Yağmur…

Güneşli bir gün ortası firari bir bulutun serpiştirdiği yağmurun altında mahallenin çocuklarıyla tren katarı olmuş, hep bir ağızdan bir tekerleme tutturmuştuk:

“Teknede hamur
Tarlada çamur
Ver Allah’ım ver
Sicim gibi yağmur…”

Bizi uzaktan endişeli gözlerle izleyen doksanlık Mahmut Amca’nın, “Yaz günü ne yağmuru eşek sıpaları, ekinleri mi çürüteceksiniz, susun melunlar!” demesine aldırmıyor; ihtiyarı iyice kızdırmak için sesimizi daha da çok çıkarıyorduk.

Tanrı sesimizi duydu mu nedir, yağmur coştu. Mahmut Amca çocukların duasının kabul edildiğine inanmış olmalı ki büsbütün hiddetlenip çocuk cumhuriyetini dağıtmak için üzerimize yürüdü,  yakaladığı çocuğun kıçına kıçına yapıştırıyordu bastonu. Değneği yiyen çocuk zevkten dört köşe oluyor, gülmekten kırılıp geçiyordu. Neden sonra yağmur dinmiş ve o büyülü oyun sona ermişti. Tam da Mahmut Amca peşimizde koşmaktan yorulup caminin önündeki kocaman soku taşında nefesini toplarken olacak şey miydi bu? İçimizdeki en büyük çocuk Partal Ali buna da bir çare düşündü, bizi yeniden tren katarına dönüştürüp bu defa da:

“Yaz yağmuru yalancı,
Yaz yağmuru yalancı!”

diye avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı. Durur muyuz biz de ardından: “Yaz yağmuru yalancı, yaz yağmuru yalancı!”

Mahmut Amca yağmur meleğini ayartmaya kararlı olduğumuzu anlayınca bir dostluk nişanesi olarak elindeki bastonu ileri fırlatıp bizi yanına çağırdı:

“Gelin size bir şey anlatayım.” dedi. Çocuklar, alacalı asanın yanına kadar sokuldu; hatta çocuğun biri güvenlik tedbiri olarak asayı daha uzağa fırlattı. Bu anlarda Mahmut Amca bize güven vermek için cebinden bir avuç nohutlu şeker çıkarıp uzattı, sonra gülerek:

“Alın yiyin len gâvurun dölleri, ne mart kedileri gibi bağrışıyorsunuz.” dedi. Allı yeşilli küçük misketler gibi tatlı lezzetler vaat eden nohutlu şekerlere içimiz gidiyor, yine de yaklaşmıyorduk yanına. Derken Bidon Salih şekerlerin cazibesine daha fazla dayanamayıp adamın elini koparırcasına avcundakileri bir çırpıda kapıp ağzına doldurdu. Reisimiz Partal Ali Bidon’un koca kafasına bir tane vurup, “İlla satacaksın bizi değil mi?” dedi. Bidon cânım şekerleri kütür kütür götürürken diğer çocuklar da yalanmaya başladı. Reis, Mahmut Amca’nın grubun ruhunu ele geçireceğini anlayınca barışa mecbur kaldı:

“Haydi ne anlatacaksan anlat da gidelim.”

“Maraş harbiydi… Köyümüz Zeytin’i Ermeni çeteleri basmış, erkekleri öldürüyor, kadınları ve çocukları camiye dolduruyordu. Sekiz on yaşlarında bir çocuktum. Babam ve amcalarım öldürülmüş, anamla canımızı kurtarmak için tarlalardan Göksun’a doğru yalınayak kaçıyorduk. Kışın günü, bir hışım yağmura yakalandık; anacığım üstündeki son hırkayı da başıma geçirdi ama yağmurun dini imanı yok. Her damla jilet gibi kesiyordu yüzümüzü. Anam, “Daha hızlı Mahmut’um, şu tepeyi aştık mı Mustafa Kemal’in askerlerine kavuşuruz, ha gayret!” diyordu. Yağmur altında saatlerce yürüdük, nihayet al bayrak ellerinde bir atlı grubunu görünce anam sevincinden, “Kurtulduk Mahmut’um, bugününe şükür ya Rabb’im!” dedi. Süvariler iyice yaklaştı, önlerindeki kara yağız heybetli biri: “Hayırdır kadın, bu yağmurda yaşta nereye böyle!” dedi. Anam köyde yaşananları anlattı bir çırpıda, kara yağız komutanın alnındaki damar seğirmeye başladı, bizi Göksun’a götürmek için iki askere emanet etti. Askerler atın birine bizi bindirdi, diğerine ikisi bindi. Kara yağız adam, “Askerler sizi köyüm Lorşun’a, Dirgen Ali Ağa konağına götürecek, Haççe Hatun ilgilenir sizinle, ben dönene kadar sakın ayrılmayın bir yere!” diye tembih etti. Sonra askerlerine döndü, “Yürüyün yiğitlerim namus günüdür!” deyip dörtnala uzaklaştı…”

Mahmut Amca’nın çipil gözlerinden siyim siyim yaşlar akarken, biz çocuklar o günleri yaşıyor gibi iliklerimize kadar işleyen bir heyecan ve pişmanlıkla Mahmut Amca’nın elini öpüyor, özür diliyorduk ondan. Mahmut Amca bir yandan sessizce ağlıyor, bir yandan da hâlâ annesinin elini tutar gibi kemikli elleriyle elimi sımsıkı tutuyordu.

Mehmet BİNBOĞA

MARAŞ ASLANI DİRGEN ALİ (Dosya roman)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir