Sözcüklerin sadece ağızlarda yaşayan, standart Türkçeye geçememiş biçim ya da anlamları üzerinde çalışmak, bunların tarihsel kökenlerini tespit etmek, düşküne yardım etmek gibi gelir bana. Türkçenin tarihi bir döneminde yaygın olan bir biçim ya da anlamın bugün sadece belli bir coğrafyada kullanıldığını görmek üzer beni. Bir zamanlar varlıklı ve muteberken yoksulluğa düşmüş ve eski itibarını yitirmiş insanlar için nasıl üzülürsem eski sözlüklerde sayfalar dolusu örneklerle kayıtlı ancak bugünkü sözlüklerde kendine yer bulamamış sözcükler ya da anlamlar için de öyle üzülürüm. Hele bazıları vardır ki ağız sözlüklerinde bile kayıtlı değildir. Öylesine terkedilmiş ve yalnızdırlar. Sezai Karakoç’un deyişiyle ‘Ve yalnızlık, sigara külü kadar yalnızlık’.
Bu yüzden, romanlarında ağızlarda kullanılan sözcüklere (özellikle Çukurova’da bilinen sözcüklere) yer veren Yaşar Kemal ve Orhan Kemal’in dilini bir başka severim. Orhan Kemal’in Eskici ve Oğulları romanında malını, mülkünü ve itibarını kaydetmiş olan Topal Eskici’nin haline üzülürken satır aralarına gizlenmiş olan kütlü sözcüğüne tesadüf etmek çok sevindirir beni. Çukurovalılar çiğidi çıkartılmamış ham pamuğa kütlü der.
Yine, Turgut Uyar’ın Rize, Artvin, Kars, Erzurum ve Şanlıurfa gibi yerlerde kullanılan yalağuz (yalnız) sözcüğünü bir şiirine başlık olarak seçmesini de anlamlı bulurum. Üstelik Uyar, esasında her şeyiyle tam ve eksiksiz olmayı ifade eden ‘iğneden ipliğe’ ikilemesini hiçbir şeyi ve hiç kimsesi olmayan yalnızlığı tanımlamak için kullanmış ve pek de alışık olmadığımız güzel bir metafor oluşturmuştur:
Bektaş yüce dağ başında -yalağuz-du.
Bektaş zaten doğduğundan beri -yalağuz-du…
Bir sopa, üç beş koyun, bir köpek,
Bulutların içinde kendi kendine -yalağuz-du…
Mintanı ile yalnızdı, çarığı ile yalnızdı,
Bilinmez düşünceleri, Tanrısı ile yalnızdı…
….
İğneden ipliğe işte Bektaş, yapayalağuzdu…
Bu konuda kayda değer en iyi örneklerin, bana göre son dönem Türk şiirinin en güçlü kalemlerinden bir olan Süleyman Çobanoğlu tarafından dile getirildiğini söylemeliyim. Çobanoğlu, Ötüken yayınlarından çıkan son şiir kitabına ad olarak damgalar’ı değil de sözcüğün eski biçimi olan tamgalar’ı seçmiştir. Konuya ilişkin ortaya koyduğu örnekler müstakil bir çalışmayı gerektirdiğinden sadece bir örnekle yetineceğim:
Dörtgen başlıklı şiirinde, Tarama Sözlüğü’ndeki kayıtlara bakılırsa 13.-19. yüzyıllarda yaygın olarak kullanılan ancak bugün Türk Dil Kurumunun bastığı Güncel Türkçe Sözlük’te her ikisi de eksimiş kaydıyla açıklanan tamu (cehennem) ve çeri (asker) sözcüklerine yer vermiştir. Derleme Sözlüğü’nde tamu sözcüğünün İzmir, Manisa, Amasya, Trabzon, Van ve Ankara’da bilindiği belirtilmişken çeri sözcüğüne ilişkin her hangi bir kayıt bulunmamaktadır:
Gök, kızıl, kara ve ak
Ortada gün sarısı
Üstümde yanan ülker
Yıldızlardan çerisi
İlerde çetin tamu
Geride al karısı
Yazının başlığıyla pek de alakalı görünmeyen bu uzun girişi neden yaptım? Açıklayayım: Hem yörüklerin sık kullandığı bu atasözünü hem de başlıkta geçen ala sözcüğünün bugün neredeyse unutulmuş olan ‘yarı, yarım, tam değil’ anlamını hatırlatmak için yaptım, bu girişi. Yukarıda adını zikrettiğim yazarlar gibi unutulmaya yüz tutmuş bir anlamı yeniden gündeme getirmek istedim.
Türkçe Sözlük’te ala sözcüğünün anlamı şöyle verilmiştir:
- Karışık renkli, çok renkli, alaca.
- Alabalık.
- (Halk ağzında) Açık kestane renginde olan, ela (göz).
- (Halk ağzında) Kekliğin boynundaki siyah halka.
Sözcüğün başlıkta geçen anlamı ise Derleme Sözlüğü’nde kayıt altına alınmıştır. Buna göre sözcüğünün ala çiğ, ala sulu örneklerinde olduğu gibi ‘yarı, yarım’ anlamı Balıkesir, Yozgat, Adana ve İçel’de kullanılmaktaymış. Bu anlamın daha yaygın bir coğrafyada kullanıldığını ancak kayıtların yetersiz olduğunu söylemeliyim.
Ala sözcüğüne ilişkin ilk kaydımız, 9. yüzyılda Köktürk alfabesiyle yazılmış olan Irk Bitig adlı fal kitabında geçmektedir: ala atlıg yol tengri men (alaca atlı yol tanrısı ben). Bundan 200 yıl sonra Kaşgarlı Mahmut’un Divanu Lügat’it-Türk’e aldığı şu atasözü çoğumuza daha tanıdık gelir: kişi alası içtin, yılkı alası taştın (İnsanın alası içinde, hayvanın alası dışında.) Bu sav, yaltaklanarak muhalefetini ve hıyanetini gizlemek isteyen kimse için söylenir (I-90). Atasözü 15. yüzyıla ait bir el yazmasında adam alası içinde, tavar alası taşında biçiminde kayıtlıdır. Taa 11. yüzyılda Orta Asya bozkırlarından derleyip kaydettiğimiz bu atasözü, ‘İnsanın alacası içinde, hayvanın alacası dışında.’ biçimiyle yaşamaktadır, bugün dilimizde.
Sözcük, Yunus Emre ile birlikte Anadolu sahasına taşınmıştır:
Bunda dahi virdün bize ol hûriyi cüft ü halâl
Andan dahi geçdi arzum azmüm sana kaçmag-içün
Sûfîlere vir sen anı bana seni gerek seni
Hâşâ ben terk idem seni şol bir ala çardag-içün
Şiirlerinde öne çıkan genel vurguya uygun olarak Yunus Emre bu beyitlerde de Tanrı’ya kavuşmak için cennet nimetlerinden vaz geçtiğini söylemektedir. Cennette kendine helal eş olarak tayin edilen hurilerde bile gözü olmadığını, asıl amacının Tanrı’ya ulaşmak olduğunu dile getirir ve şöyle yalvarır, Yunus: Ya Rabbi, bunları gözü cennet nimetlerinden başka bir şey görmeyen sofulara ver; bana senden başkası lazım değil. Bir ala çardak için seni terk etmek, bana hiç yakışmaz.
Ala çardak ifadesi bugün Standart Türkçedeki anlamına paralel olarak ‘alaca ve renkli’ anlamıyla kullanılmış olabilir, beyitte. Öte yandan söz konusu ifade, gölgesi bile olmayan, eksik ve yarım yamalak yapılmış çardak anlamında da kullanılmış olabilir. Zira Yunus’un anlayışına göre Tanrı’ya kavuşmak karşısında her nimet eksik ve yarımdır. Bu kanaatimizi destekleyen bir başka sözcük hem Güncel Türkçe Sözlük’te hem de Derleme Sözlüğü’nde kayıtlıdır: alaçık. Yörüklerin çok iyi bildiği alaçık ‘Üzeri dal veya hasırla örtülen çoban evi, tarla, bostan, bağ kulübesi, çardak’ anlamlarındadır. Anlam ve tanımlamaya bakılırsa sözcük, ala ve açık sözlerinin birleşmesiyle meydana gelmiş olmalıdır. Zira alaçık, kişisel tecrübelerime bağlı olarak söyleyecek olursam, üstü tamamıyla hasır ya da dal parçalarıyla örtülü, yanları ise kısmen yine dallarla kapatılmış olan bir yapıdır. Başka bir ifadeyle Yörüklerin alaçık dediği yapı, tam anlamıyla ne kapalı ne de açıktır. Ala çardak da gölgesi bile tam olmayan çardak için kullanılmış olabilir. Yunus Emre’nin ala çardak’a benzettiği hem dünya hem de cennet nimetleri, Tanrı’ya kavuşmak ile karşılaştırıldığında eksik ve yetersiz kalır.
Ala sözcüğünün bu anlamda kullanımı Yörüklerin dilinde çok yaygındır: ala deli (aklı pek yerinde olmayan), ala yeşil, ala kırmızı ( Örneğin buğday başağının tamamen sararmamış hali ala yeşil; domatesin daha yeni kızarmaya başladığı hali ala kırmızıdır.)
Yunus Emre’den tevarüs ettiğimiz bu anlam, Yörüklerin sık kullandığı ‘etin alaganlısı, yiğidin deliganlısı’ ifadesinde de yaşamaktadır. Alakanlı et, yarı pişmiş et demektir. Esasen cümle ‘Etin alakanlısı, yiğidin delikanlısı makbuldur.’ biçiminde okunmalıdır. Sebzeden ziyade etle beslenen Yörüklerin yüzyıllara dayanan tecrübesine güvenmek lazım. Damak tadı kişiden kişiye değişmekle birlikte çok pişmiş etin suyunun çekildiği ve lezzet kaybına uğradığı, işinin erbabı şefler başta olmak üzere herkes tarafından kabul edilmektedir. Atasözünün devamına Yörükler, yiğitlik için sadece cesur ve gözü kara olmayı yeterli bulmaz ve her yiğidi, delikanlı’dan saymaz. Yiğidin ‘delikanlı’ sayılabilmesi için mert ve dürüst olması da gerekir.
Mustafa SARI

Son Yorumlar