet tarafından sahte bir mutlulukla doldurabilirdi. Medya artık kendimizden eşimizden, çocuğumuzdan daha geleceğinden daha önemli oldu. Yasal olan her programı normal görüp izleyen insanımız beynini kiraya veriyor, sorumluluklarını yapmıyor, kendi içinde yabancılaşıyor, hayali alemde yaşıyor, iletişimi bitiyor insanlarla ki sevgi, güven empati bitiyor. Tv, insanı içten köreltince bağımlılık oluşturuyor, kitap bilgi, gelişmek gibi temel ruhsal ihtiyaçlarımız artık insanlarımız için son derece sıkıcı, gereksiz olarak algılanıyor.
Sanırım yakın zamanda tv bağımlıları için tedavi klinikleri kurulabilir. Tüm bu sayılan toplumsal dinamikler okumayı, gelişmeyi, idealist olmayı, sosyal sorumluluklar almayı, kardeşlik düşüncelerini, üretken olmayı azalttı onun yerine kendi güvensizliklerini, içsel yetersizliklerini sürekli eğlenerek, sürekli dünyevi hırslarının peşinde düşerek kapatmaya çalışan insani yapının ortaya çıkmasına yol açtı.
Sonuç olarak: İleri ve gelişmiş toplumlar arasına girmenin tek yolu okumak ve okuduğumuzu topluma yaymakla mümkündür. İleri toplumlar bunu yapmaktadır. Kitap okumanın yanında yazmanın da büyük bir proje olduğunu bilmek durumundayız. Okuyan ancak bir şeyler düşünebilir ve yazabilir. Kitap okumayanların bir şeyler yazmasının imkânı yoktur. Ben diyorum ki önce okuyalım ve sonra yazmaya başlayalım. “Okuyan insan yaşayan insandır” yaşamak ve yaşamın tadını çıkarmak istiyorsak mutlaka okuyacağız ve okutacağız. Bir başka yolu yok. “Okuyan toplumlar yaşayan toplumlardır” Okuyan toplum olmak için; aile de, anaokulunda, ilkokulda, ortaokulda, lisede ve üniversitelerde bu işi çok iyi yapmak ve uygulamak durumundayız. Kitap okuma aile ortamlarında önemsenmelidir.
Aile ortamında kitap okumak için günün belli saatlerinde yer verilmelidir. Aile ortamlarını günümüzde en çok meşgul eden dizilerden biraz uzak durmak gerekir. Sürekli dizi seyretmek yerine kitap okumayı alışkanlık haline getirmek gerekir. Okullarda öğretmenler, yöneticiler ve öğrenciler olarak aynı kitapları okuyarak bu okunan kitapları toplantılar yaparak yorumlamak kitap okumayı daha zevkli hale getirebilir. Bu kitap okuma faaliyetleri ve etkinlikleri sürekli devam etmelidir. Ülkemizdeki sivil toplum örgütleri kitap okumayı teşvik etmeli ve sivil toplum merkezleri, vakıflar ve dernekler merkezlerinde üyeleriyle birlikte aynı kitapları sıra dâhilinde okuyarak ve okunan kitapları yorumlayarak etkin rol oynayabilir. Kitap okumayı alışkanlık haline getirmenin sayısız yolu ve yöntemi vardır. En iyi yöntem bu işi en iyi yapanların ve uygulaya bilenlerin yöntemidir. Önemli olan bu işi en iyi yapanları bulmak ve kendilerinden yararlanmaktır.Her kim bu işi iyi biliyor ve uyguluyorsa onlardan faydalanmayı bilmeliyiz. Firmalar ve kurumlar plaket vb. şeyler vermek yerine zaman zaman çalışanlarına ve hedef kitlesine kitap ödülleri ve kitap hediyeleri verilmelidir.
Ve son sözü büyük düşünür Ali Şeriati’ ye bırakıyoruz : “İnsana en çok okumak yakışır. Mürekkebin kuruduğu yerde kan akmaya başlar!”
Halil KIRIK
Son Yorumlar