Cehaletin Gürültüsü ve Ahlakın Sessiz Çöküşü

Yazımıza Tolstoy’un ‘İnsan Ne ile Yaşar’daki, yüzyılı aşan bir tokat gibi yüzümüze çarpan o kısa sözüyle başlayalım: “Cahilde eksik olan akıl değildir, o kurnazdır; eksik olan ahlaktır. Cahil, güçlüdür. Kendi mutluluğundan başka hedefi olmayan kötü bir insandır…”

Bu ifade, bugünü anlamaya çalışırken kullanacağımız süslü bir edebî ya da felsefî alıntı değildir sadece; bu, toplumların nasıl çözüldüğünü, nasıl yönetildiğini, çürüdüğünü, çöktüğünü anlamaya giden yolun başındaki pusuladır bana göre. İnsan yığınlarının ahlaki çöküşü, yani o toplumun bilgiye, akla, zekâya, adalete, evrensel ve bireysel ahlak değerlerine yönelik hastalıklı bakış açısının; yani cehaletin nedenlerinin, nasıllarınının ve sonuçlarının iki üç cümlelik can yakıcı bir özetidir.

En baştan şunu tespit etmek lazımdır ki cahillik–cehalet artık sadece fakir, okumamış bir taşralının, kasabalının, köylünün; iletişim eksikliği ve bilgi yoksunluğundan doğan bir “masum bilgisizlik hâli” değildir. Bilginin şehirlere, semtlere, ofislere, kasabalara, köylere, kahvehanelere, evlere, çantalara, ceplere, gezegeni saniyede beş defa dolaşan korkunç bir hızla girdiği bugün cahillik, sadece bilgisizlik veya eksik bilgi demek olamaz. Cehalet, günümüz insanının bilmediğini bilmeye çalışmayan, bildiği kadarını da yorumlamayan; yeni bilgiye burun kıvıran, sorgulamayan ama doğru bildiklerinden emin; haklılığı konusunda ısrarcı, inatçı hatta kavgacı bir duruşu tercih etmesidir.

Bu bakış açısıyla diyebiliriz ki günümüzde cehalet, bireysel ve toplumsal bir tercih, hatta bir yönetim tekniği hâline gelmiştir. Çünkü böylesi kalabalıklar, siyasetçiler için bulunmaz kitlesel bir hazinedir. Kitleler sorgulamadığında, akıl yürütmediğinde, itiraz etmediğinde gerçeğe, akla, adalete gerek kalmaz; siyasi propagandanın gerçeğin yerine geçmesi kolaylaşır. Hakikat yerini bağıran, büyülü, hamasi cümlelere bırakır. Gerçeğin sesi kısılır ve belirsizleşir; onu çarpıtan propaganda (dezenformasyon) güçlenir ve gürler. Bu yüzden düşünen, sorgulayan, vicdanlı insanlar değil; esneyebilen, gerçeği çıkarları uğruna dilediği gibi eğip bükebilen, kendi çıkarını “vatan”, “millet”, “dava”, “kutsal” gibi yüce sözlerin ardına saklayabilen, zeki ve kurnaz insanlar yükselir, güçlenir. Ve ne yazık ki böylelikle, aklî melekelerinden ve vicdani değerlerden vazgeçen toplum, kendi çöküşünü hazırlamaya başlar.

Kitleler düşünmeyi, sorgulamayı, aklını kullanmayı bıraktığında siyasetçilerin bunu hissetmesi, görmesi ve buradan bir yol açması fazla sürmez. Çünkü düşünmeyen, sorgulamayan insan yığınları yönlendirilmeye ve kolayca yönetilmeye çok elverişlidir; yorumlamaz, sorgulamaz, ses çıkarmaz, itiraz etmez, hesap sormaz; sadece sadakatle destekler.

