Bir Kaç Kalem, Silgi Vs…

Galiba 1972 yılıydı, memleketim K. Maraş Afşin‘de Efsus İlkokulu dördüncü sınıfında okuyorduk. Sınıfımızda kimler yoktu ki: İsmail Ünal (Babasına Karaca Yusuf derlerdi.) Esabil Yurtsever, Mehmet Şişik, Hüseyin Belli, Ali Başaran…Hepimiz de birbirimizle çok samimiydik; akşam sabah beraber oynar, birlikte ders çalışır, kavga lazımsa da kendi aramızda eder, kimseye ihtiyaç duymazdık…

Sınıfın elit takımıydık, aramızda adı konulmamış müthiş bir rekabet, tatlı bir savaş vardı.

İsmail fenciydi ve partiler üstüydü, onu yenemeyeceğimizi erken anlamış ve tüm mağluplar gibi alt edemediğimiz rakibimize sınıfça tuhaf da bir saygı duyuyorduk. O da nitekim liseden sonra Harbiye’yi kazanmıştı ama ben esasen Ali Başaran’la yarışırdım; ikimizin de kalemi kuvvetliydi, hemen her kompozisyon yarışmasına katılırdık… Bazen ben, bazen Ali birinci olurduk ama bu yarışmalardaki çoğu ödül kalem, kağıt  türünden şeyler olduğu için bu tatlı rekabete çok da kendimizi kaptırmazdık.

Bir gün öğretmenimiz Recep Bey (Soyadını hatırlayamadım.) Ziraat Bankası’nın tarımla ilgili bir kompozisyon yarışması düzenlediğini, bu defa ödülün yüksek olduğunu, (elbise saat vs.para da vardı galiba…) çok iyi hazırlanmamız gerektiğini, hatta bu yarışmada kompozisyonu öğretmenlerin gözetiminde, doğaçlama yazacağımızı söylemişti.

Öğretmenlerimiz bize rehberlik etmişler, metni en iyi biçimde kaleme almamız için adeta kendi aralarında çetin bir yarışa da girmişlerdi. Epey bir zaman hazırlanmıştık yarışma için, rençberlik hakkında bilmediğimiz bir şey kalmamıştı: Tarla ne zaman ekilir, ürün ne zaman kaldırılır, nadas ne demektir, yazlık gübre, güzlük gübre nedir, amonyum fosfat hangi tarlaya atılır, tarla fareleriyle etkin mücadele nasıl yapılır?… vs… vs… hepsini öğrenmiştik.

Hiç unutmuyorum, bir sabah Fatih İlkokulu tiyatro salonunda yarışmaya alındık ama ben akşam çok kötü bir olay yaşamıştım: Babam yine bir vukuat işlemiş, bir adamı ayağından vurmuş, polisler gelip onu evden almışlar, elleri kelepçeli babamı onlarca kardeş ağlaşarak uğurlamıştık. İkinci gün de malum yarışmaya girmiştim.

Yarışma çok kötü geçmiş, doğru dürüst bir şey yazamamıştım. Ali namıssızı o inci yazısıyla doktürüyor, ha babam yazıyordu. Diğer okullardan gelenleri rakip bile görmüyordum, ille de Bıcırık Ali… Neyse efendim kağıtlarımızı teslim edip beklemeye koyulduk, o ara amcamın oğlu Edebiyat Öğretmeni Merdan Ağabey rast gelmiş, beni teselli etmişti. Yeniden umutlanmıştım, babam birkaç aya kalmaz çıkarmış filan…

Sonuçlar açıklandı.
Ali Başaran birinci…
Bir başka arkadaş ikinci
Bense üçüncü olmuştum.

Hatta üçüncülüğü de güya  Merdan Ağabey’in telkinleriyle kazandığımı iddia eden bir kopil, beni salona müzevirliyor, torpille üçüncü olduğumu bas bas bağırıyordu. Bense babamı da bahane edip bir köşeye sinmiş zırıl zırıl ağlıyordum… Yenilmiştim, dünyada yapayalnız kalmıştım…

Bıcırık Ali kurum kurum kuruluyor, saati koluna takıyor, elbiseleri çantasına yerleştiriyordu… Bana da bir iki kıytırık kalem ve bir iki silgi vermişlerdi… Ben ha babam ağlıyordum… Dışarıda şakır şakır bir yağmur yağıyordu, babamı özlüyordum; ona o kadar ihtiyacım vardı ki gelmedi, yağmur hâlâ yağıyordu…

Mehmet BİNBOĞA

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *