Görüntü güçlü olduğunda sesi bastırır ve göz, kulağa baskın çıkar. Görüntü yoksa gerçek de yoktur.
Ramonet
Enformasyon teknolojilerindeki değişmeyle birlikte hayatımıza giren en etkili ve en yaygın kitle iletişim aracı televizyon olmuştur. Adına televizyon denen (Televizyonla ilgili yapılan en önemli saptama, insanların onu izlemesidir) aygıt temel olarak izleyicilerine enformasyon, eğlence ve eğitim sunmaktadır. Bunu yaparken de görüntünün üstünlüğünden yararlanmaktadır. Görüntü bir anlamda izleyicilerinin algılarına çok hızlı bir şekilde nüfuz ederken, bir yandan da gösterilenin içeriğini boşaltmaya başlamış, izleyicilerin bilme ve anlama yetisini yıkıma uğratmıştır. Bu özellik, aynı zamanda izleyicilerin zihinlerini de ele geçirmenin aracı haline gelmiştir. Bu konuda Pierre Bourdieu, “Televizyon, nüfusun çok büyük bir bölümünün beyinlerinin oluşturulmasında bir tür fiili tekele sahiptir” demektedir. Televizyonun her şeyi bir eğlence aracına çevirmesi sonucu kişilerin gerçeklik algısı değişmiştir. Çünkü dünya artık her şeyin yapay olarak kurgulandığı bir tiyatro sahnesine dönüşmüştür. Her şey bir anda olup bitmektedir ve herkes dünyada olan biteni bir anda izleyebilmektedir. Gerçeklik algısı, görüntü içinde kaybolmaktadır. Bir tek görüntü binlerce sözcüğe bedeldir. Görüntü krallaşmıştır. Aslında hayat bir anlamda izleyiciye gerçek olmayan fantastik bir eğlence bir oyun gibi sunulmaktadır. Bu yaklaşım, izleyicilerin gerçeklik algılarını aşındırmakta ve neyin gerçek neyin gerçek olmadığına yönelik karmaşa yaşamalarına neden olmaktadır. Artık televizyon savaşları dahi naklen oturma odalarımıza taşımıştır bunun ilk örneği Körfez Savaşı’dır. Bununla ilgili en çarpıcı açıklamayı Aydın Uğur Kültür Kıtası Atlası adlı çalışmasında yapmaktadır: “Arenada, savaşan gladyatörlerin güvenliğine sığınarak izleyen arsız Romalılar gibiydik hepimiz. Evlerimizin konforuyla sarmalanıp, sıradan günlerin heyecansızlığını kırmayı vaat eden ekranın karşısına geçtik. İnsani, ahlaki kaygılarımız askıya aldık. Bize küçük ürperişler yaşama olanağı sunan o müstehcen canlı yayın lezzetine kendimizi bıraktık. Birileri bizim için ölümün ortasına yerleşmiş; oradan, bize anında haber geçiyorlardı. Sanki bir oradaymışız gibi. Fakat bu tanıklık, oturma odalarında, koltuklarında oturup savaşı seyreden izleyicilerin gerçek savaş algısını darmadağın etmiştir. Artık gerçekliğin yerini sahnelenmiş gerçeklik almakta ve televizyon da bu işlerin yerine getirilmesinde önemli bir araç olma rolünü üstlenmektedir.
Peter Weir tarafından 1998 yılında çekilen Truman Show filmi ciddi bir medya eleştirisi getirmesinin yanı sıra Aldous Huxley’in yeni dünya düzenine yönelik saptamalarını da içeriğine taşımaktadır. Huxley, eserinde, insanlara büyük bir haz veren ve gerçek dünyayı unutturan gösteri dünyasının yol açabileceği sorunlara yönelik kaygılarını aktarmıştır. Bu bağlamda Truman Show, yaşamın bütünüyle nasıl estetize edilebileceği hakkında tartışma açan bir film olma özelliğini korumaktadır. Bir hayatı başından sonuna değin bir “proje” olarak ele alıp kurgulayan film, hayatın her saniyesinin canlı olarak verilmesi üzerine kuruludur. Film, bir insanın daha anne karnından itibaren yaşamının bütün dünyayla paylaşılmasına dayalıdır. Filmde kahraman dışında her şey ve herkes bir kurgunun parçasıdır. Tek gerçek filmin kahramı, True-man Burbark (Jim Carrey)’dır. Kahramanın ismi gerçek adam anlamına gelirken isim üzerinden gerçek ile simülasyon arasında ironik bir geçiş sağlanmaktadır. Bununla birlikte Truman Show, izleyicilere gerçeğe saplantılı bir biçimde yaklaşma arzusunu yerine getirmeyi vaat etmektedir. Truman Show’un yönetmeni, Christoff (Ed Harris) bu şiddetli gerçeğe niye ihtiyaç olduğunu şu şekilde açıklar “Oyuncuların bize televizyonda sahte duygular vermesinden sıkıldık artık. Görkemli sahne gösterilerinden ve özel efektlerden bıktık. İçinde yaşadığı dünya bazı açılardan bakıldığında sahte olsa da, Truman’ın kendisinde yapay olan hiçbir şey yok. Ne senaryo, ne replik kartları. Her zaman Shakespeare olduğu söylenemez, ama gerçek. O bir hayat.”
Truman Show’un geçtiği yer, Seaheaven Adası da kahramanı gibi gerçek olamayacak kadar mükemmeldir. Adanın içindeki her şey ve herkes aşırı düzenli ve yapaydır. Bu mükemmellik filme, aşırı dostça gülümsemeler, abartılmış kibarlık, zorlama espriler ve şakalarla yansır. Film bir anlamda, Truman’ın hayatıyla izleyicilere bir mutluluk yanılsaması sunmaktadır. Bu yanılsama izleyicilere her gün belli dozda verilir. Yanılsamanın temelleri güvenli yaşam modeline dayanmaktadır. Bu model, saygı duyulan ve çekici bir eşi, konforlu ve bahçeli bir evi, iyi bir arkadaşı ve herkesin gülümsediği bir hayatı kapsar. Bu tipik bir Amerikan rüyasıdır. İzleyiciler bu rüyaya her gün biraz daha bağlanırlar. Merakla, doğduğu andan itibaren beraber oldukları Truman’ın hayatındaki gelişmeleri izlerler. Birden beklenmeyen bir şey olur ve Truman bu yapay dünyanın farkına varır. Yapaylığa yönelik farkındalığı arttıkça da öngörülemeyen davranışlarda bulunmaya başlar. Onun gibi, program yapımcısı Christoff da kontrol dışı hareketlerde, hatta onu yok etmeye varacak davranışlarda bulunur. Truman, yaşadığı her şeyin bir kurmacadan ibaret olduğunu fark ettiğinde kendi gerçekliğini sorgulamaya başlar. Bu sorgulama sırasında acı çeker ama en önemlisi bu sorgulama sırasında da izleyiciler hala büyük bir heyecanla hayatlarının en önemli olayı ve showu olarak izlemektedirler. Truman’ın gerçekleri anlamaya başlamasından sonra gerek seyirciler gerekse Truman’ın kendisi bu showu bitirmeyi seçebilirdi. Lakin showu bitirmeyi kimse istemedi. Bu durumu yine yapımcı Christoff açıklamaktadır “İnsanoğlu kendisine sunulan dünyanın gerçekliğini kabul eder. Cevap bu kadar basit.” Christoff kendisini asla suçlu hissetmemektedir, kendisiyle birlikte bütün seyirci onun suç ortağıdır. Ona göre herkes bu sanal oyunun gönüllü birer parçasıdır. Ona göre, kötü olan, insanların birbirine kötülük yaptığı gerçek dünya olarak nitelendirilen, yaşadığımız dünyanın kendisidir. Bu nedenle, ideal ve herkesin mutlu olarak yaşayabileceği dünyanın, Seaheaven Adası gibi olması gerektiğine inanır.
Truman finalde, yaratıcısını yok etme pahasına, hatta milyonlara neşe ve umut vermeyi sona erdirmek pahasına, bu kurguya son vermeyi tercih etmiştir. Bu tercihi yaparken Truman, tanımadığı bir başka dünyaya gidiyor olmanın verdiği endişe ve korkuyu da içinde taşımaktadır. Mutluluklar ülkesini terk ederek risk almaktadır. Truman, “çıkış” yazan kapıdan geçtiğinde, her ayrıntısını bildiği dünyayı terk ettiğini, bunun gerçekten ölüm anlamına geldiğini fark etmiştir. Truman Show, medyanın insanlığı kendine nasıl tutsak ettiğini anlatan en iyi örnek yapımlardan biridir. Truman Show, aslında reality Showların öncüsü sayılan Loud ailesinin hikâyesinin bir benzeridir. 1971 yılında çekilen Loud ailesi deneyinde, aile yedi ay aralıksız bir şekilde bir televizyon ekibi ile birlikte yaşamış, süregelen çekim sonucunda üç yüz saatlik bir film elde edilmiştir. Üstelik bu filmin önceden hazırlanan bir senaryosu yoktur. Bir ailenin yaşadığı dramlar, keyfi anlar hiçbir atlama ve sıçrama olmadan kesintisiz bir şekilde, el değmemiş bir hikâye gibi sunulmuştur. Baudrillard’ın deyimiyle bu film “brüt (ham, işlenmemiş) bir tarihi belgedir.” Olayın trajik yönü, film çekimi bittikten sonra anne ve baba boşanmış çocukta ise ağır psikolojik hastalıklar baş göstermiştir. Baudrillard, Loud ailesi ile ilgili çok çarpıcı tespitlerde bulunmuştur: “Ailenin ideal hali onu baştan ölüme mahkûm etmiştir. Aile, antik çağın kurban törenlerinde yapıldığı gibi mediumun ya da televizyonun ışıkları altında yüceltilmek öldürülmek üzere seçilmiştir.” Truman’ı da Loud ailesini de mükemmellik yani steril hayatlar öldürmüştür.
Emel AKBAŞ
Son Yorumlar