Rivayet edilir ki bir zamanlar, ilmine ve ameline itibar edilen büyük bir şeyh varmış. Dinî konularda herkesin sorusuna tatmin edici cevaplar veren ve çevresinde yüzlerce sadık müridi olan şeyhin tek kusuru, tütün tiryakisi olmasıymış. Zar gibi incecik kâğıtlara sardığı tütünü gümüş bir tabakaya kalem kalem istif eder; gün içinde de birbiri ardına yakarmış.
Şeyhlerinin bu haline çok üzülen ama edeplerinden dolayı yüzüne karşı bir şey söyleyemeyen müritler, onu bu kötü alışkanlıktan vazgeçirmek için kendi aralarında plan yapmışlar. Plana göre müritlerden biri rüyasını anlatmaya başlamış:
-Efendim, dün gece rüyamda Peygamberimizi gördüm.
-Hayra çıksın inşallah…
-Rüyamda, Peygamberimiz bir yolculuğa çıkmış; hayvanat ve nebatat cinsinden karşısına çıkan ne varsa önünde saygıyla eğiliyor ve ona yol veriyorlardı. Bitkilerden biri edepsizlik edip saygı göstermediği gibi yolundan da çekilmedi, Peygamberimizin… O bitki maalesef sizin çok sevdiğiniz tütündü, efendim…
Müritlerinin niyetini ve işin nereye varacağını anlayan uyanık şeyh, istifini hiç bozmadan ‘Vay edepsiz vay! Getirin, yakayım şunu da, görsün gününü!’ demiş ve bir sigara daha tellendirmiş.
Bu kıssa ne kadar doğru, bilmiyorum ama tütünle tanışmamızın çok da eski olmadığını biliyorum. Tarihçi Peçevi’nin verdiği bilgilere göre 15. yüzyılın sonlarında tanımışız, tütünü. Önce hastalıkların tedavisinde kullanılan tütün kısa bir süre sonra halkın ve devlet adamlarının müptela olduğu bir illete dönüşmüş. 16. yüzyılın ikinci yarısında İstanbul’da açılan kahvehanelerde hem tütün hem de kahve sunulurmuş, ehl-i keyfin hizmetine. Bu keyfin kısa sürede nasıl yaygınlaştığını Aynî şöyle dile getirmiştir:
Tütün kahve iki dâne birâder
Cihânı müşterek zapt eylemişler
Hem tütünün zararlarını hem de kahvehanelerin yönetim için nasıl bir tehlike merkezi oluşturacağını daha işin başında fark eden IV. Murat, dinî gerekçeler göstererek tütün ve kahvehaneleri yasaklamış ancak bu yasaklar çok da uzun sürmemiştir. Ölümünden kısa bir süre sonra 1646 yılında, kendisi de bir tiryaki olan Şeyhülislam Bahai Efendi’nin fetvasıyla tütün kullanımı yeniden serbest hale gelmiştir.
Tütün keyfini, 18. yüzyıl şairi Sümbülzâde Vehbi, Sultan Selim’e yazdığı kasidede şöyle anlatır:
ehl-i keyfiŋ tütünü ‘arşa çıḳar yaḳılaraḳ
sūziş-i hāhiş-i tönbākü ile nargile-vār
‘Tömbekinin nargilede istekli biçimde yanması gibi keyf ehlinin dumanı göklere yükselir.’
Tütün için bağımsız bir kıta ve bir gazel yazan tek şair, herhalde 17. yüzyılda yaşamış olan Niğdeli Ahmet Nami’dir. Beray-ı Duhan (tütün için) başlıklı kıtasında şair, tütün yasağı sırasında elinden sigara ağızlığının düşmemesini, tiryakiliğine değil ta içinden çektiği ahın dumanını çıkarmak amacına bağlamakta; yürek yangınının da ancak bu şekilde rahatladığını vurgulamaktadır. Ne var ki bütün bunlar, tütün müptelası olan şairin bahanelerinden başka bir şey değildir:
Lüle düşmezse n’ola destümden
sanmañuz kim idem safâ-yı duhân
Ana dûd-ı derûnumı koşarın
Râhat olur biraz dil-i sûzân
Ahmet Nami, tütün için beş beyitlik bir de gazel kaleme almıştır. Divan şiirin tütün için yazılmış belki de tek gazeli şöyledir:
Duhânı içdügüñce feyz-i la’lüñ ey büt-i gûyâ
Sifâl-i lûleden bir sünbül-i mâ’i ider peydâ
‘Ey güzel, sen tütün içerken dudağının keremi, ağızlığın sürahisinden mor sümbüller akıtır.’
Ney ü lûle degüldür genc-i hüsne pâsbân olmış
Bir ef’idür dehânında dem-â-dem olur âteş-zâ
‘Marpuç ve lüledeki kor, senin güzellik hazinenin bekçisidir. O bir yılandır ki ağzında sürekli ateş taşır.’
Demide-dûd o leblerden olur cân-bahş-ı dil-mürde
N’ola itdiyse kârından ferâgat hazret-i ‘isâ
‘O dudaklardan çıkıp yükselen duman ölüyü diriltir; Hazret-i İsa’nın bu işi bırakmış olmasına şaşmamalı.’
Ser-i neyden zülâl-i la’lüñi silseñ benânuñla
Yeter feyz-i benânuñ dilleri mest itmege cânâ
‘Ney ağızlığından sızan ağzının nemini parmağınla silsen parmağının izi bile âşıkları sarhoş etmeye yeter.’
Karin olsa leb-i Nâmi o gül-berg-i lebe bir dem
Vücûdın mahv iderdi germi-i ülfet duhân-âsâ
‘Nami’nin dudağı o yakıcı dudağa biraz olsun yaklaşsa birleşme arzusunun ateşi vücudunu mahvederdi.’
Yeni Türkü’nün Yedikule adlı neşeli şarkısı da nargile ve sarma cigara keyfi üzerine kurulmuştur:
Sarma cigaram yanar
Çekerim ağar ağar
Tekkemiz güzel amma
Haber uçuranlar var
Tütün keyfi, Akdeniz’de Yörükler arasında sarma cıgara ya da atron adını almıştı. Sarma sigara herkesin malumu ancak bu yazının sebeb-i telifi olan atron hakkında çoğunluğun herhangi bir bilgiye sahip olmadığını düşünüyorum.
Kasabada atron atan son nesil, babamın kuşağı idi. ‘İyi ki de yeni nesillere aktarılmadı.’ dediğim bu şaşırtıcı tiryakiliğin kendine göre vazgeçilmez kuralları vardı doğal olarak. Hadi bunlar da geçsin kayıtlara…
Efendim öncelikle şunu söylemeliyim ki atron, sigara gibi içilen değil atılan bir şeydir. Atron atmak’daki dil mantığı, hap atmak deyimindeki ile birebir örtüşür. Çoğunluğun bu deyimini ilk defa duyduğuna adım gibi eminim. Ne sözlüklerde ne de dijital ortamın sınırsız bilgi dünyasında atrona ilişkin herhangi bir bilgi mevcut değil. Türk Dil Kurumunun daha geçen ay hizmete sunduğu Metin Veri Tabanı’nda (Binlerce eserin söz varlığına bir tuşla ücretsiz erişim sağlayan bu harika uygulamayı kullanmanızı öneririm.) da konuya ilişkin tek satırlık bir kayıt yok maalesef.
Babam, satın aldığı incecik kıyılmış tütün liflerini bir gazete üzerine serer ve bir müddet pencerenin önünde havalandırırdı. Ardından da geniş bir tavada, sobanın üstünde ya da ocakta bir iki dakika çevire çevire tütünün nemini iyice kuruturdu. Gazete üzerinde soğuttuğu tütünü derin bir kabın içine alır; üzerine su sepeleyerek yeniden nemlendirir ve eze eze yoğururdu. Tütünün pütürlü ve lifli bir macun kıvamına gelmiş olan bu haline atron deniyordu.
Büyük bir dikkat ve ciddiyet içinde kendi elleriyle hazırladığı atronu, parmak büyüklüğünde ve silindir biçimindeki küçük ilaç kutularına basardı. Ne yapar eder, kocaman kabın içindeki atron tepeciğini 20-25 adet küçücük alüminyum ilaç kutularına sığdırmayı başarırdı, her seferinde. İçine atron basılmış onlarca küçük kutuyu buzdolabında saklardı. Evden çıkmadan ceplerini kontrol eder; dünden kalan boş kutuyu dolusuyla değiştirip öyle giderdi işe. İçine bir çimdik atron koyduğu incecik tütün kâğıdını katlayarak büker ve alt dudağının iç kısmına yerleştirirdi. Ayda bir tekrar ederdi, bu atron hazırlama seremonisi. Zahmetli bir iş olduğundan tiryakiler ihtiyatla kullanır; atron otlakçılığı hoş karşılanmazdı. Babam bazen tiryaki bir komşuya kutusuyla ödünç verirdi. Kısa bir süre sonra dolu olarak iade edilen kutudan aldığı örneği alt dudağına yerleştirir; her seferinde de ‘Tütünü iyi kavurmamış.’ ya da ‘Suyunu çok koymuş.’ diyerek şikâyetlenirdi… Atronu yapmak babamın, korumak annemin göreviydi. Annem boşalmış ilaç kutularını çöpe atmaz, babamın bu hayati ihtiyacı için muhafaza ederdi.
Sadece babam mı… Kasabada orta yaş ve üzerindeki erkeklerin çoğu, atron müptelasıydı. Bu yüzden neredeyse hepsinin alt dudakları üste göre biraz kabarık ve önde; dişleri de sapsarı olurdu. Üstelik iğrenç bir kokusu vardı. Sigara yaygınlaştıkça atron da unutuldu. Yeni nesil keyfin de kolayına kaçıyor, atron yapmanın inceliklerini bilmiyordu. Babamın kuşağını ise sigara dumanı kesmiyordu. Galiba bedenleri, tütünün acı suyunu emmekle teskin oluyordu, ancak. Nikotin dumanla değil de tükürükle vücuda geçtiğinden sigaraya göre daha etkiliydi, atron. Sigaradan daha zararlı olsa da bu zarar sadece kullananla sınırlıydı. Sigara gibi dumanı olmadığından çevreye bir zararı yoktu; hiç kimse de pasif içici falan olmuyordu.
Bugün tütünün atrona en yakın biçimi Maraş otu’dur. Meraklısı için dijital ortamda ayrıntılı bilgiler mevcut. Eskiler ‘Saf zihinleri idlal etmemek için’ bu tür bilgileri detaylandırmazmış(!).
Verdiğim bütün bu ayrıntılardan sonra ‘Hayatımda bir defa bile sigara içmedim.’ desem kimse inanmaz galiba. Ama öyle. Yedi sekiz yaşlarındayken yeni atılmış bir pöçükten (izmarit) çektiğim bir iki fırtı saymazsak hayatım boyunca hiç sigara içmedim…
Mustafa SARI

Son Yorumlar