Telafisi Yok Hayata Geç Kalmanın

Günseli’nin yeni aldığı evine ziyarete giderken rengarenk baharat takımı almıştım. Kavanozların Günseli’nin evinde hangi renklere bürüneceğinin hikâyelerinden habersizdim tabiki… O da yeni evine yeni eşyalar almıştı. Ama ben her zaman olduğu gibi evin diğer bölümlerinden daha ziyade kadınların mutfağını merak ederim. Mutfak penceresinin önünde küçük bir masa, onun üzerindeki pembe saksıda fesleğen ve ahşap sandalyelere giydirilmiş çiçekli elbise oldukça zarif duruyordu. Günseli dikmiş… Evlenmeden önce de kendine etek diktiğini, nakıştan da anladığını biliyordum. Çok şaşırmadım aksine hayran kaldım. Hediyemi açmasını söylemedim ama mutfakta her şey varken rafın boş olması dikkatimi çekti. İçimden de sevinmedim değil. “Demek ki tek eksiği baharatlık” diye geçirdim içimden. Günseli’nin kavanozları gördüğünde ağlamaya başlamasına bir anlam veremedim. Nedendi peki?

Ne zaman annesine ihtiyacı olsa, onun yanında olduğunu ama kendisinin ona hep geç kaldığını söyleyerek başladı cam kırıklarını anlatmaya. Belki de o kırıkları toplamaya. Annesinin mutfak rafı için baharat takımı almaya söz vermiş.  Söz verdiği baharat takımını da almış almasına ama onları annesine vermek için zaman ayırması gerekiyormuş. Mutfak rafı için annesine söz verdiği baharat takımını almış almasına ama vermek için zaman ayırması gerekiyormuş. Yoğun bir koşturmanın içinde olduğundan, nasıl olsa o benim annem! diyerek sürekli ötelemiş aldıklarını vermeyi. Zaman da durmuyor kader de tabiki… Annesinin ölüm haberini alıyor. Evin mutfağındaki raf boş.

Babasına sormuş:

– “Neden boş bu raflar?” 

Baba:

-“Annen aldığın baharat takımını getireceksin diye rafı boşaltıp, senin gençliğinde ilk ördüğün nakışlı peçeteleri serdi. “Günseli bunları beğenmedi ama rafta görünce eminim ki çok beğenecek” demişti. Kalp krizi geçirmeden önce de rafın tozunu tekrar sildi ve “kesin bugün gelecek” demiş.

Günseli babasının ses tonundaki sitemin, kırgınlığın, kırıklığın farkına vardığında, “iki can vardı orada paramparça” dedi. Ve sevdiğimiz insanlara geç kalmanın da hiçbir zaman telafisinin olmayacağını da… O anlattıkça günün adı Pazar oldu. Günlerden pazardı çünkü. Her Pazar hatırlıyorum artık, kimi ihmal ediyorum bu hayatın akışkan, kaygan bir zamanın gün ışığında. Kaç gün geçmiştir acaba gecesini hatırlamadığım. Günseli Pazar günü olarak kaldı hafızamda.

Zaman sadece  güneşin doğuşuyla başlamıyordu. Zihnimde var olan seslere verdiğim cevaplarla ölçüyordum zamanı. Kimine suskun kalmak gibi bir tercihim de oluyordu. Sivri köşeleri olan bir zaman dilimine takıldığımda, hep bir şeyler vardır diyordum, durup seyretmeliyim akışında. Bazen koşarak bazen de ağır ağır yürünerek, keşfedilmesi gereken terkedilmiş bir kıtaydı zaman. İçinden geçilemeyen, içinde donup kalmaktan endişe edilen… Bugün günlerden ne? diye sorduğunda birisi “iyilik sağlık işte” der. Bu cümlenin altını doldurmak için vardığım kapılar olmalıydı belki de. Gözlerim kapalıyken cevap verdiğim sorulara, açıkken de verebiliyor muydum? Sanırım birinin gereği olmak da böyle bir şey herhalde. Aksi halde, masada fesleğen, pencerede kuş sesleri olsa bile, gönlüne bir gök gürültüsü taşınır içine, geçmiş denen maziden…

Dünyayı dayanılmaz bir gerçeğe indirgemek kolaydı. Küçük ama geri dönüşü çok büyük nezakete dönüştüren insanlar illüzyondan sıyrılmış olanlardı. Seçimlerin kabuğunu soyduğumuzda, sesinin nasıl gür çıktığına şahit olanların sunduğu tebessüm, hayatta kalacak en güçlü, en etkili eylem. Kalbin özgürlüğünü elinde tutmanın da bir yoluydu. İnsan ruhunun sınırlarını aşan bir “nasılsın” hepimizin ihtiyacı.

Kaybettiğimiz şeyler arasında, hatırlayınca günlerden Pazar olmasına gerek var mıydı? Yüksek sesle konuşmanın, boşluğa haykırış olmasından başka bir faydası var mıydı? İnsan dertleri, kederiyle baş başa kaldığında, yaşayan birer canlıya dönüşüyor. İnsanlar onlarla konuşmaya başladığında, tebessüm etmenin zulüm olduğuna inanıyor. Hayat devam ederken, ıstırabın hiçbir zaman askıya alınmayacağına da inanmaya başlıyor. Günlerden neydi

Raflara dizilen bal kavanozu da olsa, kimine zehir değil mi? Yalnızlığını bu kadar güzel anlatan bir gülüşe, henüz konuşamayan ama göğsünde biriken ağırlıkla düşen omuzlara rastlamamıştım. Elimde ki poşetleri alırken yüzüme bakmıyordu Nesibe abla. Ömür boyunca süreceğini zannettiği sessizliğin son bulmasına sevinmişti. Acının ne renk olduğunu, neye benzediğini erken yaşlarda öğrenmiş çocukların sesi duyuldu. Yarlarını da nakış işler gibi dikebilir miydim diye inceliyordum. İkinci bir deri gibi tenine yapışan hüznü sıyıran insanlar var. Onlar geç kalmaktan korkuyorlar. Neşterin her zaman kesik atması gerekmiyor. Evet bugün günlerden Pazar. Gerekli olan insan eli, insan sesi ne zaman imkansız oldu ki? Varlığımızın sadece birer hatıra olmasından daha ileriye taşıyacak bilinç, koşulsuz birine gitmek değil mi? Kırılgan anında dağılan kopan iplere bu kadar sıkı tutunurken, insan insanın lazımı olmaktan nasıl vazgeçerdi? İlahi bir çağrıdan bahsetmiyorum, tamamen insani.

En yakından başlayalım mı? Anıların ağırlığıyla, nakışlı bir peçeteyi yerinden oynatamamak değil de, güneşli küçük bir sokak kalsın geride. İzlerimize basarak geçecek olan akciğerlere. Yaşamın güzelliğine dair kalıcı ne varsa, ardından gitmeye değer bu dünya. Günün de aslında bir önemi yok. Bugün Pazar yarın pazartesi. Bizim evde tarhana çorbası varsa, sizde belki domates çorbası. Günseli az önce getirdi bana, lahana dolması. Bir kapı sesiyle başlıyor gün, saatler olsa da gece yarısı. Kalbimizin dayanıklılığını gösteren dayandığımız acılar değil. Yaslandığımız insanların nakış nakış işlemesi. Mezarlıkların dışında kurulan dünyanın köklü bağlarına ulaşmak zannedildiği kadar zor değil ki. Hayatta kalmanın bir yaradan ibaret olmadığını, yaramıza yumuşak bir sesle anlatabiliriz. Boş odalarda çınlayan hıçkırıkların çoğalmasına çokça örnek verebiliriz ama! Hiç mi yok bir günümüzden ayıracak cümlemiz? “Bir şeye ihtiyacın var mı?” sorusunu iyilikten ayırmaya başlayan da biz değil miyiz? Rafları sıklaştırmaya ne dersiniz? Kanaviçeden peçeteler sermek zorunda değiliz. İnsanın ağrıları iğne gibiyse, iplik nasıl gereksiz olabilir?

Gölgeli hatıraların yerine, güneşe mi yürüsek?…

Eda TOSUN

One Comment

  1. Ali Kurt Reply

    Dünyayı dayanılmaz bir gerçeğe indirgemek kolaydı. Küçük ama geri dönüşü çok büyük nezakete dönüştüren insanlar illüzyondan sıyrılmış olanlardı.👍

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir