Sevgili Ak Kağıt,
Seni, kağıt olarak ilk kez dört beş yaşlarında iken, doğduğum yoksul Anadolu köyünde – nakışlı bir bez kabın içinde duvarda asıl duran kutsal kitabı saymazsak, ya bir ilkokul kitabının sayfaları ya da sarı saman renkli bir defterin yaprakları olarak tanıdım. Fakat, ailecek köyden Ankara’ya göçüp orada ilkokula başlayıncaya değin seni hep uzaktan, başkalarının defteri ve kitabı olarak sevebildim. Çünkü sen benim gibi yoksul aile çocukları için sahip olamayacağımız kadar değerli bir kumaş gibiydin. Sana ne boş bir yaprak ne defter ne de kitap olarak doyasıya sahip olamazdık, bu nedenle sana hep özlemle baktım. Her elime geçtiğinde seni kokladım, okşadım, üzerinde yazılı, basılı şeyleri anlamaya, büyüsünü çözmeye çalıştım.
Sana olan bu büyük özlemim, ilkokula başlayınca bir ölçüde sona erdi. Çünkü artık benim de bir alfabem ve sarı saman rengi yapraklardan oluşan bir defterim vardı. Defter yaprağı da olsan artık benimdin. Seni kimse benden alamaz, bana çok göremezdi. Seninle birlikte öğrendik harfleri, sözcükleri ve ilk cümleyi yazmayı. Bir sözcüğü yanlış yazsam hem ben üzülürdüm hem de sen. Ama, seni yırtıp atmak aklımın ucundan bile geçmezdi. Yanlışları ucuz, kötü silgilerle silerken, seni örseleyip incitmemeye çalışırdım.
İkinci sınıfta artık yazmayı öğrenmiştik. Bir gün öğretmenimiz ödev vermişti. Annemden para isteyerek yeni satın aldığım defterin ilk sayfasına, inci gibi bir yazıyla yazmıştım ödevimi. Öğretmen ödevleri kontrol ederken, ödevi benim yazdığıma inanmak istemedi, annemin yazmış olacağını söyledi. Oysa annem okuma yazma bilmiyordu. Öğretmene çok kırılmış, incinmiştim. Ama sen beni teselli etmiş, kulağıma: “Aldırma! Ben sana tanığım…” diye fısıldamıştın.
Yine bir gün, sanırım üçüncü sınıftayken, sarı saman yapraklı defterimin bütün sayfaları dolmuştu. Ama annenin yeni defter almak için bana verecek parası yoktu. Oysa mutlaka yapmam gereken yazılı ödevler vardı. Çaresiz kalıp defterin son iki sayfasındaki yazıları silerek ödevimi yaptım. Ertesi gün öğretmen durumu anlayınca beni, azarlamış – şimdi anımsamıyorum- belki de tokatlamıştı. İşte o zaman ilk kez gözyaşlarımı gizlice sana akıttım. Gözyaşımın damlaları senin üstünde ıslak daireler oluşturdular ve sen bir ana yüreği gibi yumuşadın. Sanırım o günden sonra, sana sevgim, güvenim daha çok arttı. Benim sırdaşım, arkadaşım oldun. İlk şiirlerimi utana sıkıla sana yazdım. Beni hiç küçümsemedin, tersine hep cesaretlendirdin. Kendini yeni sayfalar olarak önüme serdin. Bir kurban gibi boynu bükük benim acemi kalemimin altına yattın. Yazdıklarımı beğenmeyip seni buruşturup attığımda hiç ses çıkarmadın.
İlk aşk mektubumu yazmak için, seni mahalle bakkalından tek sayfa olarak beş kuruş verip aldığımı anımsıyorum. Daha önce yazdığım karalamayı, özene bezene yazmaya çalışırken, dudağımı ısırıp acıtınca keyiflenip gülmüştün. Gülüşün sevecen bir ablanın gülüşüydü, ben de seninle birlikte güldüm. Yazdıklarımı sesli olarak sana okuduğumda sanki, “İlk aşk mektubu olarak hiç de fena değil!” dediğini duyar gibi olmuştum. Sonra seni güzelce katlayarak, yine bakkaldan aldığım bir zarfa yerleştirmiştim. Ve seni uzun süre cebimde taşımış, ama bir türlü cesaret edip sevdiğim kıza verememiştim. Böylece bir başka korkaklığıma daha tanık oldun, fakat kimseye anlatmadın. Daha sonraları senin yardımınla, sevdiğim kızları etkileyen içli mektuplar yazdım, öyle değil mi? Kederli günlerimde, aşık olduğum dönemlerde baş başa verip geceler boyu şiirler yazdık. Kimileri sadece aramızda kaldı, gün ışığına bile çıkmadı.
Gerçek o ki, sana sahip olma mutluluğuna eriştikten sonra tutkuyla bağlandım. Senden hiç ayrılmadım, sensiz bir yaşam düşünemedim. Hapiste, askerde, sürgünde bana yoldaş, sırdaş oldun. Kimi kez mektup olup turnaların yapamadığını yapıp sevdiklerime, dostlarıma haber uçurdun, selam götürdün, şiirlerimi, öykülerimi, makalelerimi dergilere, gazetelere taşıdın. Sana notlarımı, anılarımı, sırlarımı emanet ettim, bana ihanet etmeden hatta bazen benim bile bulamayacağım yerlerde sakladın.
Ve bir gün seni şiir kitabım olarak elime aldım. İçten içe çocuklar gibi sevindim, kimseye göstermeden seni öpüp göğsüme bastırdım. Daha da arttı sana olan tutkum. Fakat laf aramızda kalsın, ben senin kitaplaşmış halinden çok, o el değmemiş halini seviyorum. Bazen sen bana, ben sana karşılıklı dakikalarca bakışıp dursak da, seninle baş başa olduğum saatler, yaşamımın en güzel en keyifli zamanlarıdır.
Ey sevgili ak kâğıt!
Sen yazıyla birlikte, insanoğlunun en güzel en yüce buluşlarından birisin. Sensiz ne tarih ne edebiyat ne de ben olurdum. Sen, benim ömrümün sırdaşı, şair yanımın vazgeçilmez yoldaşı ve yaşamımın tanığısın. Ve sen tanrılar kadar sabırlı, melekler kadar temizsin.
Sevgili Ak Kağıt,
Seni, kâğıt olarak ilk kez dört beş yaşlarında iken, doğduğum yoksul Anadolu köyünde – nakışlı bir bez kabın içinde duvarda asıl duran kutsal kitabı saymazsak, ya bir ilkokul kitabının sayfaları ya da sarı saman renkli bir defterin yaprakları olarak tanıdım. Fakat, ailecek köyden Ankara’ya göçüp orada ilkokula başlayıncaya değin seni hep uzaktan, başkalarının defteri ve kitabı olarak sevebildim. Çünkü sen benim gibi yoksul aile çocukları için sahip olamayacağımız kadar değerli bir kumaş gibiydin. Sana ne boş bir yaprak ne defter ne de kitap olarak doyasıya sahip olamazdık, bu nedenle sana hep özlemle baktım. Her elime geçtiğinde seni kokladım, okşadım, üzerinde yazılı, basılı şeyleri anlamaya, büyüsünü çözmeye çalıştım.
Sana olan bu büyük özlemim, ilkokula başlayınca bir ölçüde sona erdi. Çünkü artık benim de bir alfabem ve sarı saman rengi yapraklardan oluşan bir defterim vardı. Defter yaprağı da olsan artık benimdin. Seni kimse benden alamaz, bana çok göremezdi. Seninle birlikte öğrendik harfleri, sözcükleri ve ilk cümleyi yazmayı. Bir sözcüğü yanlış yazsam hem ben üzülürdüm hem de sen. Ama, seni yırtıp atmak aklımın ucundan bile geçmezdi. Yanlışları ucuz, kötü silgilerle silerken, seni örseleyip incitmemeye çalışırdım.
İkinci sınıfta artık yazmayı öğrenmiştik. Bir gün öğretmenimiz ödev vermişti. Annemden para isteyerek yeni satın aldığım defterin ilk sayfasına, inci gibi bir yazıyla yazmıştım ödevimi. Öğretmen ödevleri kontrol ederken, ödevi benim yazdığıma inanmak istemedi, annemin yazmış olacağını söyledi. Oysa annem okuma yazma bilmiyordu. Öğretmene çok kırılmış, incinmiştim. Ama sen beni teselli etmiş, kulağıma: “Aldırma! Ben sana tanığım…” diye fısıldamıştın.
Yine bir gün, sanırım üçüncü sınıftayken, sarı saman yapraklı defterimin bütün sayfaları dolmuştu. Ama annenin yeni defter almak için bana verecek parası yoktu. Oysa mutlaka yapmam gereken yazılı ödevler vardı. Çaresiz kalıp defterin son iki sayfasındaki yazıları silerek ödevimi yaptım. Ertesi gün öğretmen durumu anlayınca beni, azarlamış – şimdi anımsamıyorum- belki de tokatlamıştı. İşte o zaman ilk kez gözyaşlarımı gizlice sana akıttım. Gözyaşımın damlaları senin üstünde ıslak daireler oluşturdular ve sen bir ana yüreği gibi yumuşadın. Sanırım o günden sonra, sana sevgim, güvenim daha çok arttı. Benim sırdaşım, arkadaşım oldun. İlk şiirlerimi utana sıkıla sana yazdım. Beni hiç küçümsemedin, tersine hep cesaretlendirdin. Kendini yeni sayfalar olarak önüme serdin. Bir kurban gibi boynu bükük benim acemi kalemimin altına yattın. Yazdıklarımı beğenmeyip seni buruşturup attığımda hiç ses çıkarmadın.
İlk aşk mektubumu yazmak için, seni mahalle bakkalından tek sayfa olarak beş kuruş verip aldığımı anımsıyorum. Daha önce yazdığım karalamayı, özene bezene yazmaya çalışırken, dudağımı ısırıp acıtınca keyiflenip gülmüştün. Gülüşün sevecen bir ablanın gülüşüydü, ben de seninle birlikte güldüm. Yazdıklarımı sesli olarak sana okuduğumda sanki, “İlk aşk mektubu olarak hiç de fena değil!” dediğini duyar gibi olmuştum. Sonra seni güzelce katlayarak, yine bakkaldan aldığım bir zarfa yerleştirmiştim. Ve seni uzun süre cebimde taşımış, ama bir türlü cesaret edip sevdiğim kıza verememiştim. Böylece bir başka korkaklığıma daha tanık oldun, fakat kimseye anlatmadın. Daha sonraları senin yardımınla, sevdiğim kızları etkileyen içli mektuplar yazdım, öyle değil mi? Kederli günlerimde, aşık olduğum dönemlerde baş başa verip geceler boyu şiirler yazdık. Kimileri sadece aramızda kaldı, gün ışığına bile çıkmadı.
Gerçek o ki, sana sahip olma mutluluğuna eriştikten sonra tutkuyla bağlandım. Senden hiç ayrılmadım, sensiz bir yaşam düşünemedim. Hapiste, askerde, sürgünde bana yoldaş, sırdaş oldun. Kimi kez mektup olup turnaların yapamadığını yapıp sevdiklerime, dostlarıma haber uçurdun, selam götürdün, şiirlerimi, öykülerimi, makalelerimi dergilere, gazetelere taşıdın. Sana notlarımı, anılarımı, sırlarımı emanet ettim, bana ihanet etmeden hatta bazen benim bile bulamayacağım yerlerde sakladın.

Ve bir gün seni şiir kitabım olarak elime aldım. İçten içe çocuklar gibi sevindim, kimseye göstermeden seni öpüp göğsüme bastırdım. Daha da arttı sana olan tutkum. Fakat laf aramızda kalsın, ben senin kitaplaşmış halinden çok, o el değmemiş halini seviyorum. Bazen sen bana, ben sana karşılıklı dakikalarca bakışıp dursak da, seninle baş başa olduğum saatler, yaşamımın en güzel en keyifli zamanlarıdır.
Ey sevgili ak kâğıt!
Sen yazıyla birlikte, insanoğlunun en güzel en yüce buluşlarından birisin. Sensiz ne tarih ne edebiyat ne de ben olurdum. Sen, benim ömrümün sırdaşı, şair yanımın vazgeçilmez yoldaşı ve yaşamımın tanığısın. Ve sen tanrılar kadar sabırlı, melekler kadar temizsin.
Mevlüt ÂSAR

Son Yorumlar