Alacakaranlık

Akşam sonsuz kızıllığıyla çökerken pencereme, serin bir esinti ile uçuşuyor çiçekleri solgun perde. Rüzgarın uçarı dansına kanmayacak kadar dalgın, iklimin adını anmayacak kadar yorgun perde. Düşüncelerim gibi, benim gibi…

Karanlık ağırlığınca çöküyor vaktiyle dağ çiçekleriyle kurutulmuş, artık kar tozuyla uyutulmuş odama. Alacakaranlığa karşı bir avaz uğuldayan serçe çığlıkları yankılanıyor mabedimde. Evine, evdeşine, yoldaşına dönme telaşında âlem serçelerle birlikte. Yitik bir coğrafyaya iliştirilmiş gibiyim. Ait olduğum yer nerde anne?

Omuzlarımda yaşanmamış onca hayalin ağırlığı. Acıklı bir koku sarıyor odayı. Kıyısı kayıp gemilerin, yarım kalan hayallerin, okunmamış namelerin kokusu. Yalnızlığın kokusu. Düş artığı bir yalnızlığın izahı zor kekre kokusu. Başımı döndürüyor buğusu genzi yakan oda. Ha düştü ha düşecek avucumda kalan. Tutmasalar düşeceğim. Tutanım yok. Ellerimden tutardın düşmeyeyim diye. İlk adımlarımı özlüyorum anne…

Dünyanın dönerken çıkardığı uğultuyla sarsılıyor bedenim. Kulaklarımı tırmalıyor gıcırtılar. Yeryüzünde kaç canlı bu tiz sesi duymakta?

Saniyeleri sayıyor yelkovanı olmayan saat. Zaman durmuş gibi. Zaman, bir serçe göz yaşında, bir güvercin telaşında ortadan ikiye bölünmüş gibi. Zaman, dünyayı yutan bir yarıktan boşluğa açılmış gibi. Boşluk yokluğa, yokluk hiçliğe doğru yol almakta. Kayboldum çıkmazlarda. Benim yolum nerde anne?

Hiçliğin taş döşeli çıkmaz sokaklarında oyalanmış ömrüm. Odanın ürperten sessizliğinden mustarip, köşesi yırtık bir kanepede öylece bakıyor yüzüme donuk gözlerle kalan günlerim.

Hangi gündü bir toz bulutu halinde önüme yığılmışlığım? Kaç mevsim yaprak yaprak dökmüşlüğüm, bahşedilmiş bir canla bin bir defa ölmüşlüğüm?

Yıllar birbirini kovalamış, ben kesik kesik kanamışım hicran yaramda. Hicranım vefa denizinde kaybolanlara, kendi kanında boğulanlara. Hangi zaman diliminde çektim bunca acıyı?

Günlerden neydi?

Kimdim?

Kimdeydim?

Neredeydim?

Nereydim?

Nafile bir çırpınış bu. Çırpınışım sekarat bir canın son çabası gibi özleme dönüşüyor birden. Susuzluktan ölen, sonsuz denizleri dileyen bir kuş özlemine, memleket özler gibi. Doğduğuma sevinenler oldu mu? Doğduğum ev nerde? Burnunun direği sızlıyor gençliğimin anne…

Bulutlar da katıldı sükunetle rüzgarın kutsal törenine. Çok azı beyaz, çoğu kurşuni, kenarları bir sevda türküsüyle tutuşmuş, gam yüklü bulutlar…Sahipsiz bir tabuta el verir gibi, hıçkırıklarla boğulmuş bir boğaza çöreklenir gibi, kahırla kararmış yüreğim gibi…

Yorgun rüzgar, hüzünlü bulut, ya medet! Umudu bir şimşek çakmasına kalan yağmura merhamet et! İzin ver, izin ver akıtsın içinde saklı göz yaşlarını. İzin ver ki, yeniden can bulsun, suya hasret toprakla yeniden hemhal olsun, yaşlı bedenim gibi…

Hüznün en ağır ahengiyle nihayet başlıyor yağmaya, kar tozuyla uyutulmuş, dağ çiçekleriyle kurutulmuş ruhuma. Kutsal bir vazgeçişle  rüzgarı umursamıyor perde. Perde kadar kayıtsızım rüzgara, tabiata, insana. Kırgın bir sessizlik, kül tadında bir acı, kulağımda ritmi susmayan bir çocukluk şarkısı. Nefes almaya çalışıyorum, alamıyorum. Yoruluyorum, boğuluyorum. Pencerem kaç zamandır gökyüzüne açılmıyor anne…

Zaman yedi başlı bir canavar. Ha yuttu beni ha yutacak. Ağzıyla taşıyıp yeniden geçmişe bırakacak. Sürgülü kapılar ardında kalmış beklentilerimi bir daha yıkacak. Erguvan yüreğimde laleleri solduracak. Bu muydu sabırsızca beklediğim gelecek? Gizine erilmez mutluluk nerde? Gelecek olanı artık beklemiyorum anne…

Ağır ağır doğruluyorum. Kemiklerimin sesiyle sarsılıyor bedenim. Gülüşleri gökyüzüne asılı kalmış, sararmış bir fotoğraf, bir de sırı dökülmüş sedef ayna; duvarda. Işıltısı sönmüş, ikiye bölünmüş bir yüz yansıyor yüzüme acımasız aynadan. Kederi gözbebeklerinde hapsolmuş, ağlamaya ram olmuş bir çift ürkek göz yavru ceylan tutsaklığında. Uçarı bir gençlik telaşı vardı oysa dudaklarımda. Kaybolmuş bir hayatın gölgesi gibiyim. Senden ödünç alınmış güzelliğim nerde anne?

Aynaya baktığımda uysallıkla taçlanmış duru güzelliğini görmeyi dilerdim gençliğimin. Görebildiklerim bundan çok uzakta. Ne tuhaf! Gençliğini andırıyordum oysa. Bahar çiçekleriyle renklenirdi elbiselerin. Eteklerinde yüzen nilüferler, ucunda incecik danteller, yakanda Beyoğlu taşlı kelebek bir broş. Elbisenin etek ucuna dokunurdum sen kumral saçlarını tararken aynanın karşısında. Taradıkça pembe güller açardı da elmacık kemiklerinde, gücenik gölgeler düşerdi tebessümünü kıskanan gamzene. Uzak deniz kokularını getirirdi taradıkça dalgalanan saçların kıyılarıma. Islak çakıl taşlarının yosun kokusu nerde anne?

Zaman çığırından çıkmış bir hızla alıp götürmüş ne varsa benden yana. Etekleri fesleğen kokan bir kadın cilvesiydi hayat oysa bana. Heyhat! Geçti yıllar. Durmaz dünya, dönmez devran. Başka bir şimdi, başka bir an. Başka bir ev, başka bir ayna. Bir peri kanadında gelir miydi başka bir dünya? Sevgiyle büyüttüklerim hiç ölmeseydi, kalbime diri diri gömmeseydi yeniden tutunur muydum hayatın saçlarına ? 

Ölülerin ölmediği bir yaşamı, özlüyorum anne!

Ülkü OLCAY

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *