“Tek erdemimiz bu: başlamak
her gün yaşama- toprağın önünde,
susan bir göğün altında- bir uyanışı bekleyerek.”
Cesare PAVESE
Hakikati aramak… İnsanlığın ortak kimyasında, binlerce yılın birikiminde aramak gerçeğin ışığını. İnsanlığı sarıp sarmalayan geniş ve yekpare bir açıyla kucaklamak dünyayı. Tarihin dehlizlerinde, rivayetlerin uçucu etinde, ön yargıların, tabuların yalan ülkesinde gerçeğin sırrını aramak… İnsanlık tarihi, bu uğurda hayatını hiçe saymış, türlü cefalarla sınanmış münevverlerin anısı üzerinde yükselir. İyiliğin ve sevginin ruhu mecalsiz bir nefes hükmünde de olsa yaşıyorsa eğer, bu mucize, karanlığa savaş açmış neferlerin sayesindedir. Ölümü, yalnızlığı, aforoz edilmiş bir kalbi ve acıyı vaat eden bir cenktir bu. Bu adaletsiz cephede nice bedeller ödenmiş, nice aydınlar yokluğa karışmıştır. Bedel ödemek yazgısıdır aydının. Cemil Meriç de bu bedel töresinden nasibini almış, otuz sekiz yaşında ışığa gözlerini yumma pahasına karanlığı içine hapsetmiştir. Ömrünü insanlığa ve hakikate adamış her bilgenin ardından ışığın şarkısı duyulmuştur karanlık köşelerden. Cemil Meriç’in ardındaki şarkı ise şavkı karanlığa vurmuş bir yangındır. Cehalet ummanına kıvılcım kıvılcım sözcükler uçuran bir yangın.
Denemenin savruk ikliminde Cemil Meriç’i aramak… Kütüphaneler dolusu bilgiyi ve onulmaz acıları derlemek Montaigne’in kaygısız bahçesinde. Oysa siyah – beyaz fotoğraflardan ciddiyet ve disiplin şavkıyla yansıyan Üstad, uçsuz ve derin bir makalenin çağrışımıyla akar belleğe. Son noktası konulmayacak kadar sonsuz ve bilginin sırrını açığa çıkaracak kudrette imkansız bir makale… Denemenin daldan dala atlayan hasbihaliyse maksat, sistematik ve kronolojik bir yaklaşımla Cemil Meriç’i irdelemek yerine, Montaigne’in bahçesinden çağrışım çiçekleri toplayarak anmalı Üstad’ı…
Yirminci asır yıkımın zaferiydi insanlık için. İki dünya savaşıyla taçlanmış bir yüzyıl… Hepsi bu mu? Kıyımın biçtiği bu zaman diliminde savaşlar hiç susmadı. İnsanlığın kendine inancını yitirdiği, güzel günlere dair şarkıların tükendiği kararmış bir tarih sayfası… Cemil Meriç, çürüyen bu manzaranın tam da odak noktasında doğdu ve yaşadı. 19 asır boyunca adım adım çöken, tükenen koca bir imparatorluğun enkazıydı onun mekânı. Müstagrip münevverlerin kurtaramadığı bir cihan devleti… Tarihinden koparılmış bir Fransız mandası ve Cemil Meriç…
Hayatını çevreleyen kozmopolit yapıya karışamayan, etrafında tıkır tıkır işleyen ritme dahil olamayan bir çocuk. Reyhanlı’da yalnız bir çocuk… Oysa bir çocuğun yalnızlığı korkunçtur. Sonsuzluğa uzanan koca evrende, biricik ve savunmasız bir nefes kadar mecalsizdir yalnız çocuk. Bundan oyuncaklara bu kadar içten ve sıkıca sarılır küçük eller. Oyunların yalan alemine yalnızlık buhranıyla sığınır çocuklar. Cemil Meriç, yalnızlığın uçsuz girdabından kurtulmak adına içindeki büyük ülküyü dinleyerek kitaplara sarılır. Okumak alternatif bir iklim yaratmaktır onun için. Yazmak ise hayatla uzlaşmak için kurduğu bir dil… Dil içinde çatılmış yeni bir üstdil.
Yalnızlık kaderdir bazı şahsiyetler için. Çağını aşan bir algıyla hayatı özümseyen, yaşanılan zaman dilimine sığamayacak kadar oylumlu bir bakış açısına sahip olanlar için yalnızlık kaçınılmazdır. Zamanın ve mekânın mantığına sığmayan her dahi, yalnızlık hırkasını giymiş, yadırganmış, taşlanmış, sürgünlerde çile doldurmuştur. İnsanlık tarihinin dönüm noktalarıdır oysa bu insanlar. Taşlanan her derviş yeni bir sayfa açmıştır tarihin derinliklerinde. Üstad, bu seçkin insanlardan biridir. Kader ailesini Helen kültürünün estiği bir diyardan -Dimetoka’dan- türlü kültürlerin yoğrulduğu Hatay’a sürüklemiştir. Dahil olamadığı bu çevre Doğu kültürünün ilk nüvelerini atmıştır bilinç altına. Ganj kıyılarında gerçeği arayan Üstad’ın kulaklarındaki rüzgar uğultusu, ihtimal Asi’nin de türküsüdür.
Fikir hayatında Fransız mandası ve Fransızca ağırlıklı eğitim veren Antakya Sultanisi’nin önemli etkileri vardır… Fransız kültürüne açılan sihirli bir kapıdır Sultani. Dünya kültürüne ve edebiyatına Fransızcanın penceresinden bakar Üstad. Dünya edebiyatını Fransızca çevirilerden okur. Fransızca edebiyatta ilk aşkım dediği Balzac’ı verir ona; Zola’yı, Hugo’yu, Saint Simon’u tanıtır. Arafa yazgılı bir Mecnun’dur o. Zihinlerin kapısını çalıp gerçeği haykıran, zamanın ve mekanın ötesinde insanlığa acılarını ve günahlarını fısıldayan bir Mecnun… Fransızca Batı’nın kapılarını açar Üstad’a. Doğu ise bilinçaltını günbegün desenleyen bir nakıştır.
Saint Simon’dan İbn-i Haldun’a uzanan bir yörüngede sallanan bir sarkaçtır Üstad. Yerküreyi kucaklamaya çalışan bir yörüngedir. Kah Paris sokaklarında dolaşan entelektüel kah Ganj kıyılarına inen bir derviştir. Gençliğinde Fransız karşıtlığı nedeniyle mimlenen genç, Batı kültürünü ve edebiyatını Fransızcanın geniş merceğinden okur. İşin acı tarafı Doğu’ya ait değerleri de ona Avrupalılar tanıtır: Romain Rolland, Schopenhauer, Schelling…
Okumak bir tutkudur Cemil Meriç için. Kitaplarda yaşadım diyecek kadar harflerin iklimini özümsemiş bir aydındır. Bir kanat darbesiyle Olemp, bir kanat darbesiyle Himalaya açılır zihninin uçsuz sayfalarında. Onun okuma serüveni gözlerini kaybettikten sonra da hız kesmez. Dinleyerek seslerin dünyasından yakalar eşyanın, insanın ve mefhumların ruhunu. Zihnindeki sahneleri birer birer doldururur. Hafıza geri çağrılan bilgiler yumağı değildir artık; yaşayan, soluk alıp veren, oylumlanan bir gerçekliktir.
Bu doymak bilmez okuma tutkusu ideolojilerin, yerele saplanıp kalmış öngörülerin, tabuların, ön yargıların ve zümrelerin ötesinde dehaya özgü bir Nirvana’ya yükseltir onun benliğini. Hiçbir ideolojinin rüzgarı, Üstad’ın Nirvana’ya koşan hızına yetişemez. Benim bütün kuvvetim mümkün olduğu kadar tarafsız oluşumdan geliyor cümlesi onun devasa düşünce dünyasının bir sonucudur.
Harf harf, sözcük sözcük benliğinde biriken cevher, çağıl çağıl yazılarında akar Üstad’ın. Okuma dehasının yanı sıra sözcüklere hükmetme gücü de bahşedilmiştir benliğine. Renksiz ve boyutsuz algıların, bereketsiz analizlerin ve ölü doğmuş sentezlerin ötesinde gerçeğin ödün vermez yazıcısıdır o. Pandora’nın kutusuna varlığını siper edip insanlığa karanlığın tehdidini haykıran bilicidir.
“60’lara kadar tecessüsümün yöneldiği kutup Avrupa.” diyen Üstad, Hint’i keşfeder sonunda. Bu mecrada ilk hocası Romain Rolland… Hint sayesinde Asya’ya açılır. Bir kaçıştır belki de bu. Baştan sona özümseyip, zehrini damıttığı Batı medeniyetinden kaçış… Oysa kadim uygarlıkların beşiğinde yaşar Meriç. Mezopotamya’nın kıyısında, Roma kültürünü boylu boyunca toprağın altında saklayan Amik diyarında, Arap ve Türk dünyasının harmanında, Osmanlı’nın altı yüz yıllık narasıyla bilenmiş şehri İstanbul’da… El Biruni ile Türk kültürüne yakınlığını vurgulasa da Hint egzotik bir ütopyadır kanımca. 1964 yılında Hint Edebiyatı’nı yayınlar. Okuyucusunu bulamayan bedbaht bir kitap…
Yakup Kadri ve Salih Zeki’yi Yunan’a kaçmakla suçlar, kimi aydınlarımızı Fars kültürünün peşinde görür. Aydını kendi ülkesine yabancılaştıran bu ütopik memleketler: Helen ve İran, Hint’ten daha uzak değildir aslında. Endülüs’ten Almanya’ya çizilen geniş bir açıda özümsediği Batı’dan, baharat kokulu düşlerin buğulandığı Hint’e uçar Üstad’ın tecessüsü. Oysa küçük Asya ve onu bin yıldır ilmek ilmek işleyen Türk kültürü, boylu boyunca uzanmaktadır Kafkas’tan Balkan’a kadar.
Yığınlar Avrupalılaşırken, aydınlar Türkleşmeli. Ve çalışmaya başladım. Spinoza kırk dört yaşında ölmüş. Nietzsche kırk dört yaşında delirmiş. Ben yolumu kırk dört yaşında buldum… Konya yolculuğu sırasında karşısına çıkan genç üniversiteli ‘sen bizden değilsin’ der. Şavkı sınırları, mesafeleri aşan bir deniz feneri gibi yerküreyi tarayan Üstad, bu itham karşısında kendi içine yöneltir düşünce ışığını. Yazgısı aldanmak ve aldatmak kavramlarında düğümlenmiş aydın tavrını sorgular ve daha fazla ışıtmaya başlar kendi insanını , kendi topraklarını deniz fenerinin tecessüsü.
İthal kavramlarla kavgaya tutuşur. Türkçe konuşan birer Fransız olarak niteler kendi benliğine küs, Avrupa’ya yazgılı Tanzimat aydınını. Batı’dan ithal kavramların ve ideolojilerin sarmalını kırmak ister. Avrupa’nın dayatması ‘kültür’ sözcüğünün yerine beşeri beşer yapan vasıfların bütünü olarak gördüğü ‘irfanı’ tercih eder. ‘Uygarlık’ yerine ‘umran’ı benimser. Çağdaşlık kavramı ise şuuru felce uğratan bir zehirdir.
Kaynaklarından kopan bir intelijansiyanin kaderi, bir mefhum hercümerci içinde boğulmaktır şüphesiz. Zavallı Türk intelijansiyasının Batı’ya yazgılı bakış açısı öyle güçlü ve saplantılıdır ki kendi insanına yabancılaşma, öz kültüründen uzaklaşma nöbetleriyle çöreklenir koynumuzda. Üstad “Kral Çıplak!” diyen bilinçtir, düşmanları dost, dostları düşman tanımış bu ortamda.
İnsanlık tarihini meşgul etmiş; acılara, yıkımlara ve savaşlara neden olmuş birçok kavram Üstad’ın tezgâhından geçer. İdeolojiler, Marks’tan İbn-i Haldun’a münevverler, terimler tartışmalar, doğmalar… Cemil Meriç’in devasa birikimiyle bilenen üslubunda yeniden tanımlanır kavramlar. Hakikati farklı kültürlerin, coğrafyaların ve tarihe mührünü vurmuş şahısların dünyasında arar. Okuyucuyu yukarı çeken bir çağrıdır Üstad’ın üslubu. Harflerin çığlığına sığmayıp yükselen bir bilgi birikimiyle karşılaşır ilkin okuyucu. Arayışın, sentezlerin ve değerlendirmelerin güçlü kıldığı bir üstdil çarpar dimagları. Türk insanının uyuşan şuuruna bir alev mızrak gibi saplanan bir üstdil…
Tanzimat öncesinin bin yıllık devasa Anadolu Türk tarihi, Üstad’ın derin ve ince analizlerinden yeterince nasibini alamamıştır.. Bu Cemil Meriç’in ihmali midir, yoksa toplum olarak bu hazineyi dehaya sunamamak bizim eksikliğimiz midir? Sorgulamak gerekir.
Mağaradakiler adlı eserine Eflatun’un Devleti’nden alıntıladığı Mağara mitosuyla başlar Cemil Meriç. Mağarada dış dünyaya sırtlarını vererek zincire vurulmuş insanlar sıralanır, görebildikleri yalnızca dış dünyanın duvara yansıyan gölgeleridir. Gerçeklerinin bundan ibaret olduğunu zannederler. Öylesine benimseyip kanıksamışlardır bu dünyayı. Işığın, rengin ve oylumlanan manzaranın gerçeğini gösterseniz de onlara, fark etmez, kamaşan gözlerinin inkarıyla gölgelerin hüküm sürdüğü dünyaya geri dönerler. Bireyleri mağaralardan çıkamamış bir medeniyet ne kadar vakıf olabilir gerçeğe? Bilgiye sahip olma tutkusunu ne kadar yaşatabilir? Ne oranda uzlaşabilir kendi insanıyla?
İnsanoğlunu kapandığı mağaradan hakikatin ışığına çağırır Cemil Meriç. Yaşanılan gerçekliğe sırtını çevirip karanlık duvarlarda taassubun, ön yargının, kinin ve nefretin gölgeleriyle oyalanarak ömür dolduran insanoğlunu. Yereli aşan bir kaygıyla çağırır; çünkü belli bir seviye gelen insan için insanlık bir bütündür.
İdeolojilerin ve zümrelerin uzağında, ışık arayan, aydınlanmak ve aydınlatmak isteyen Üstad, yaşadığı dönemin Türk intelijansiyasında hak ettiği yeri alamaz bir türlü. Aydın geçinen zümrenin dehaya karşı tavrı hiç değişmez: sükut suikasti ve nekrolojilerde timsah gözyaşlarıyla günah çıkarma… Cemil Meriç’in dergilerdeki yazıları, Balzac ve Hugo’dan yaptığı mükemmel çeviriler hak verir bir vicdanla değerlendirilseydi, mağara duvarlarındaki gölge tanrılara tapınan aydının makus talihi değişirdi belki…
Hakikati aramak… Acıların krom bir çığlık gibi göğe yükselen feryadında, yıkımların akıl almaz korkunçluğunda, vahşeti anlamayan, anlamlandıramayan çocukların gözlerinde yerle bir olan düşlerde, aldanış şarkılarıyla birbirini boğazlayan kardeşlerin kararan yüreklerinde gerçeğin sırrını aramak. Gücün rüzgârına kapılıp vaat edilmiş bir yörüngede sürgit dönmek yerine, karanlığın kanatlarına hücum eden bir Don Kişot olmak… Bu zavallı satırların hiçbir okuyucusu olmasa bile. Denize atılan bir şişe onlar. Belki dalgalar asırlarca sonra aşina bir ele tevdi edecek onları… Belki asırlar asırlar sonra, insanlık mağaralardan aşırdığı karanlığı büyüterek kendi sonunu yaklaştırdığında, güneş ferini yitirip toprak küle kestiğinde, denizler maviliklerini buğu buğu uçurup birer balçık yığınına dönüştüğünde, zincirlerinden kurtulmuş bir genç unutulmuş bir kıyıda bulacak denize atılan bu şişeyi ve Üstad’ı keşfeden marazlı bilinç tekamül zamanının geldiğini anlayacak. Cemil Meriç zamanlar ve mekanlar üstü düşünceleri ve dimağlarda yeni ufuklar açan satırlarıyla hep genç kalacak…
Murathan ÇARBOĞA
Son Yorumlar