Ahlaki cehalet ise çok daha tehlikelidir. Bu, cahilin aptal olması ya da okumamış olması değil; zekâsını ve deneyimini yalnızca menfaati için kurnazca kullanmasıdır. Bu insan tipi, toplumsal ve siyasal yozlaşma dönemlerinin en hızlı yükselen figürüdür. Çünkü siyasi yönetimler, özgür iradeye, akla, karaktere, haysiyete değil; sadık ve çıkarları peşinde koşan zeki kimselere ihtiyaç duyar. Bu yüzden Tolstoy’un “cahil” dediği insan aslında aptal değil; zekâsını kendi çıkarı için ustalıkla kullanan, zekâsıyla vicdansızlığını meşrulaştırabilen insandır. Kant’ın “iyi niyet” diye altını çizdiği şey de budur: Ahlak zekâ işi değil, yöneliş işidir.

İyi niyet yoksa en parlak zekâ bile kötülüğün hizmetine girer. Zekâ akıldan daha muteber olmaya başlar; çünkü zekâ yöntemdir, akıl ölçüdür. Zekâ hızla hareket eder, manipülasyonu bilir, çıkar hesapları yapar; akıl ise düşünür, sorgular, direnç gösterir. Bugünün yönetimleri için akıl tehlikelidir, zekâ ise kullanışlıdır. Çünkü akıl yanlışı, suçu açık eder; zekâ ise o yanlışı, o suçu, düzenin içinde yükselmek ve gücü ele geçirmek için kullanır. Kurnazlık, zekânın yozlaşmış hâlidir; ahlaki cehaletin en rafine biçimidir.

Cehaleti yalnızca kullanan değil; onu fırsata çeviren, bilinçli biçimde üreten, büyüten ve besleyen siyasetçiler, halkın düşünmesini değil inanmasını ister; sorgulamasını değil itaat etmesini bekler. Çünkü cehalet, sandığa da sokağa da kolay taşınır; akıllı ve erdemli insan ise onlar için hem zordur hem tehlikeli. Bu yüzden cehaleti teşvik eder ve cesaretlendirirler: eğitim sistemini köreltir, sanatçıları susturur, aydınları itibarsızlaştırır, eleştiriyi vatana ihanetle eş tutarlar. Kitlelerin duyarsızlığını, umursamazlığını bir güvenlik duvarı gibi kullanırlar; halkın zaaflarını kendi güçlerinin kaynağına dönüştürürler. Bu yüzden cahil kesimler, bu tür yönetimlerin sadece hedef kitlesi değil; aynı zamanda iktidarlarının en sadık müridi, en güçlü savunucusu, en çok iş gören propaganda makinesidir. İktidarlar Cehaleti yaydıkça güçlenirler; güçlendikçe cehaleti cesaretlendirir ve kutsarlar. Toplumu gerçeğin, adaletin, aklın ve vicdanın rehberliğinde değil; iktidar sahiplerinin gölgesinde yaşamayı kabullenmeye mahkûm ederler belki de razı…

Aklı, vicdanı değil de kurnazlığı, sadakati ve cahilliği ödüllendiren yönetimler iktidarlarını kurmakta da korumakta da zorlanmazlar. Çünkü sorgulamayan kitle kolay yönlendirilir ve yönetilir. Düşünmeyen, sorgulamayan insanı susturmak da gerekmez; o zaten konuşmaz. Sadakatini her koşulda ve şartta korur. Bundandır ki devlet yönetiminde yüksek makamlara liyakati değil, sadakati yerleştirirler. Sadakat, yönetimlerin mimarları tarafından tüm değerlerin üzerine çıkarılır. Liyakatin öldüğü yerde adalet, vicdan ve ahlak da ölür. Güç, haklıya dönüşür. Suçlu olanların güçlü, güçlü olanın daima haklı olduğu hastalıklı düşünce yayılır, yığınlar kanıksamaya başlar. O anda bir ülkede kanunlar vardır ama adalet yoktur; gürültü vardır ama hakikat yoktur.

Bir ülkede yasalar ve yönetmelikler ne kadar muntazam olursa olsun, kitleler tarafından benimsenmeyen, içselleştirilmeyen, savunulmayan hiçbir yasa bağlayıcı kalamaz ve yaşayamaz. Çünkü yasalar ve adalet ruh bulduğu toplumlarda var olur; geniş kitlesel ruhu olmayan yasalar sadece korku üretir. Korkunun olduğu ortamda düşünme, sorgulama, merhamet, dürüstlük, vicdan zayıflar, ölür. Bu yüzden ahlaken çürümüş saosyal yapılarda kanunlar artar, cezalar çoğalır ama suç azalmaz. Vicdanî, insani ve ahlaki değerlerin umursanmadığı bir insan topluluğu nezdinde yasalar, kâğıt üzerinde resmi bir süse dönüşür.

Toplumsal çürüme geliyorum demez, büyük bir felaketle ve gürültüyle başlamaz; bireysel küçük ahlaksızlıkların birikmiş tortusudur. Bireylerin yaptığı “küçük hileler”, “basit kayırmalar”, söylediği “önemsiz yalanlar” zamanla kalabalıkların yaygın ve ortak davranış modeli hâline gelir.

Rüşvetin “hızlandırılmış işlem”, torpilin “yardımlaşma”, yalanın “usta siyaset”, yolsuzluğun “gemisini yürütmek” diye aklandığı her coğrafyada süreç aynı işler: Bireysel çürüme önce sosyal haysiyetin omurgasını kırar, ardından devlet kurumsallığını zayıflatır, çözer ve çökertir. Sosyoloji bunu “normalleşmiş sapma” olarak adlandırır; yanlış ve yalan tekrarlandıkça sıradanlaşır, sıradanlaşınca meşrulaşır. Millette gündelik yalanlar yaygınlaştıkça artık kimse yalan söylemiş sayılmaz; haksızlık, kayırmacılık, torpil yayılıyorsa suç olmaktan çıkar, “işini bilmek” hâline gelir. Böyle ortamlarda doğruyu savunan değil; susan, uyum sağlayan, başını eğen ve sadakat gösteren güçlenir. Ve tam da bu yüzden bireysel ahlaksızlık zamanla kolektif bir kimliğe dönüşür. Çünkü kötülük birkaç kişinin kararıyla değil, milyonların sessiz onayıyla büyür.

Evrensel ahlak değerlerinin —adalet, vicdan, merhamet, dürüstlük, empati— unutulduğu kamusal çöküş kaçınılmazdır. Bu değerleri sahiplenmeyen toplum kendini bir arada tutan ve yaşatan anlamı, ruhu kaybeder. Karanlık güç iyinin ve hakikatin yerine geçer. Haklı olmaya gerek kalmaz; güçlü olmak yeterlidir.

Adalet ve vicdan yerini yozlaşmış güce bıraktığında insanlar toplum olmaktan çıkar; sürüleşir. Sürüler ise insani, ahlaki değerlerin izini sürmez; yalnızca takip ettikleri güçlü bir liderleri vardır. Böyle kalabalıklar için kötücül güç hakikati eğip büker; adaleti ve vicdanı susturur; insanı toplum yapan değerler bir bir çözülür.

Sonuç olarak: Milletler dışarıdan yıkılmaz, içeriden çürür. Bu çürümenin adı cehalettir. Cehalet kalabalıklaştığında gürlemeye başlar; akıl, hakikat, adalet, ahlak susar ve dağılır. Vicdan sustuğunda zulüm konuşur. Akıl terk edildiğinde kurnazlık marifet olur. Hakikat karanlığa gömülünce, hamaset ve propaganda yol gösterici fener olur.

Ve nihai çöküşün failleri artık düşmanların eli değil; cehaletin ve ahlaksızlığın gölgesine sığınan, aklını, vicdanını ve adalet duygusunu yitiren; ışığını kendi elleriyle söndüren kalabalıklardır. Bu yıkıma yol veren de sessizliğiyle ve tepkisizliğiyle rıza gösteren toplumun bizzat kendisi olur.

Orhan BAŞ

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *