Kaygılanmayın, İçiniz Rahat Olsun!

“Günlerden sonra bir gün,
Şayet sesimi fark edemezsen,
Rüzgârların, nehirlerin, kuşların sesinden,
Bil ki ölmüşüm.
Fakat yine üzülme, müsterih ol;
Kabirde böceklere ezberletirim güzelliğini,
Ve neden sonra
Tekrar duyduğun gün sesimi gök kubbede,
Hatırla ki mahşer günüdür
Ortalığa düşmüşüm seni arıyorum.”
Cahit Sıtkı TARANCI

 

Karanlık iyice çökünce şehre, efil efil yanmaya başlayan gece lambalarının etrafına karasinekler üşüştü. Yaz vakti, tepe ardı derelerden kurbağa vıraklaması; bostanlardan, çeperlerden, bahçelerden; öteberi parklardan çekirge sesleri ufak ufak yükseliyordu. Birkaç kuş mezarlık duvarının üzerinde halen oynaşıyordu. Mahallenin bitişindeki son evin önünden uzun ince, ağır aksak bir gölge belirdi. Neden sonra gölgeyi, yaşlı bir adam takip ediyordu. Elindeki poşette bir somun ekmeği, bir parça da beyaz peynir vardı. Yağsızdı peynir. Mezarlığın çift kanatlı, yer yer boyası dökülmüş yeşil demir kapısına yakınlaşınca durdu gölge, adam da durdu. Her akşam geçtiği kapıyı ilk kez görmüşçesine baktı. Uzun uzun baktı. Sağ elindeki tespihi bileğine doğru itti. Çok değil daha dün sabah, aynı yerde, belediye başkanından bir söz almıştı. “Acele etme bekçi.” demişti Reis Bey. Neymiş efendim, Ölüye yatırım, ölü yatırımmış. Hem bu millet balık hafızalıdır, çabuk unuturmuş. Seçimler yaklaşınca yapılan hizmetlerin tesiri büyük olurmuş. Hele o gün gelsin duvarları da örermiş, kapıyı da boyarmış; hatta bekçi kulübesini de onarırmış. Daha bir sürü tantana… Gömlek cebindeki tabakadan hazır beklettiği tütün sigarasını sabırsız sarkık dudaklarının arasına aldı.  Parmakları çakmağa gitti. İlkinde yanmadı, ikinci ve üçüncüde de. Sallamaya başladı çakmağı, nihayet ince, gri, eğri büğrü bir duman yükseldi.

“Esselamü aleyküm.” deyip kapıdan içeriye daldı. Bekçi kulübesinin hemen yanına özensiz atılmış kazma, küreği görünce yeni misafirlerinin olduğunu hemen anladı. Az sonra öteden taze toprak kokusu da gelip yaşlı suratını okşadı. O an yuvarlak gözlerine, çukur avurtlarına ince bir gülücük yerleşti. Ne de olsa ev sahibiydi o, misafire izzet-i ikram da kusur etmemek gerekti. Bir tebessümü yeterdi çoğu zaman, verecek başka bir şeyleri olmayanların.

Kulübenin kapısını açtığında dudaklarındaki sigara bitmek üzereydi. Elindeki poşetleri duvardaki çivilere astı. Köşedeki piknik tüpünün üstündeki alüminyum demliğe su çekti. Çakmağı ikiletmeden yandı bu sefer. Su ağır ağır ısınırken o, tabureyi kaptığı gibi dışarı çıktı.

Akşamın geceye yazıldığı bu demde ortalığı tuhaf bir huzur kaplardı nedense. Oysa daha birkaç saat evvel güneş acımadan tüm hükmünü göstermiş, rüzgâr sessiz, dereler sağır dilsiz, yer gök inim inim inlemişti. Durur mu insanoğlu? Durmaz elbet, o da hırs etmiş.  “Mal mülk, şan şöhret” diye çalışıp didinmiş. O vakit topraktaki tohuma, tarladaki mahsule, sanayideki demire alın teri karışmıştı. Ve nihayet bu keşmekeşi, bu hengâmeyi, bu bitmez tükenmez cendereyi; tepelerin ardı sıra uzayan kapkara bir sükût bitirmişti. Ne soğuk, ne sıcak; ne göz kamaştıran bir güneş, ne de göz gözü görmez bir karanlık. İyiyle kötü, yaşamla ölüm arası gibi; her şeyin orta hali. Severdi Osman böylesi havaları. Tabureye oturup sırtını mezarlığın taş duvarına dayadı. Ne kadar uğraştıysa da sırtındaki kamburu düzeltmeye yetmedi gücü. Hem nasıl düzelsindi. Gıdım gıdım, azar azar çoğalan dertler değil miydi sırtında birikenler? Bir ömre sığmayan acılar, “He!” deyince geçer miydi öylece? Hem kambur düzelse de en derine, hücreye, zerreye kök salmış; zahir bedenden ziyade, ruha işleyen acılar biter miydi hiç. Biter miydi?

Bilmem ki, sahiden biter miydi?

Sessizliğe, en çok da kimsesizliğe inat; kuş uçmaz, kervan geçmez gecenin içine içine, “Hey Osman hey!” dedi; “Bırak bu ayakları. Bitmez elbet.” diye tekrarladı kendi kendine.  Bir sesli, bir sessiz konuştu. Bazen sesli mi konuşuyordu, sessiz mi konuşuyordu o da bilmiyordu. İçi dışı bir olalı epey olmuştu. Hatta bu duruma aldırış etmeyeli bile epey zaman olmuştu.

Nasırlı parmakları salavatla dolanan kehribar tespihe kaç tur attırdı bilinmez lakin bedeni mekanik bir titizlikle çoğu şeyin zamansal tasvirini kendince kavramıştı. O yüzden saat kullanmıyordu. Kalktı yerinden, kulübeye geçti. Su kaynamak üzereydi. Asılı poşetlerin birinde çay vardı. İnce çay bardağını yarısına kadar doldurup demliğe döktü. Tüpün altını kapattı. O an duvarda asılı çok az şeyden biri olan takvimin büyük puntolu rakamları gözlerine takıldı:

“30 Temmuz 1978”

Durdu. O durunca zaman da durdu. Öyle kalabalık, öyle ağır bir sessizlik zuhur etti ki, önce göz bebekleri büyüdü. Cılız bedeni yıllardır nefes almayı unutmuşçasına tutuldu, titredi. Mengenede sıkışmış gibi boyun damarları şişti. Tozlu belleğinde hafif bir yel esti. Bir fırtına kopacaktı ki imdadına bir fotoğraf yetişti. Takvimin hemen yanında, bir ucu kırık aynanın sol alt köşesine sıkıştırılmış siyah beyaz bir düğün fotoğrafı. Az sonra fotoğraf, belleğinde gittikçe renkli bir hal almaya başladı. Amcası, halası, yengesi, annesi, babası… Ve beyazlar içinde Naciye. Herkes ama herkes gelip hatıradaki yerini aldı. Uzun bir halay çekilmeye başlandı. Bir taraftan kazanlar dolusu etler pişiriliyor, bir taraftan meyveler, çerezler, şekerler, şerbetler ikram ediliyor. Derken zaman geçiyor, geçen zaman fotoğraftaki insanları birer birer götürüyor. En son Naciye kalıyor. Beyazlar içinde. Ta ki bir gün, Osman geceyi devirip de sabaha çıkınca her zamanki gibi evin yolunu tutuyor. Varıyor eve. Çalıyor kapıyı. İşte o gün kapıyı kimse açmıyor. Hayatındaki son kişi de hiçbir şey söylemeden öylece çıkıp gidiyor. Osman, Naciye’yi aramayı hiç denemiyor. “Aranmak kaybolanlara mahsustur, kendi gideninin nesini arayayım.” diyor. Dili öyle söylese de içi elvermiyor. O günden sonra Osman için “zaman” diye bir şey kalmıyor. “Evde bekleyen yoksa, yolunu gözleyen yoksa; hâsılı yaşamı anlamlandıran yoksa hayatı dilimlere ayıran zamanın ne önemi vardır?” deyip kolundaki saati çekip atıyor önce. Duvardaki takvimin tarihi bir sonraki güne asla geçmiyor:

“30 Temmuz 1978”

Usulca çöküyor tabureye. Dudaklarından gözlerine doğru ince, gri, eğri büğrü bir duman yükseliyor tekrar. Yuvarlak gözleri acıyla sızlıyor, ıslanıyor bir de. Çayı dolduruyor. Demini almamış çay. Umrunda mı? Elbette hayır. O yeni gelen misafire uğramanın telaşında. Hem öyle yemeyi içmeyi de pek sevmiyor. “Ölmeyecek kadar!” diyor hep. “Ölmeyecek kadar yiyin, ölmeyecek kadar için, ölmeyecek kadar soluyun ve en çok da ölmeyecek kadar sevin!” diyor. İnancı olmasa çoktan ölüp gidecekti belki de. “Bu dünyada çektiklerinin öte dünyada bir karşılığı var!” öyle diyor hep, ona inanıyor.

Hemencecik, sehpanın üzerine bir gazete serdi. Sofraya peynir ve zeytin koydu.  Ekmeği ortadan ikiye böldü. Birkaç lokma yedi. Çayını ikinciye doldurdu. Bu sefer dem almıştı çay. Canı üçüncüyü istese de içmedi. Nasıldı kural? Ölmeyecek kadardı her şeyin sınırı. Ölmeyecek kadar… Kalktı.

Yalpalaya yalpalaya yeni mezarın başına geldi. Selamı tazeledi. Karanlıktı. Ölenin er kişi mi, hatun kişi mi olduğunu bilemedi. Hem önemi de yoktu zaten. İki gün önce evladını kaybeden annenin çığlıkları kulaklarının dibinden mermi gibi geçti. Alışıktı. “Duyarsızdı”, demiyorum. Acı eşiği olabildiğince yükselmişti. Dert etmedi. Mezarın etrafını döndü dolaştı, münasip bir yere bağdaş kurdu. Gözlerini iyice kısıp toprağın kokusunu çekti bir müddet. Kendi ritüeliydi bu. Zevk alırdı. Yoksa maddeyi çoktan yok saymış biri için kuru bir maaşın ne bir tesiri ne de bir bağlayıcılığı vardı.

Elleri usulca toprağı gezdi. İlk kez bir toprak bu kadar sıcak geldi ona. Bu sıcaklık onu yıllar öncesinde bıraktığı düğün gecesine götürdü tekrar. Naciye’nin ellerini tutacak gibi oldu. Ürktü. Silkindi. Az da olsa kendine gelip kabre daha da sokuldu. Kendisinden çok ölen kişiyeydi meramı. Konuşmayı bırakıp sessizliğin lisanına büründü. Öyle yakındı ki mevtaya hafif uzansa bedeni bedenine değecekti sanki. O vakit hal diliyle bir muhabbete daldılar. “Müsterih ol!” dedi, “Müsterih ol ve sakın dert etme.”, “Sadece söylediklerimi tekrar et.” dedi. Uzun ince bir nefes çekip, “Rabbin kim diye sorarlarsa, ‘Allah’, de, ‘Peygamberin, Hz. Muhammed…” diye devam etti. Nasıl olsa gece uzun ve derindi. Gece ıssız ve kimsesizdi hani. Telkinin tadını çıkara çıkara yapmayı çok severdi. Biri zamanın ötesinde, diğeri zamanın reddinde; ikisinin de acelesi yoktu. Hem acelesi olanın gebeliği zamanadır, işedir, aşadır. Bundan mütevellit her şey aheste aheste devam etti.

Öyle derin bir bilinmezliğe, öyle tatlı bir yok oluşa, öyle tarifsiz bir tuhaflığa daldı ki gittikçe özüne kavuştu. Ta ki sabah ezanı koca şehrin tüm minarelerinden uzayıp gökyüzünün kubbesinde aksedene kadar bu halle devam etti Osman. Yüzünde bir menzili bitirmenin mutluluğu, hakikate erişmenin gururuyla şahadet parmağını kaldırıp, cılız bedenine asılan son bir nefesle, “Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve resulüh”  dedi.

O günün akşamında sokak lambaları tam saatinde yine yandı. Karasinekler hemen yerlerini aldı. Çekirgeler, kurbağalar, kediler ve kuşlar da aynı şeyleri yapıp durdular. Mahallenin bitişindeki son evin önünden uzun ince, alelacele bir gölge belirdi. Neden sonra gölgeyi, genç bir adam takip ediyordu. Kapıdan içeri girince sigarasını ateşledi genç. Sağa sola özensiz atılmış kazma, küreği görünce birkaç küfür savurdu. Otuz yıllık kulübe onarılmış, boyanmıştı. Açtı kapıyı. Genzini yakan ağır boya ve tiner kokusuna da, belediye başkanına da, sırf sigortası var diye onu bu işe zorlayan nişanlısına da okkalı küfürler yolladı. Çay demledi, içti. Kalktı. Zamanı gelmişti. Yeni gelenlere “Hoş geldiniz.” demek gerekti. Yan yana uzanan iki mezar gördü. Mezar tahtalarının birinde Osman, diğerinde Naciye yazıyordu. Genç mezarcı iki mezarın tam ortasına çöktü. “Müsterih olun!” dedi, “Müsterih olun ve sakın dert etmeyin.”, “Sadece söylediklerimi tekrar edin.” diye başladı kendi avazınca telkin vermeye.

Recep TURAN

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir