Deliler Ülkesindeki Zırdeli: Joker

Fransız Filozof Michel Foucault, delilerin çağlar boyunca normal karşılandığını anlatır ünlü Deliliğin Tarihi adlı eserinde. Delilik bir kusurdan ziyâde, farklılık unsuru olarak değerlendirilmiştir. Hatta bu farklılıktan ve ayrıksılıktan ötürü saygınlık kazandıkları zamanlar olduğunu da anlatır. Zira, herkesin dışında bir yaşam algısına sahip olmaları, diğer insanların manevi arayışlarında birer aracı olacakları düşüncesini ortaya çıkarır. Öyle ki, tanrı ve meleklerinin ihtişamının onlarla tecelli ettiğine dahi inanılırdı.

Fakat Ortaçağ’ın karanlığı, farklılığın lütuftan lanete dönüşümüne sebep olur. Bunu mantarlara benzetirim her seferinde. Bilindiği üzere mantarlar karanlık ve nemli ortamları severler. Bir yüzeye yapışır, gittikçe köklenirler. Vatikan’ın ve toprağın altından özenle budaklandırdığı kiliselerinin işlevi de budur işte. Kendi parazit varlıklarını devam ettirebilmek için ışığı getirecek olan kim varsa saldırırlar. Nitekim, Giardano Bruno’nun ölümü bile ne kadar rezil bir durumda olduklarını ispata yeter. Bu aydın aklı, yakarak idam ederler ve birçok başka insanı da başlattıkları sürek avında yok ederler.

Deliler de bu kıyımdan nasibini alırlar. Veba salgınından mes’ul tutularak, katliama maruz kalırlar. Karanlık devirlerin aydınlığa erdiği aydınlanma günlerindeyse bu tutum kılıf değiştirir sadece. Kâr, ham madde, bayındırlık gibi kelimelerin zuhur ettiği sanayi toplumlarında deliler yalnızca yük olarak görülür. Toplumu bozan ve ilerleyişini sekteye uğratan birer sapkın birey. Yani, ölen ile öldürenin yer değiştirdiğini düşünürken, olan yine onlara olur. Kapatılarak, toplumdan uzaklaştırılarak, izole bir azınlık halini alırlar. Bu plana göre eğer başarılı olunulursa, toplum artık daha faydalı ve tutarlı hareket edecek, gelişim süreklilik kazanacaktır.

İşte böylece geldik kurgusal şehir Gotham’a. Sokaklarda açlık, yoksulluk, sefalet kol gezmektedir. Kimliğini başkalarının sözleriyle edinen ayak takımının alelade hayatı olanca hızıyla sürmektedir. Küçük oyunlar, büyük çerçevede komik görünse de hayatta kalmanın yolları oldukça sınırlı aslında. Yumruk atmazsan şayet yumruk yersin buralarda. Arkanı kollayan olmaz. Zira, çürümenin bu denli aşikar olduğu toplumlarda, eylemlerin sorumluluğu muhatabının gücüyle ve yaptırım imkânları ölçüsünde belirlenir. Tam da bu yüzden, dayak yerken çeker silahını ve artık fark eder gerçeğin teatral yanını, “Hayatımı trajedi sanırdım ama aslında bir komediymiş.”

Charlie Chaplin’in ünlü bir sözü vardır, “Hayat dar alanda trajedi, geniş açıda komedidir.” Tüm katmanların arasında simülasyonun ayırdına varan Joker’in değişimini en iyi özetleyen cümledir. Şarlo’yu da bu sebepten severiz. Bize tüm yaşadıklarımızın adi bir şakadan ibaret olduğunu ve hayatlarımızın biz farkında olmasak da oyundan ibaret olduğunu gösterir. Joker’in BatmanÖldüren Şaka adlı çizgi romanda ya da Nolan‘ın üçlemesinin ikinci filmi olan Dark Knight’ta söylediklerini hatırlıyor musunuz? Mealen aktarayım. Kendi hayatını yaşadığını sanıyorsun ama zihnin zincire vurulmuş halde ve sen yüce gönüllü sahtekarların inayetine muhtaç halde sızlanıyorsun. Oysa onların önlerinde koca bir masa var ve ellerindeki büyüteçle yakmaya çalışıyorlar seni. Yaramaz bir çocuk misali…

Fransız İhtilalini anlatan bazı tarihçiler, Jakobenler’in kendi ölümünü getiren aptallar olduğu ithamına kadar vardırırlar işi. Onlara göre anarşiyi körüklemeleri ahmaklıktı. Eğer kral olsaydı ya da demokrasi kurulsaydı, kendileri de ölmezlerdi. Kuyunun dibinden yukarı bakan, gökyüzünün kuyunun ağzı kadar sanırmış zaten. Depremlerin saniyeler sürdüğünü söyler işte bu sığ kafa. Ama o fayların gerilimi yıllar hatta belki de asırların birikimiyle meydana gelmiştir. Kendini ifade edemeyen, sürekli aşağılanan, dayak yiyen, arzularını öteleyerek psikoz ve nevrozların içinde birilerinin sopa tehdidiyle sesini kesen insanlar da aynı gerilimi toplar ve bir kıvılcımda alev alıp çevresinde ne varsa yakıp kül ederler. Zira, delilik dediğin normal olanların tahakkümünden doğar. Tahakküm el değiştirdiğindeyse baskılanan ne varsa özgür kalır, akacak yol arar. Nehir misali, doludizgin ve sınırlarından haberi daha olmayacak denli kızgın…

“Delilik görecelidir, o kimin kimi hangi kafese tıktığına bağlıdır”, der Fahrenheit 451’in yazarı Ray Bradbury. Hani şu kitap yakanların maaşla istihdam edildiği meşhur roman. Delilik hangisidir cidden? Batman, gecelerin yargıcı; hayırsever bir iş adamının alter egosudur. Travmalarla dolu zihni, kendine bir kabuk olacak kahramanı yaratır, ki yaşadıklarını bir nebze unutabilsin. Zengin, parası, çevresi, imkanları var ve kendine güveni tam. Yine de geceleri gördüğü kabuslardan kaçmasının yolunu sokaklarda yarasa kostümüyle gezerek korkularının içine dalması olarak görür. Ailesinin ölümünü izleyen bir çocuk olarak çektiği acıların bedelini, başkaların da çekmesini önleyerek kefaretini ödediğini düşünür. Oysa bu bir oyundur görüldüğü üzere, ne kadar kutsi anlamlar atfedilse de aldatmaca.

Diğer yanda, yıllarca var olmadığını düşünen, tüm geçmişini yalanlar üzerine inşa eden çaresiz bir adamın yıkıntılar arasından nasıl çıkacağını izledik hep beraber. Delilik en kusursuz oyundur, zira beynin seni kendine esir eder ve beyninin tahakkümü kendini tanımladığın duvarları yıkmadan aşılamaz. Bunu başardığındaysa, kalıplar biçimsiz şekiller olarak süzülür çevrenden. Joker’in birçok yorumu vardır daha evvelden. Köklü bir geçmişe sahip. Karakterin motivasyonu, hareket noktaları, yanında yer alan diğer karakterler ve sosyopolitik şartlara göre şekil almıştır. Lakin değişmeyen tek şey, oyun oynayan insana yani Homo Ludens‘e örnek olmasıdır. Tek bir kötü gün geçirir ve bir anda bütün gerçekliği alt üst ederek anarşist tavır kazanır. Ya da gangster olur da suçluların başına geçer. Nihayetinde insanın her daim susturduğu “id”in vücut bulmuş halidir. Bir bakıma Fight Club filmindeki Tyler Durden gibi. Benliği özgürleştiren yeni kişilik. Bu bakımdan Batman ile kavgası da sembolik ele alınabilir.

Son olarak, daha önceki Joker‘lere bakalım bir de. Jack Nicholson’ın Joker’e hayat verdiği Tim Burton’ın yönelttiği seride gangster görünümlü, oyuncu ve şakalarıyla ön plana çıkan bir yoruma sahipti. Tim Burton’ın çizgilerine uygun olarak bu yönü renklerle de pekiştirilmişti. Nolan’ın üçlemesindeki Joker olan Heath Ledger ise “saf kötülük ve erdem” başlıklı sözleriyle adeta toplumsal çürümüşlüğe neşterle dalmış ve epeyce irin akıtmıştı. Anarşişt, kurallara karşı ve belki de görülmedi pek ama idealist. Fakat bir eksik vardı o hikâyede, Joker’in değil Batman’in merceğinden bakıyorduk olanlara. Bu da haliyle hareket noktasını doğru aktarma hususunda noksanlar içeriyordu. Nitekim, Batman’in adaleti sağlayan ama kendini tamamlamaya çalışan kusurlu yapısından ziyade “sıyrık” bir adam’ın tuhaf zevklerini tatmin edişini izlememiz de karakterin doğasına yeterince girmemize engel oldu. Yine de Ledger’ın performansı büyüleyiciydi, hayranlığım bakidir.

vnvnvnvnn

Joaquin Phoenix’in rol aldığı son film ise, bahsi geçen açığı kapatmaya yetiyor. Tüm değindiğimiz hususları oldukça başarılı bir şekilde seyirciye aktarmayı başarıyor. Daha önce Gladyatör, Her gibi filmlerde rol alan Phoenix, Hollywood’un spot ışıklarından pek hazzetmeyen bir isim. Bu sebepten ötürü, bilindik filmlerde olmayı tercih etmiyor. Lakin, Joker inanılması güç bir çalışmayla icra edildiğini hissettiren ve haz veren muazzam bir performans. Ledger’dan ilk kez bu kadar özgün bir yorum sunuldu bizlere. Hakeza yönetmen Todd Philips’de filmin başrolü için neden Joaquin Phoenix‘i tercih ettiğini şöyle açıklamış: “Amacım, Joaquin Phoenix‘i alıp çizgi romanın evrenine koymak değildi. Amacım, çizgi romanı alıp Joaquin Phoenix evrenine koymaktı.” Venedik’te ayakta alkışlanan bu filmin Oscar’ı alması da şaşırtıcı olmayacaktır. Joaquin Phoenix’se kariyerinin Magnum Opus’unu icra etti büyük ihtimalle…

Emre BOZKUŞ

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir