Sakın Gelmesin O!

Huzurevinde karşılaştım Mesude teyzeyle.

-“Huzursuz eve hoş geldin” diyerek başladı sohbetimiz.

-“Oğlum mu gönderdi seni?” diye sorunca ne diyeceğimi bilemedim.

-“Sakın ondan bahsetme!” deyince yanımızdaki arkadaşı uyardı beni:

-“Oğlundan nefret eder, sakın ondan bahsetme”

Her gelene aynı tepkiyle, sitem ve öfke dolu sözlerle oğlundan nasıl nefret ettiğini anlatıyormuş. Az sonra elinde bir buket çiçekle huzur evinin kapısından giren genç bir kıza doğru koşarak:

-“Onları oğlum gönderdi değil mi!? Söyle ona kabul etmiyorum çiçekleri.”

Kız çok yumuşak bir ses tonuyla:

-“Hayır hayır teyzeciğim, babaanneme getirdim.” deyince bina üzerine yıkılmış gibi, omuzları yere düşmüş, adımlarını zorlayarak sandalyesinin yanına geldi. Çiçeklerin yaprakları birer kurşun gibi içinden geçmiş gibiydi. Kalbinden yarasını çıkarıp yüzünün tam ortasına koymuş ve bir tabela ile göstermişti.

-“İşte tam şurası, çok acıyor çok!”

Bir anne evladına olan özlemini, hasretini, sevgisini, şefkatini daha nasıl anlatabilirdi? Çiçekler bile nasıl güzel koktuğunu ispat etmek için açmıyor. Çiçek olması yeterliydi. Oğlunu sorarken alacağı cevaplardan o kadar korkuyor ki, dudaklarının titremesiyle çakan şimşekler yağmuru yere indirmiş olabilirdi. Halbuki cevaplarını da biliyordu. O gün de hava yağmurluydu. Eve dönüş yolundaydım ama yolda değil, Mesude teyzenin kolları arasında koşuyor, nefesim kesilince, ellerini daha sıkı tutuyordum. Oğluna olan öfke dolu cümlelerinin her bir kelimesi “özledim”den başka anlama gelmiyordu. Toprakla buluşan her bir damla aynı şeyleri konuşuyordu. Okyanusun göğsünü kabartan yağmur değil, bir annenin görünmez, duyulmaz, anlaşılmaz olmasıydı…

Denizin üzerinde parıldayan bir sözlüktü. Okumasını değil ama anlamasını istiyordu. Sesinin renginde karaya vurmuş yakamoz kokusu vardı. Adeta yaşayan tek canlıydı, bu kadar çirkinliğin içinde onu yatıştırıp sahile çeken. Oğluyla biriktirdiği anıları bağırarak anlattığını görebiliyordum. Bazen o çığlıktır dizlerini ikiye katlatan ve dahi kanatan. Leman abla da onu terk eden sevgilisinin ardından oturup yerdeki döşemelerin kalkmasına, kapının kırılan koluna, yaprakların bahçeye düşmüş olmasına bile ağlardı. O zamanlar anlamıştım, insanın kabul etmediği her şey bir zincirdi ve çok ağırdı. Bu denli kıymetli olan, ağırlığı olan sevgiyi, ceketinin kolundan tozunu atar gibi atabiliyorlardı. Yeniden inşa etmeye çalıştığı hayatları olsa da, onları sürekli takip eden duygudan kurtuluş yok muydu acaba?

Bir evladın doldurmadığı veya dolduramadığı boşluklarda kaybolan annelerin yaşayacağı yerin adına “huzur evi” denerek yumuşatılmaya çalışılsa da, keskin, yakıcı duvarların acımasızlığı diye bir gerçek var. Bu gerçeğin yankısını duymak için, vicdan yastığıyla konuşmak gerekir. Şefkat tohumları satılan bir dükkan var mı? Kökleri neden güçlü değil? Bir tür ilaç mı sıkıyorlar? Kimsenin hayatını izole edecek kadar güce ve imkana sahip değiliz ama! Acı çekilirken, özlem çekilirken bunu hepimiz görebiliriz. Dünyayı her gün bir derece daha soğutan neden neydi? Mesude teyzenin yanından ayrılırken ona sorduğum sorunun cevabı olabilir miydi?

-“Mesude teyze, sana söz veriyorum oğlunu bulup getireceğim. Bunu çok istiyorsun değil mi?”

-“Sakın! Sakın böyle bir şey yapayım deme. Evleri çok küçük. Sakın gideyim deme.”

Şu yağmur neden durmuyor hâlâ!?
Nereden buluyor bunca hüznü!?
Çatlaklar bu kadar derin mi ki, kederin kökleri görünüyor? Yalnızlığın boşluğuna düşüyor her damla. Yamalı bir perdeye dönüşüyor ağaçlar. Dokunsan bin parça! 

Eda TOSUN

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir