Avcı-Toplayıcıdan, Küresel Güce – İnsanoğlunun Unutulan/Unutturulan Tarihi – I

Bu yazı dizisi, ekranın, algoritmanın ve dijital kültürün karmaşasında büyüyen Z ve Alpha kuşaklarına adanmıştır.

Bu nedenle yazılırken edebî, felsefî ve akademik bir dilden kaçınılmış; sade ve anlaşılır bir üslup tercih edilmiştir. 

İnsan türünün, anatomik olarak modern insanın (Homo sapiens), bilinen ortaya çıkışının en yaygın kabul gören tarihi yaklaşık 300.000 yıl kadar öncedir. 

Avcı–toplayıcı yaşamdan tarıma geçişin (Neolitik Dönemin) ise bilinen en eski örnekleri yaklaşık 12.000 yıl öncesine dayanmaktadır.

Dolayısıyla, günümüz insan türü, yerleşik yaşama ve tarıma geçmeden önceki evriminin yaklaşık 285.000 yılı boyunca tamamen farklı bir düzen içinde yaşadı.

Bu düzende tanrılar yoktu; kutsal metinler ve elçileri yoktu. Kontlar, krallar, sultanlar, padişahlar, derebeyleri, otoriteler yoktu. Papalar, kardinaller, piskoposlar, halifeler, şeyhler, şıhlar, mezhepler yoktu. Dünyevi ya da kozmik yasalar yoktu.

Bugün “doğal” diye sunulan, insanlığın bireysel ve toplumsal yaşamını sıkı ve katı bir biçimde çevreleyen bütün bu yapılar aslında insanlık tarihinin bu son ve çok kısa bir döneminde ortaya çıkan kavramlar, kurallar ve kurumlardır.

Özgürlüğün esas, eşitliğin doğuştan, dayanışmanın hayatta kalma biçimi olduğu bir dünya vardı.
Bu dünya avcı-toplayıcı dönemin dünyasıydı.

Yerleşik yaşama ve tarıma geçiş ise insanlık için yalnızca bir ekonomik evrim ve devrim değildi; bir yaşamsal kırılmanın, bir psikolojik travmanın ve ilk toplumsal mühendisliğin başlangıcı oldu. Çünkü tarım; eşitliği bozdu, üretim fazlası ürünü yarattı, üretim fazlası ürün kaynaklarını tek elde topladı, tekelleştirdi; tekelleşme, iktidarın ilk tohumlarını attı.

Bu yazıyla, insanlık tarihinin en kritik sorusunun peşine düşüyoruz:

“Otorite nasıl ve ne zaman doğdu?”

Cevap, sandığımızdan çok daha derinde: İnsanın (Homo Sapiensin) biyolojik zayıflığında, sosyal dayanışmasında ve yerleşik yaşama geçmeye zorlayan “kalabalıklaşma”sında.

Biyolojik Gerçeklik: İnsanın Zayıf Tabiatı

İnsan türü diğer avcı hayvanlara göre inanılmaz ölçüde zayıftı. Çünkü doğada ve vahşi yaşamda hayatta kalmak için kritik olan neredeyse tüm fiziksel avantajlardan yoksundu. Üstelik henüz taş aletler bile geliştirememişken insanın çıplak bedeni, vahşi doğada en savunmasız organizmalardan biriydi. 

Bu fiziksel zayıflık, sadece fiziksel bir durum değildi; evrimsel kaderi belirleyen bir ön koşuldu.

Fiziksel Zaaflarımız:

  • Aslan kadar iri değildik.
  • Kaplan kadar güçlü değildik.
  • Ayı kadar dayanıklı değildik.
  • Çita kadar hızlı değildik.
  • Kokuyu kurt kadar uzaktan alamıyorduk.
  • Karanlıkta jaguar gibi göremiyorduk.
  • Pençemiz yoktu.
  • Keskin dişlerimiz yoktu.
  • Kürkümüz olmadığı için soğuğa dayanamıyorduk.
  • Tek başımıza hiçbir büyük yırtıcıyı veya büyük bir avı alt edemiyorduk.

Basitçe söylemek gerekirse:

İnsan biyolojik olarak ilkel ve vahşi yaşamın en zayıf türlerindendi.

İnsan, ancak kalabalık halde kolektif bir yaşam sürdüğünde güçlüydü. Evrimsel süreci dayatan işte bu zorunluluk oldu.

Biyolojik Zayıflık → Kalabalık Zorunluluğu

İnsan türü tek başınalıkla (çekirdek aile) değil; kolektif yaşamla hayatta kaldı.

Çünkü bir anne-baba bir insan yavrusunun yıllarca süren bakım ihtiyacını karşılayamazdı; bu sürede annenin tek başına avlanması, beslenmesi veya korunması mümkün değildi. İnsan yavrusunun aşırı “erken doğmuş” hali —yani uzun yıllar süren motor ve bilişsel gelişim— bakım yükünü tek bir çiftin omzuna bindirmek yerine tüm grubun paylaşmasını zorunlu kılıyordu. Bu nedenle insan topluluklarında çocuk büyütmek, yiyecek toplamak, barınmak ve savunma sağlamak kolektif bir görev haline geldi.

Bu, evrimsel bir tercih değil, yaşamsal bir zorunluluktu.

Daha kalabalık gruplar halinde yaşamayı öğrenmek mecburiyeti insana üç hayati avantaj kazandırdı:

Kolektif Savunma

Bir yırtıcı bir insanı öldürebilirdi 20 insanı değil. Kalabalık olunca tehlike-risk paylaşılabilir, nöbetleşe gözlenebilir, savunma kolektif yapılabilirdi. Ayrıca kalabalıkların çıkardığı ses ve koordineli hareketler birçok yırtıcıyı doğal olarak caydırıyordu; çünkü yırtıcılar yalnızca zayıf ve geride bırakılmış hedefleri tercih ederdi. Grup büyüdükçe, saldırı riski azalıyor, erken uyarı mekanizmaları güçleniyor ve tüm tehlikelere karşı “çevresel radar” ve savunma sistemi oluşuyordu. Bu durum türümüzün yırtıcılara karşı hayatta kalmasını sağlayan en hayati avantajlardan biri hâline geldi.

Kolektif Avlanma

Tek kişi bir geyiği, domuzu, tavşanı yakalayamazdı ama 30 kişi yönlendirebilirdi. Hatta av sahası kalabalık bir grupla daha kolay kontrol edilebilir, hayvanlar bir çukura veya tuzağa sürülebilir, pusuya düşürülebilirdi; yani bir strateji uygulanabilirdi. Grup avı aynı zamanda, riskleri azaltıyor ve topluluğun enerji maliyetini düşürerek avın verimini artırıyor daha büyük nüfusların beslenmesini mümkün kılıyordu. 

Bu ihtiyaç, insanın ilk kez plan yapma, koordinasyon ve örgütlenme becerilerini geliştirdi.

Kolektif Barınma, Çocukların ve Zayıfların Bakımı

Avcı-toplayıcı dünyada insan yavrusu, yaşlı bireyler ve yaralılar doğadaki en savunmasız canlılardı. İnsan, tek başına bu kırılganlıkları taşıyacak biyolojik güce sahip değildi; bu yüzden hayatta kalmak için kolektif bakım zorunluluk haline geldi.

İnsan yavrusu doğadaki en uzun süre bakıma muhtaç varlıktı; yıllarca kendi başına yürüyemiyor, beslenemiyor ve tehlikeyi algılayamıyordu. Tek ebeveynin bu yükü taşıması imkânsızdı. Bu nedenle çocuk büyütmek tüm grubun ortak görevi hâline geldi. Anneler birlikte emziriyor, gençler çocuklarla oynayarak sosyal becerilerini geliştirmesine yardımcı oluyor, yaşlılar bilgi ve kültürü aktarıyor, erkekler savunma ve avla beslenme sürecini tamamlıyordu.

Aynı kolektif yapı yaşlıların ve yaralıların korunması için de geçerliydi. Diğer birçok hayvanda yaşlı veya yaralı birey yük sayılırken ve geride bırakılırken, insanda yaşlılar grubun hafızasıydı: su kaynaklarını, bitkilerin özelliklerini, av yollarını, mevsim döngülerini biliyorlardı. Bu bilgi hayatta kalma oranını artırdığı için yaşlıların korunması grup için stratejik bir zorunluluktu. Sosyalleşmenin getirdiği duygusal bağlardan ötürü, yaralılar ve hastalar da  terk edilmiyordu. Kolektif enerjiden gelen işbirliği ile yaralar sarılıyor, yürüyemeyenler taşınıyordu. On binlerce yıllık arkeolojik bulgular, ciddi kırıklardan iyileşmiş bireylerin varlığını göstererek “kolektif bakım” geleneğini kanıtlamaktadır.

Bu kolektif barınma sistemi yalnızca hayatta kalmayı değil, insan beyninin sosyal yapısını, empati devrelerini ve paylaşım kültürünü şekillendirdi. Çocukların, yaşlıların ve zayıfların birlikte korunması, insanı diğer tüm türlerden ayıran en belirgin evrimsel özelliktir:

Bu nedenle:

İnsanın ataları, rahatlatıcı ya da eğlenceli bulduğu için değil, sosyalleşmeden hayatta kalamayacağı için kalabalıklar halinde yaşamak zorundaydı.

Devam Edecek…

Orhan BAŞ

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *