Çiçekçi Alman

Ahmet Karataş’ın kaleme aldığı Akademisyen Kitabevi tarafından 2024 yılında yayımlanan “Çiçekçi Alman” kitabı üzerine birkaç kelam.

Toroslar ve Çukurova

“Birbirlerinin karşıtı huyla doğup büyümüş iki kardeş gibidir, Toroslarla Çukurova. Onlarla yolu kesişen her faninin hayatında mutlak kalıcı izler bırakmışlardır. Bereketli toprakları ve aman vermez geçitleriyle, her daim varlığını hissetmişlerdir. Ezelden ebede yol ve yurt olmuş iki canlıdır âdeta… (…) Birinde az bulunan yokluk, diğerinde çoğalan bir bolluğa yürür durmadan. Ne aradığına bağlı olarak büyür ya da küçülür yoksulluk…” (s.15)

İşte bu iki canlıyla bir gün yolları kesişen Walter Şiehe de bu iki yoldaşın arasında ömrünün önemli bir kısmını geçirir. Her ne kadar “Gülek Boğazı; Torosların bekleme odası, biraz Akdeniz, belki Mezopotamya ya da tüm gösterişli ve gizemli hâliyle biraz Ortadoğu demektir.” sözünden ürkmüş olsa da…

19. yüzyılın son yıllarıyla 20. yüzyılın ilk çeyreği arasında Çukurova’yı merak dolu bakışlarıyla gözleyen; dağını taşını, ovasını, yaylasını adım adım gezen; çarşısında, hanında, hamamında kendinden bir iz bırakan Alman botanikçi Walter Şiehe’nin insanı hayretlere düşüren hikâyesidir bu roman.

Çiçekçi Alman başlangıçta bitkilerin peşinde koşan, dağdan, ovadan bitki örtüsünden bahseden bir botanikçinin hikâyesiymiş gibi görünse de aslında hiç de öyle olmadığını ilerleyen sayfalarda okuyucuya hissettirir.

Roman, Adana, Tarsus, Mersin coğrafyasında milattan önce ve sonra yaşayan farklı dinlere, farklı kültürlere sahip nice kavimleri bıraktığı izleri aktarırken bazen Torosların insanı ürperten serinliğiyle bazen Çukurova’nın sıcaklığıyla okuyucuyu tarihin içinden günümüze doğru bir yolculuğa çıkarır.

Oldukça sade ve canlı bir dille olaylar ve mekanlar romanda dile getirilirken roman kahramanlarıyla birlikte siz de ister istemez tasvirlerle bezenmiş ibadethanelerden, saat kulelerine, birbiri ardınca sıralanmış çarşılara, pazarlara uğrar, kahvehanelerde soluklanıp bazen çayınızı bazen Tarsusilerinizi yudumlarsınız; derken Torosların yaylalarına tırmanıp bir Tahtacının evinde sofraya bağdaş kurup Tahtacıların yani Türkmen Alevilerinin sosyal kültürel dünyasıyla tanışırsınız.

Ali Haydar Ağa’nın yaptığı yemek duasındaki lezzeti bir çırpıda ruhunuzda hazmederken belki de bir lokma yemek yemeden bile doyduğunuzu hissedersiniz.

Artsın eksilmesin, taşsın dökülmesin,
Hak, Muhammed, Ali bereketi versin.
Yiyip yedirenlere, pişirip getirenlere
Nur-ı iman ve aşkı şevk ola,
Dertlere derman, hastalara şifa ola… (s. 61)

Ve yine mesela Ali Haydar Ağa’nın tabiatla iç içe yaşayan Tahtacı Alevilerin geçimlerini sağladıkları ormandaki ağaçlarla olan muhabbetini insanoğlu için müthiş bir ders olarak değerlendirirsiniz.  Baltasını ağacın gövdesine indirmeden önce bir Tahtacının:

“Adem’in beşiğinden, kapının eşiğine kadar her şeyim senden. Ama geçimim de senden” (s.63) diyerek kuru bir ağacın rızasını almak isteğine de hayata bakışına da şahit olursunuz.

Evet, Walter Şiehe Torosların kırlarında, yaylalarında dolaşıp düğünçiçeklerini, menekşeleri, sedefotlarını, süsenleri, çiğdemleri, papatyaları ve daha adı sanı duyulmamış nice bitki türlerini birtakım ilmi metotlarla tespit etmeye çalışırken yaşadığımız dünya kendi kazanında fokur fokur kaynamaya devam etmektedir.  Acının, kederin, hüznün, koptu kopacak olan kızıl kıyametin ayak sesleri her geçen gün biraz daha, biraz daha yaklaşmaktadır.

Her renkten, her milletten, her kültürden insanı içinde barındıran Osmanlı devleti ise her geçen gün biraz daha çöküşe yaklaşmaktadır. Öyle ki uzun zamandan beri şehirlerimizin efendisi ve zengini olan Rumlar, Ermeniler, Yahudiler içerideki ve dışarıdaki güçlerle iş birliği yaparak Türk milletine kurdukları tuzağı harekete geçirirler. Hazırladıkları gizli planlarla memleketin birçok yerinde birdenbire Ermeni isyanları başlatırlar.

İtilaf devletler tarafından hasta ilan edilen Osmanlı devleti ise Almanların safında Birinci Dünya Savaşına girer ve mağlup olur. Önce Mondros Ateşkes Antlaşması’nı, ardından Sevr’i imzalamak zorunda kalır. Derken Anadolu dört bir tarafından işgal edilir.

Botanikçi Walter Şiehe de bütün bu olup bitenlere şahit olur. Hatta şahit olmakla kalmaz sözde Vali sıfatıyla Mersin’i yönetmeye başlayan Fransız Binbaşı Anfre’nin emriyle Mersin’de tutuklanır. Fındıkpınar’ında 40 dönümlük arazinin üzerine kurduğu bahçesi ve çiçek kurutma laboratuvarı da harap edilir.

Bundan sonra Çukurova’nın kurtuluşu artık serdengeçtilerin, Çetelerin, Kuvayımilliye’nin ve Mustafa Kemal Paşa’nın göstereceği direnişe bağlıdır. Walter Şiehe de mahpusluktan ancak böyle kurtulacaktır.

Nihayetinde Millî Mücadele büyük bir zaferle taçlandırılır ve Türk milleti kendi küllerinden yeni bir devlet kurar. Çiçekçi Alman da artık hürdür. Kendisine ve Türk Milletine bu hürriyeti kazandıran Mustafa Kemal Paşa’yı 1925 yılında Adana’da yakından görme fırsatı yakalar. Onunla aynı trende yolculuk yapma bahtiyarlığını yaşadığında ise kendini dünyanın en mutlu insanı zanneder.

Zaman bir su gibi akıp geçer, gün gelir Çiçekçi Alman bir gün hastalanır. Tıbbın yapması gereken bütün müdahalelerine rağmen bu dünyaya gözlerini kapar. Vasiyeti gereği üzerinde bin bir türlü çiçeğin açtığı, mis gibi kokan bin bereket yüklü Fındıkpınarı’na defnedilir.

Bu haliyle Walter Şiehe’nin hikâyesi aslında sadece bir botanikçinin hikâyesi değil bir dönemin farklı pencerelerden görülen bir belgesel romanıdır.

Son söz yine kitaptan olsun:

“Walter Şiehe: “Sadık Efendi” dedi,

“Senin yaptığın semerlerin hiçbiri, atların sırtını vurmazmış. Yara bere içinde bırakmazmış. Bu işin sırrı nedir?”

Sadık Efendi: “Semerlerin içine acı bir söz koymam beyim. Onun için semerlerim ne acıtır ne de yara yapar. İşin sırrı budur.” (s.40)

İşin sırrına erenlere selam olsun diyerek…

M. Hayati ÖZKAYA

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *